11 Ocak 2015 Pazar

AKLIN AÇIKLAMASI..


AKLIN AÇIKLAMASI
İslâm’daki fikrî liderlik ise olumlu yapıcı bir liderliktir.
Çünkü Allah'ın varlığına imanda aklı esas tutar. Bunun için dikkatleri kainat, insan ve hayatta var olana yönelterek bu varlığı yaratan Allah'ın varlığına şüpheden uzak sağlam bir imana götüren kesin delillere yöneltir. İnsana, kainat hayat ve insanda fıtraten arayıp bulamadığı mutlak olgunluğu belirleyip akla doğru yolu gösterir. Böylece insan onu anlayarak iman eder. Komiinizmdeki fikrî liderlik akla değil materyalizme dayanır. Çünkü komünizm maddenin varlığı fikirden öncedir der. Maddeyi eşyanın aslı sayması sebebiyle maddecidir. Kapitalizmdeki fikrî liderlik kilise adamlarıyla, fikir adamları arasında asırlar boyu devam eden, kanlı mücadelenin meydana getirdiği uzlaşmaya dayanmaktadır ki, bu, dinin devletten ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Bundan dolayı komünizmin ve kapitalizmin fikrî liderlikleri başarıya ulaşamazlar. Çünkü her ikisi de insan fıtratına muhalif ve akla dayanmamaktadır. Özetle: Yalnız İslâm’daki fikrî liderlik doğru bir liderliktir. Bunun dışındaki liderlikler, bozuk liderliklerdir. İslâm’daki fikrî liderlik akla dayanmaktadır, halbuki diğerleri akla dayanmamaktadır. Aynı zamanda İslâm’ın fikrî liderliği, insan yaratılışına da uygundur, insan da ona ilgi duyar; fakat diğerleri insan fıtratına aykırıdır. Komünizm fikrî liderliğinin akla dayanmamasının sebebi ise, maddenin fikirden yani akıldan önce geldiğini söylemesidir. Komünizme göre, madde beyine yansıyınca fikir meydana gelir. Öyle ise insan, beyine yansımadan maddeyi düşünmemektir. Madde beyne yansımadan önce fikir mevcut olamaz. Bunun için her şey madde üzerine kurulmuştur. Buna dayanarak komünizm akidesinin yani komünizmin fikrî liderliğinin esası, fikir değil, maddeciliktir. Bu ise iki yönden hatalıdır. 1- Madde ile beyin arasında yansıma yoktur. Ne beyin maddeye ne de madde beyine yansır. Çünkü yansıma ayna gibi eşyayı yansıtacak şeyde yansıtma kabiliyetinin bulunmasına muhtaçtır. Nitekim yansıtan alet yansıtma kabiliyetine muhtaçtır. Bu ne beyinde ne de maddi olaylarda mevcuttur. Bunun için madde ile beyin arasında asla yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyine yansımaz, ona geçmez. Aksine madde hissetme duyuları vasıtasıyla beyine ulaşır. Maddeyi duyumsamanın beyine nakli, maddenin beyine ve beyinin maddeye yansıması değildir. Bu ancak maddeyi hissetmektir. Bu hususta da gözle diğer hisler arasında bir fark yoktur. Dokunma, koklama, tatma, işitmekten, görmekten hasıl olan hisler gibi duyular meydana gelir. O halde eşyadan meydana gelen tesirler, beyinde bir yansıma değil, eşyayı hissetmektir. İnsan, beş duyusu vasıtasıyla eşyayı hisseder, beyine eşya yansımaz.
2- Sadece bir histen fikir meydana gelmez, meydana gelen yalnız Histir. Yani mevcudu hissetmektir. His + his + milyon histen -ne kadar çeşitli olursa olsun- yalnız his meydana gelir. Bundan kesinlikle fikir meydana gelmez. Aksine fikrin meydana gelmesi için, insanda bunların vasıtasıyla hissettiği vakıayı açıklayan öncül bilginin bulunması lâzımdır. Mesela; aramızdan Süryanice ile alakası olmayan herhangi bir insana, Süryanice yazılmış bir kitap verelim. Kitabı görsün ve eliyle dokunarak hissetsin ve bunu milyon defa tekrarlasın, muhakkak ki, bu adama, Süryanice ve Süryanice kelime ile ilgili bir ön bilgi vermedikçe, bu kitaptan bir tek kelime dahi anlamasına imkan yoktur. Fakat bu malumat verilirse düşünmeye ve idrak etmeye başlar. Bunun gibi hisleri gelişmiş olan, fakat herhangi bir bilgiye sahip olmayan bir çocuğu ele alalım. Önüne bir altın, bir bakır ve bir taş parçası koyalım. Ve çocuk bütün hislerini kullanarak bu şeyleri hissetsin. Bu hissetme ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun onların ne olduğunu anlaması imkansızdır. Fakat önce bunlar hakkında bilgi edindikten sonra hissederse, bu bilginin yardımıyla onları anlayabilir. Bu çocuk yirmi yaşına girse, hiçbir bilgiye sahip olmazsa beyini ne kadar büyürse büyüsün, başlangıçtaki durumu değişmez. Çünkü bunların idrâkini sağlayan yalnız beyin değil, aksine beyinle beraber öncül bilgi ve hissettiği olaydır.
Bu açıklama aklî idrâk yönündendir. Hissi idrâke gelince: O, içgüdülerden ve uzvî ihtiyaçlardan doğar. Bu hususta hayvanda ortaya çıkan neticeler, insanda da ortaya çıkar. Nitekim eşeğin, arpanın yendiğini, toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da taş ve elmanın tekrar tekrar kendisine verilmesiyle elmanın yendiğini, taşın yenmediğini ayırt eder. Fakat bu seçim akla dayanan bir seçim değil, içgüdülerin ve uzvi ihtiyaçların reaksiyonu neticesi meydana gelen bir seçimdir. Bu seçim insanda mevcut olduğu gibi hayvanda da mevcuttur. Bunun için, bir fikrin meydana gelmesi, ancak öncül
bilgilerle beraber eşyanın hissinin duyu organları vasıtasıyla beyine nakledilmesiyle mümkündür.
Bu esasa göre, akıl yahut fikir veyahut idrak, eşyanın hissinin duyular vasıtasıyla beyine nakledilmesi ve eşyanın açıklanmasına yardım edecek öncül bilginin bulunmasıdır.
Bundan dolayı komünizmin fikrî liderliği akla dayanmadığından dolayı bozuk ve çürüktür. Buna ilaveten onun fikir ve akıl anlayışı da yanlıştır.
Aynı şekilde kapitalizmin fikrî liderliği de kilise adamları ile düşünürler arasındaki orta çözüme dayanmaktadır. Şöyle ki: Asırlarca din adamlarıyla düşünürler arasında devam eden şiddetli mücadeleler neticesi orta yollu bir çözüm meydana geldi. Bu da dinin dünyadan ayrılmasıdır. Yani dolaylı olarak dinin varlığını tanımakla beraber onu hayattan ayırmak... Bundan dolayı bu fikrî liderlik akla dayalı değildir. Ancak iki tarafı da memnun etmek için tutulan orta bir yoldur. Bunun için kapitalist fikir sahiplerinde “orta yol" fikrînin hakim olduğunu görürüz. Hak ile batılın, iman ile küfrün, nur ile zulmetin arasında orta bir yol tarzı bulunmamakla beraber onlar, bunu yapmakla gerçekleri uzaklaştırmış oldular. Halbuki mesele hak ile batıl, iman ile küfür, zulmet ile nur meselesidir. Fakat akidelerini ve fikrî liderliklerini dayandırdıkları bu tarz, onları hakikatten, imandan ve nurdan uzaklaştırmıştı!'. Bundan ötürü kapitalizmin fikrî liderliği de akla dayanmadığından dolayı çürüktür.
İslâm’ın fikrî liderliği ise, akla dayanır. Zira müslümana, Allah'ın varlığına, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'an-ı Kerim’in Allah tarafından indirildiğine imanı, akıl yoluyla gerekli kılar. Aynı zamanda gaybe iman hususunda da akıl yoluyla sabit olan Kur'an ve mütevatir hadisler vasıtasıyla varlığının haber verilmesini şart koşar. Bunun için bu liderlik akla dayanır.

2- Sadece bir histen fikir meydana gelmez, meydana gelen yalnız Histir. Yani mevcudu hissetmektir. His + his + milyon histen -ne kadar çeşitli olursa olsun- yalnız his meydana gelir. Bundan kesinlikle fikir meydana gelmez. Aksine fikrin meydana gelmesi için, insanda bunların vasıtasıyla hissettiği vakıayı açıklayan öncül bilginin bulunması lâzımdır. Mesela; aramızdan Süryanice ile alakası olmayan herhangi bir insana, Süryanice yazılmış bir kitap verelim. Kitabı görsün ve eliyle dokunarak hissetsin ve bunu milyon defa tekrarlasın, muhakkak ki, bu adama, Süryanice ve Süryanice kelime ile ilgili bir ön bilgi vermedikçe, bu kitaptan bir tek kelime dahi anlamasına imkan yoktur. Fakat bu malumat verilirse düşünmeye ve idrak etmeye başlar. Bunun gibi hisleri gelişmiş olan, fakat herhangi bir bilgiye sahip olmayan bir çocuğu ele alalım. Önüne bir altın, bir bakır ve bir taş parçası koyalım. Ve çocuk bütün hislerini kullanarak bu şeyleri hissetsin. Bu hissetme ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun onların ne olduğunu anlaması imkansızdır. Fakat önce bunlar hakkında bilgi edindikten sonra hissederse, bu bilginin yardımıyla onları anlayabilir. Bu çocuk yirmi yaşına girse, hiçbir bilgiye sahip olmazsa beyini ne kadar büyürse büyüsün, başlangıçtaki durumu değişmez. Çünkü bunların idrâkini sağlayan yalnız beyin değil, aksine beyinle beraber öncül bilgi ve hissettiği olaydır.

Bu açıklama aklî idrâk yönündendir. Hissi idrâke gelince: O, içgüdülerden ve uzvî ihtiyaçlardan doğar. Bu hususta hayvanda ortaya çıkan neticeler, insanda da ortaya çıkar. Nitekim eşeğin, arpanın yendiğini, toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da taş ve elmanın tekrar tekrar kendisine verilmesiyle elmanın yendiğini, taşın yenmediğini ayırt eder. Fakat bu seçim akla dayanan bir seçim değil, içgüdülerin ve uzvi ihtiyaçların reaksiyonu neticesi meydana gelen bir seçimdir. Bu seçim insanda mevcut olduğu gibi hayvanda da mevcuttur. Bunun için, bir fikrin meydana gelmesi, ancak öncül
bilgilerle beraber eşyanın hissinin duyu organları vasıtasıyla beyine nakledilmesiyle mümkündür.

Bu esasa göre, akıl yahut fikir veyahut idrak, eşyanın hissinin duyular vasıtasıyla beyine nakledilmesi ve eşyanın açıklanmasına yardım edecek öncül bilginin bulunmasıdır.
Bundan dolayı komünizmin fikrî liderliği akla dayanmadığından dolayı bozuk ve çürüktür. Buna ilaveten onun fikir ve akıl anlayışı da yanlıştır.
Aynı şekilde kapitalizmin fikrî liderliği de kilise adamları ile düşünürler arasındaki orta çözüme dayanmaktadır. Şöyle ki: Asırlarca din adamlarıyla düşünürler arasında devam eden şiddetli mücadeleler neticesi orta yollu bir çözüm meydana geldi. Bu da dinin dünyadan ayrılmasıdır. Yani dolaylı olarak dinin varlığını tanımakla beraber onu hayattan ayırmak... Bundan dolayı bu fikrî liderlik akla dayalı değildir. Ancak iki tarafı da memnun etmek için tutulan orta bir yoldur. Bunun için kapitalist fikir sahiplerinde “orta yol" fikrînin hakim olduğunu görürüz. Hak ile batılın, iman ile küfrün, nur ile zulmetin arasında orta bir yol tarzı bulunmamakla beraber onlar, bunu yapmakla gerçekleri uzaklaştırmış oldular. Halbuki mesele hak ile batıl, iman ile küfür, zulmet ile nur meselesidir. Fakat akidelerini ve fikrî liderliklerini dayandırdıkları bu tarz, onları hakikatten, imandan ve nurdan uzaklaştırmıştı!'. Bundan ötürü kapitalizmin fikrî liderliği de akla dayanmadığından dolayı çürüktür.
İslâm’ın fikrî liderliği ise, akla dayanır. Zira müslümana, Allah'ın varlığına, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'an-ı Kerim’in Allah tarafından indirildiğine imanı, akıl yoluyla gerekli kılar. Aynı zamanda gaybe iman hususunda da akıl yoluyla sabit olan Kur'an ve mütevatir hadisler vasıtasıyla varlığının haber verilmesini şart koşar. Bunun için bu liderlik akla dayanır.
Yaratılış bakımından ise; muhakkak ki İslâm’ın fikrî liderliği yaratılışa uygundur. Çünkü o, dinin varlığını, hayatta mevcudiyetinin gerekliliğini ve hayatın Allah'ın emir ve yasaklarına uygun olarak sürdürülmesini kabul eder. Dindarlık fıtrîdir. Çünkü bu his insanda bir içgüdü halinde mevcuttur. Bunun karakteristik tepkisi kutsamadır. Bu tepki, diğer içgüdülerin tepkilerinden ayrıdır. Belirli bir içgüdünün tepkisidir. Bunun için dine iman ve Allah'ın emir ve yasaklarıyla insan hayatının düzenlenmesi mecburiyeti doğaldır. Bundan dolayı İslâm’ın fikrî liderliği fıtrata uygundur. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Aksine komünizmin ve kapitalizmin fikrî liderlikleri insan fıtratına muhaliftir. Zira komünizm dini asla kabul etmez, onu kabul etme fikrine karşıdır. Bu sebeple fıtrata aykırıdır.
Kapitalizm ise, dini ne kabul eder ne de inkar eder. Onu kabul edip etmemeyi göz önünde bulundurmaz. Fakat "dinin hayattan mutlak surette ayrılması gereklidir” der. Kapitalizm, hayatın seyrinin sırf menfaate dayanmasını ve dinin hayatta bir rolü bulunmamasını ister. Bu fıtrata aykırıdır. Bunun için kapitalizm, insan fıtratına zıttır.
İslâm’ın fikrî liderliği insan fıtratına ve akla uygunluğu dolayısıyla tek doğru yoldur. Diğerleri ise hatalıdır. Bundan dolayı, İslâm’ın fikrî liderliği doğru ve başarıya ulaştırıcı yegâne yoldur.
Şimdi ortada bir mesele kalıyor: "Müslümanlar İslâm'ı hiç tatbik ettiler mi? Yoksa akidesini benimseyip ondan başka hüküm ve nizamları mı tatbik ediyorlardı?"
Buna cevap:
Evet, muhakkak ki Müslümanlar Rasulullah (sas)’in Medine'yi teşriflerinden, H. 1336-M. 1918 senesine, yani İslâm devleti, sömürgeciler tarafından ve M.Kemal’in eliyle yıkılıncaya kadar asırlar boyunca yalnız İslâm’ı tatbik ettiler. Bu
tatbik her şeyi kapsıyordu. O kadar ki, İslâm Devleti bu tatbikte başarının en uzak sınırına ulaşmaya muvaffak oldu.
Müslümanların ameli olarak Islâmı tatbikine gelince:
********Nizamı tatbik eden devlettir. Devlet de bu tatbiki yürüten iki şahıstır: I- İnsanlar arasındaki ihtilafları çözen hakim. II-İktidarı elinde tutan yönetici kimse.
I- Hakimler tevatür yoluyla nakledildiğine göre Rasul (sas) devrinden İstanbul'da Hilâfetin sona ermesine kadar, Müslümanlar arasında veya Müslümanlarla gayri müslimler arasında çıkan bütün anlaşmazlıkları sadece şeriat hükümlerine göre hallederlerdi. Hukuk, ceza, aile hukuku ve başka şeylere ait olan bütün ihtilaflara bakan mahkeme, yalnız İslâm şeriatına göre hükmeden bir tek mahkeme idi. Hiçbir kimse herhangi bir davanın şer'î hükümlerden başka bir nizamla halledildiğini, yahut İslâm memleketlerinde herhangi bir mahkemenin, sömürgeciliğin etkisi ile mahkemeler "nizami" ve "şer’î" diye ikiye ayrılmadan önce, İslâm hükümlerinden başka bir şeyle hükmettiğini nakletmemiştir. Buna en kesin delil, Kudüs, Bağdat, Şam, Mısır ve İstanbul gibi tarihi şehirlerde bulunan şer’î mahkemelere ait zabıtlardır. Bu zabıtlar hakimlerin yalnız İslâm şeriatını tatbik ettiklerinin kesin delilidir. O kadar ki, Müslüman olmayan Hıristiyan ve yahudiler bile İslâm fıkhını okurlar ve bu hususta eserler yazarlardı. Mecelleyi açıklayan Selim Al-Baz ve benzerlerinin son asırlarda İslâm fıkhına dair eserler yazdıkları gibi...
Kanunlardan ilave edilenler ise; alimlerin bunların İslâm hükümlerine muhalif olmadıklarına dair fetva vermeleri neticesinde ilave edilmiştirler. H. 1275-M. 1857 de Osmanlı Ceza Kanunu ve H. 1276-M. 1858 de Hukuk ve Ticaret Kanunu böylece alınmıştır. H. 1288-M. 1870 de mahkemeler “şer’î” ve “nizami” olmak üzere iki kısma ayrıldı. Mahkemeler, ayrı bir düzene bağlandı. Sonra H. 1295-M. 1877 de nizami
mahkemelerin oluşturulmasına dair kararname ve H. 1296’da Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu çıkarıldı. Alimler Medeni Kanunun alınmasını gerektiren bir mazeret bulamayınca muamelat (şahıs ve aile hukuku, mali haklar, miras, ticaret, borçlar ve iş hukuku v.s ile ilgili konular) için Mecelle çıkartıldı ve Medeni Kanun kaldırıldı (H. 1286). Bu kanunlar sanki İslâm’ın müsaade ettiği hükümler olarak konuldu. Bu hususta çıkan kararnamelerden anlaşıldığına göre uygunluğuna dair fetva alınmadan ve Şeyh'ül-İslâm tatbikine izin vermeden tatbike konulmadı. Her ne kadar sömürgecilik 1918 tarihinden itibaren, yani İslâm memleketlerinin işgalinden beri, ceza ve hukukta davalar, İslâm hükümlerine aykırı olarak halledilmeye başlandı ise de, sömürgeciliğin ordularıyla değil, siyasi nüfuzuyla girmiş olduğu memleketlerde yargı bakımından İslâm hakimdir. Bütün Arap Yarımadası; Hicaz, Necd, Kuveyt, keza Afganistan yargıda İslâm’ı tatbik etmektedir. Her ne kadar yöneticileri İslâm’ı tatbik etmedilerse de şimdiye kadar bu memleketlerde yargı bakımından tatbik edilen yalnız İslâm şeriatıdır. Bundan görülüyor ki, İslâm Devleti’nde asırlar boyunca yargı bakımından yalnız İslâm tatbik edilmiş, başka bir nizam tatbik edilmemiştir.
II- İktidarı elinde tutan yöneticilerin İslâm’ı tatbik etmesine gelince: O, beş şeyde ortaya çıkar: İçtimai nizam, iktisat, öğretim, dış siyaset ve yönetim ile ilgili şer’î hükümler. Bu beş hususun hepsi İslâm Devleti tarafından tatbik edildi.
1- İçtimai nizam: Kadınla erkeğin karşılıklı ilişkilerini ve bu ilişkinin gerektirdiği hükümleri belirleyen nizam; sömürgecilik ve küfrün hükümlerinin varlığına rağmen, hala tatbik edilmekteydi. Bugüne kadar, başka bir nizam kesin olarak tatbik edilmemiştir.
İslâm 'da Fikrî Liderlik
49
2- İktisadi nizam: İki yönde kendini gösterir: a-) Devletin halkın problemlerini çözmek için halktan mal alma keyfiyeti, b-) Bu malı harcama keyfiyeti.

a-) Mal alma keyfiyeti: Devlet, ibadet olarak mallardan, araziden, hayvanlardan zekat alırdı. Bunları Kur'an'da sözü geçen, yalnız sekiz sınıfa dağıtırdı. Bu alınan zekatı, devlet işlerinin idaresinde kullanmazdı. Devlet ve ümmet işlerinin idaresi için Devlet, İslâm şeriatının hükümlerine göre mal alırdı. Devlet, vergi için başka bir sistem ortaya koymadı. O. ancak İslâmi sistemi tatbik ederdi. Bunun için, araziden haraç, gayri müslimlerden cizye, iç ve dış ticareti kontrolden dolayı gümrük vergileri alırdı. Malları ancak İslâm şeriatına göre toplardı.
b-) Malı harcama keyfiyeti ise: Devlet, gücü olmayana nafaka hükümlerini tatbik ederdi. İsraf eden ve savurganın şahsi harcamalarını engellerdi ve onlara vasi tayin ederdi. Her şehirde ve hac yolunda; fakiri, yoksulu ve yolcuları doyurmak için imaretler yapardı. Hala büyük İslâm memleketlerinde onların kalıntıları mevcuttur. Kısaca, malın harcanması, Devlet tarafından, şeriata göre icra edilirdi. Kesin olarak başka bir usul uygulanmazdı. Bu hususta görülen aksaklıklar ancak, ihmal ve kötü tatbikattan ileri gelmişti. Yoksa şeriatın tatbik edilmeyişinden değildi.
3- Öğretim: Öğretim siyaseti, İslâm esasına dayanıyordu. Öğretim metodunda esas, İslâm kültürü idi. Yabancı kültür, İslâm kültürü ile çelişkiye düşerse, onlardan bir şey almamaya azami titizlik gösterilirdi. Okul açma hususundaki eksiklik, bütün İslâmi beldelerde eşit olarak, o zamanki fikrî gerilemeden dolayı Osmanlı Devleti'nin son devirlerinde oldu. Fakat daha evvelki asırlarda, bütün dünyaca meşhur olduğu üzere, İslâm ülkeleri, alim ve talebelerin dikkatlerini yönelttiği yegane yer olmuştur. Kurtuba, Bağdat, Şam, İskenderiye, Kahire
Üniversitelerinin bütün dünyanın öğretim hayatında etkileri çok büyük olmuştur.
4- Dış Siyaset: O, İslâmi esasa dayanırdı. İslâm Devleti, diğer devletlerle ilişkilerini İslâm esası üzerine bina ederdi. Bütün devletler ona bir İslâm Devleti olarak bakardı. İslâm Devletinin bütün dış ilişkileri, İslâm esasına ve müslümanların müslüman olmaları bakımından menfaatlerine dayanmakta idi. İslâm Devletinin dış siyasetinin İslâmi siyaset oluşu delile ihtiyaç göstermeyecek kadar dünyaca meşhurdur.
5- Yönetim nizamına gelince: İslâm’da devlet kuruluşu yedi rükün üzerine kuruludur: Halife, devlet reisidir. Muavinler yardımcıları, Valiler, Hakimler, Cihad emiri ve Ordu, İdari mekanizma, Ümmet Meclisi...
H. 1342-M. 1924 senesine, yani Hilâfet’in M. Kemal Atatürk eliyle sona ermesine kadar müslümanların başında daima bir halife vardı. Yani bu tarihe kadar daima müslümanların halifesi olagelmiştir. Bir halife gidince hemen arkasından diğeri gelirdi. Bu, en şiddetli gerileme asırlarında dahi böyle olmuştur. Halife bulundukça İslâm Devleti de var olmuştur. Zira İslâm Devleti halifeden ibarettir.***********
Muavinler: Halifenin yardımcıları da asırlar boyunca var olmuştur. Onlar, bakanlar değil, ancak yardımcı ve yürütücü idiler. Her ne kadar Abbasi devrinde kendilerine "Vezir" unvanı verildiyse de yine yardımcı idiler. Hiçbir zaman demokratik yönetimde mevcut “bakan” konumunda değildiler. Onlar ancak hâlifenin muavinleri ve yürütme heyetidir. Yetki halifenin elinde idi.
ğ- Valiler, Hakimler ve idari mekanizmanın da mevcudiyeti sabittir. Kafir sömürgeci, İslâm memleketlerini istila ettiği vakit işler yürümekte idi. Valiler, Hakimler ve idari mekanizma şüphe yok ki vardı.
Islâm 'da Fikrî Liderlik
51
Ordu ise, İslâmi bir ordu idi. Bütün dünyanın zihninde "İslâm ordusunun asla mağlup edilemeyeceği" iyice yer etmişti.*******

Ümmet Meclisinin. Hulefa-î Raşidin'den sonra varlığına itina gösterilmedi. Bunun sebebi de, her ne kadar devlet düzeninin içinde varsa da Şûranın yönetimin esas rükunlarından biri olmayışıdır. Şura, tebaanın Halife üzerinde bir hakkıdır. Halife Şûra ile amel etmezse bu onun hatasıdır. Fakat yönetim yine İslâmi bir yönetim olarak kalır. Şöyle ki: Şûra, reye başvurmak içindir, demokratik temsilciler meclislerinde olduğu gibi yönetim için değildir.
Buradan anlaşılıyor ki. İslâm’daki yönetim nizamı, tatbik edilmiştir.
Burada bir de Halifeye biat meselesi vardır:
Hilâfette kesinlikle veraset nizamı yoktu. Yani veraset, krallık yönetiminde olduğu gibi yönetimin devlet içinde el değiştirdiği belirleyici hüküm değildir. Devlet içinde yönetimi elde etmek için belirleyici hüküm, biattir. Bu biat bazı asırlarda halktan, bazı devirlerde hal ve akit ehlinden, gerileme devrinin sonlarında da yalnız Şeyh'ül-İslâm'dan alınırdı. İslâm Devletinin bütün devirlerinde biatsız hiçbir halife nasb edilmemiştir. Biatsız olarak veraset yoluyla da böyle bir halife nasb edilmemiş, biat yapılmadan veraset yoluyla bir halifenin nasbedildiğine dair bir tek hadise nakledilmemiştir. Yalnız şu var ki; biatin alınışı zaman zaman kötü tatbik edilmiştir. Halife kendi hayatında oğluna yahut kardeşine, veyahut amcası oğluna ve ailesinden birine halktan biat almış, o şahsa, halifenin ölümünden sonra biat tekrar edilmiştir. Bu, biatin tatbikindeki bir "kötüye kullanış"tır. Yoksa veraset ve veliahdlık sisteminin tatbiki değildir. Nitekim demokratik nizamda da millet meclisi üyeleri seçilirken tatbikatta bir kötüye kullanma olsa da, buna "seçim" denir. Hükümetin istediği adaylar kazansa dahi buna "tayin" denilmez.
Bundan dolayı görüyoruz ki, İslâm nizamı fiili olarak tatbik edilmiştir. İslâm Devletinin bütün asırlarında İslâm’dan başka hiçbir nizam tatbik edilmemiştir.
Bu fikrî liderliğin fiili başarısı, Bilhassa aşağıdaki iki meselede benzeri görülmemiş nitelikte idi.:
1- İslâmi fikrî liderlik; Arapları, düştükleri aile ve kabile taassubu, koyu cehalet ve fikrî gerilik karanlıklarından; nuru sadece Araplarda kalmayıp bütün dünyaya yayılan İslâm güneşiyle parıldayan "fikrî kalkınma" asrına çıkarmıştır. Müslümanlar yeryüzüne dağılıp bütün dünyaya İslâm’ı tanıttılar. İran, Irak, Şam memleketleri, Mısır ve Kuzey Afrika'yı fethettiler. Bu ülkelerde yaşayan her kavinin ayrı birer milliyeti ve dili vardı. İran'da, İran milliyeti, Şam'da Bizans milliyetinden, Mısır'da Kıbti milliyeti, Kuzey Afrika'da Berberi milliyetinden farklı idi. Adetleri, gelenekleri, dinleri çeşitli idi. İslâm yönetimi altına girip İslâm’ı anlayınca bütün bu kavimler derhal İslâm’a girdiler. Hepsi bir "ümmet"ten; İslâm ümmetinden oldu. Böylece ulaşım araçları develer, duyurma vasıtaları lisan ve kalemden ibaret olmasına rağmen, halkları ve kavimleri eritme bakımından İslâm fikrî liderliğinin başarısı eşsiz olmuştur.
Fetihler ise, kuvveti kuvvetle yok etmek, maddi engelleri kaldırmak içindi. Ta ki, insanlarla aklın ve fıtratın gösterdiği hidayet arasına bir şey girmesin. Bunun için insanlar, Allah'ın dinine akın akın girdiler. Zalimce fetih, fatih ile fethedilenin, yenen ile yenilenin arasını açar. Batının, doğuda hiç bir sonuca ulaşmadan yıllardır devam eden sömürgeciliğini görüyoruz. Batının saptırıcı kültürünün izi silinebilseydi ve ücretli kiralık liderlerin baskısı yok edilseydi, ideolojisi ve nizamı bakımdan İslâm’ın kucağına dönüş göz açıp kapama müddeti içinde mümkün olurdu.
Islâm 'da Fikrî Liderlik
53
Tekrar başa dönecek olursak, bütün bu kavimleri kaynaştırmada İslâm fikrî liderliğinin başarısı eşsizdi. Sonradan ortaya çıkan sömürgecilik ve onun, fikirleri zehirleme, akideleri bozma gayretlerindeki hile ve oyunlarına rağmen bu kavimler bugüne kadar müslüman kalmışlardır, kıyamete kadar da İslâmi bir ümmet olarak kalacaklardır. İslâm’ı kabul eden bir kavmin, onu terk ettiği asla görülmemiştir.

Endülüs Müslümanları, Engizisyon Mahkemeleri, fırınlar ve cellat satırlarıyla yok edildiler. Buhara, Kafkas, Türkistan müslümanlarının başına da aynı şeyler gelmiştir. Bu kavimlerin müslüman olmaları, tek bir ümmet haline gelmeleri ve İslâmi akideye titizlikle bağlılıkları, fikrî liderliğin başarı derecesini ve İslâm Devletinin İslâm nizamını tatbikte ulaştığı başarıyı gösterir.
2- Bu fikrî liderliğin başarısını gösteren ikinci nokta şudur: İslâm ümmeti, on iki asır, dünyada hadaret, medeniyet, kültür ve ilim bakımından en ileri ümmet, İslâm Devleti de dünyanın en güçlü ve büyük devleti olmuştur. Bu ümmet. Miladi altıncı asırdan, on sekizinci asır ortalarına kadar yalnız başına dünyanın yıldızı ve diğer kavimler arasında parlayan güneşiydi. Bu da, İslâm nizamı ve akidesinin insanlara tatbikinin başarısını teyit eder. İslâm Devleti ve Ümmeti, İslâm’a daveti ihmal, onu anlama ve tatbik etmede noksan davranarak "İslâm’ın fikrî liderliğini yayma" görevinden uzaklaştı, bu durum karşısında milletler içerisinde tökezledi.
Bundan dolayıdır ki, biz, dünyaya yayılmaya değer yegane fikrî liderlik, İslâm fikrî liderliğidir diyoruz. Bu liderliği yayacak bir İslâm Devleti tahakkuk edince, başarısı dün olduğu gibi bugün de olacaktır.
Demiştik ki, İslâm bünyesinden çıkan bütün nizamlar insan fıtratına uygundur. Bundan dolayı İslâm, insanın bir cetvel üzerinde hayat süren mekaniki bir varlık olup farksız olarak ince
geometrik bir ölçü aleti gibi nizamları tatbik ettiğini kabul etmez. Bilakis İslâm, insanın, sosyal bir varlık olduğunu kabul edip, farklı kabiliyet ve özelliklere sahip bir sosyal varlık olarak nizamları tatbik ettiğini sayar. Bir yandan herkesin huzurunu sağlamakla beraber, insanları -eşit değil- birbirine yakın durumda kılması tabiidir. Öte yandan -şu anda asıl konumuz olan- bazı fertlerin muhtelif kabiliyette sosyal varlıklar olduklarından o nizama muhalefet etmeleri de doğaldır. Bazıları bu nizamı kabul etmeyecek, bazıları da ondan ayrılacaklardır. Bundan dolayı zaruri olarak toplulukta fasık ve facirler, kafir ve münafıklar, mürted ve inkarcılar bulunacaklardır. Fakat bütünü fikir, duygu, nizam ve insanlardan ibaret olan toplumda bu esaslar, İslâmi olursa o toplum, İslâmiyeti tatbik eden İslâmi bir toplum sayılır.
Buna delil: Resulllah Muhammed (sas)'in İslâm’ı tatbik ettiği gibi hiçbir kimse tatbik edemez. Hal böyle iken, onun zamanında kafirler, münafıklar, fasıklar, facirler, dinsiz ve mürtedler bulunmuştur. Fakat kat'i olarak herkes ancak şöyle diyebilir: İslâm onun devrinde tam olarak tatbik edilmişti ve toplum, İslâmi bir toplumdu. Fakat bu tatbik, sosyal bir varlık olup mekanik bir eşya olmayan insana tatbik idi.
İslâm, Resulü Ekrem'in Medine'ye yerleşmesinden itibaren Müslüman memleketlerini sömürgecilerin istila ederek, İslâm’ı kendi nizamlarıyla -Kapitalizmle- değiştirmelerine kadar, tek başına ümmete -ister Arap olsun ister başka kavimler olsun-tamamıyla tatbik edilmiştir.
Bunun için, İslâm, Hicretin ilk senesinden H.1336-M.1918 senesine kadar fiili olarak tatbik edilmiştir. İslâm Ümmeti bu zaman zarfında İslâm’dan başka hiç bir nizamı kullanmamıştır.
Müslümanlar Arapça’ya, felsefe ve çeşitli yabancı kültür ve ilim eserleri tercüme ettikleri halde, hiçbir kavinin hukukunu yahut kanununu veyahut nizamını kesinlikle hem inceleme için
İslam 'da Fikrî Liderlik
55
hem de uygulama için tercüme etmemişlerdir. Fakat İslâm, bir nizam olduğu için doğal olarak, insanlar onu bazen iyi bazen de kötü tatbik ediyorlardı. Bu değişiklikte, devletin kuvvet ve zaafına, İslâmiyeti iyi anlama veya anlamama durumuna, fikrî liderliği yaymada gösterdiği kuvvet veya gevşekliğe göre idi. Bunun için iyi tatbik etmemek, bazı asırlarda müslüman toplumunu bir miktar geriletmiştir. Böyle bir durumdan hiçbir nizam kurtulamaz. Zira nizam tatbikatta beşeri güce dayanır. Fakat kötü tatbik edilmesi, İslâm’ın tatbik edilmediğini ifade etmez. Aksine kesin olarak bilinmektedir ki, İslâm tatbik edilmiştir. Ondan başka hiçbir nizam ve ideoloji tam olarak tatbik edilmemiştir. Zira, tatbikte itibar edilecek şey, Devletin tatbikle emrettiği kanunlar ve nizamlardır. Halbuki İslâm Devleti bu hususta İslâm’dan başka bir nizamdan hiçbir şey almamıştır. Bütün eksikler bazı yöneticiler tarafından, İslâm’ın bazı nizamlarının kötü tatbikinden ibarettir. Yalnız şu açıklanmalıdır ki, tarihten, İslâm’ın nasıl tatbik edildiğini görmek istediğimizde, şu iki şeyi göz önünde tutmamız gerekir:

1- İslâm tarih bilgisini, İslâm’a kin besleyen düşmanlardan almamalıyız. Yanlışlarını almamak için ince ince her şeyin hakikatini araştırarak bizzat müslümanlardan almamız gerekir.******************
2- Fertlerin durumunu veya toplumun bir tarafını alıp bütün toplumu buna kıyaslama yapmamız uygun değildir. Mesela; Emevi asrını, Yezid'in tarihinden, Abbasî asrını da o asırda ki bazı halifelerin yaptıklarından almamız hatalıdır. Keza, Abbasî asrındaki topluma zevk-ü sefa, şiir ve edebiyat erbabı ile ilgili bilgileri toplamak için yazılan "Eğani" kitabını okuyarak veya tasavvuf kitaplarını ve benzerlerini inceleyerek bir hüküm verip. Abbasî asrı fısk ve günah asrıdır; yahut dünyadan el etek çekme asrıdır demek hatalıdır. Bilakis toplumu bütünü ile ele almamız gerekir.
Şu da vardır ki, Müslüman toplumun tarihi hiçbir asırda yazılmamıştır. Yazılanlar, ancak yöneticilerle birtakım nüfuz sahiplerinin hayat tarihleridir. Bunları yazanlar da güvenilir kimseler olmayıp, hepsi ya övücü, veya yericidir ki, hiçbirinin sözü makbul değildir.

İslâm toplumunu bu esasa göre yani onu bütün yönleriyle ele alıp inceden inceye eti'ıd ederek incelediğimizde onu en hayırlı bir toplum olarak buluruz. Çünkü o birinci, ikinci, üçüncü asırlarda ve takip eden asırlarda, hatta Hicri 12. asrın ortasına kadar böyle idi. O; bütün asırlarında, hatta bir İslâm Devleti olarak Osmanlı Devletinin sonlarına kadar İslâm’ı tatbik etmiştir. Şu var ki, tarihin, nizam ve hukukun (fıkhın) kaynağı olmadığı da göz önüne alınmalıdır. Nizam, yalnız fıkhi kaynaklarından alınır, tarihten değil. Zira tarih nizamın kaynağı değildir, Mesela; komünizm nizamını anlamak istersek onu, Rusya tarihinden almayız, bilakis komünist ideolojisinin kitaplarından öğreniriz. Aynı şekilde İngiliz hukukunu tanımak istersek İngiltere tarihinden değil, İngiliz hukukundan öğreniriz. Bu usûl her nizam ve kanunu kapsar.
İslâm, akide ve nizamı bulunan bir ideolojidir. Onu tanımak ve almak istediğimizde hiçbir suretle tarihi ona kaynak yapmamız doğru değildir. Ne onu tanıma bakımından ne de hükümlerini çıkarmak yönünden tarih ona kaynak olamaz.
İslâm’ı tanımanın kaynağı, İslâm fıkıh kitaplarıdır. Hükümlerini istinbat kaynağı ise, tafsili delillerdir. Bundan dolayı, gerek tanıma vasıtası ve gerekse delil olarak tarih İslâm nizamının uygun bir kaynağı olamaz. Buna göre Ömer b. Hattab yahud Ömer b. Abdulaziz veyahut Harun'er-Reşid ve diğerlerinin tarihleri şer'î hükümlere kaynak olmadığı gibi onların hayatlarından nakledilmiş tarihi hadiseler ve devirlerini açıklamak için yazılan kitaplar da aynıdır. Eğer Ömer'in görüşüne bir hadisede uyulursa o, Ömer'in istinbat edip tatbik
İslâm '(la Fikrî Liderlik
57
ettiği şer’î hüküm olması itibariyledir. Nitekim Ebu Hanife, Şafii, Cafer ve benzeri imamların çıkardığı hükme de böylece tabii olunur, yoksa tarihi bir hadise olduğu için değil. Bundan dolayı nizamı almak ve bilmek bakımlarından tarihin rolü yoktur. Aynı şekilde, nizamın tatbik edilip edilmediği de tarihten çıkarılmaz, ancak fıkıhtan alınır. Çünkü hangi asır olursa olsun kendine has sorunları vardır ve bu sorunlar bir nizama göre çözülür. Bu sorunları çözen nizamı öğrenmek hususunda tarihi olaylara müracaat etmeyiz. Çünkü tarih haberleri nakletmektedir. Binaenaleyh tatbik edilen nizama -yani İslâm fıkhına- başvurmamız gerekir. Bu konuya dikkat edersek görürüz ki, Müslümanlar bu konuda başkalarından hiçbir nizam almamışlardır. Aynı zamanda, kendilerinden bir nizam da ortaya koymamışlardır. Fıkhın hepsi, şer’î delillerden istinbat edilmiş şer’î hükümlerden ibarettir. Müslümanlar fıkhı zayıf sözlerden yani zayıf istinbatlardan ayıklamaya karşı çok titizdiler. Hatta en büyük müçtehidden de olsa zayıf sözlerle amel etmeyi yasakladılar.

Bundan dolayı bütün İslâm aleminde, İslâm fıkhından başka teşri bir nass yoktur. Yalnız ve yalnız mevcut olan İslâm fıkhıdır. Bir ümmette yalnız bir tek fıkhın varlığı, başkasının olmayışı, müslümanların bu fıkıhtan başkasını teşrîde kullanmadıklarını gösterir.
Tarihten ancak nizamın tatbik keyfiyetini öğrenmek için yararlanılır. Tarih siyasi olayları söz konusu edebilir. Bunda tatbikin keyfiyeti de görülür. Ancak bu türlü olaylar dikkatle bizzat müslümanlardan alınmalıdır. Başka türlü almak doğru değildir. Tarihin üç kaynağı vardır:
1- Tarih kitaplar. 2- Eski eserler. 3- Rivayet.
1- Kitaplar, kesinlikle kaynak olarak alınmazlar. Çünkü kitaplar, bütün asırlar boyunca siyasi vaziyetlerin tesiri altındadır. Onlar ya, yönetimi zamanında yazılarıın lehinde ya
58
İSLÂM NİZAMI
da iktidarı sönmüş olanlar hakkında aleyhte olarak başkaları zamanında yazılmaları sebebiyle yalanlarla doludur. Buna en yakın delil, Mısır'daki Muhammed Ali Paşa ailesinin tarihidir. 1952 senesinden evvel parlak bir şekilde takdim edilmekte iken, 1952'den sonra, tam onun aksine karanlık bir şekil almıştır. Zamanımızda ve daha önceki siyasi olayların tarihi de böyledir. Bunun için yazılan tarih kitapları, sahiplerinin yazdığı şahsi hatıralar dahi olsa tarihe kaynak olarak almamız doğru olmaz.

2- Eski eserler, dikkatle ve doğrulukla incelenmek şartıyla, bir şeyin tarihi gerçeğini verebilirler. Bu, tarihi bir süreklilik oluşturmasa da, bazı olayların gerçeğine delil oluşturur. Müslümanların kendi memleketlerinde, eserlerinin incelenmesi ister mimari olsun, ister alet ve tarihi eser sayılan başka bir şey olsun kat’i olarak gösterir ki, bütün İslâm aleminde İslâm’dan başka -İslâm nizamı ve hükümlerinden başka- bir şey yoktur. Müslümanların bütün yaşayışları, hayatları ve yaptıkları başka değil, ancak İslâmi idi.
3- Rivayet, sahih olduğu takdirde, güvenilmeye değer kaynaklardandır. Bunda, hadis rivayetinde takip edilen yol tutulur. Bu üsluba göre tarih yazılır. Dikkat edilirse, Müslümanlar yazarak kaydetme işine başladıkları zaman, bu rivayet yolunda yürümüşlerdir. Bundan dolayı Taberi Tarihi, İbn-i Hişam Sireti ve benzerleri gibi eski tarih kitaplarının bu üslupta yazıldıklarını görürüz.
Buna göre, Müslümanlar, çocuklarına tarihlerini, kaynakları, yine tarih kitapları olan kitaplardan
öğretmemelidirler. Aynı şekilde, İslâm nizamının nasıl tatbik edildiği de bu gibi tarih kitaplarından gözden geçirilerek
alınmaz.
Bundan açıkça anlaşılır ki, bütün asırlar boyunca İslâm, yalnız başına İslâm Ümmetine tatbik edilmiştir. Ondan başka hiçbir nizam tatbik edilmemiştir.
Islâm 'da Fikrî Liderlik
59
Şu var ki, Birinci Dünya Savaşı müttefik devletlerin galibiyeti ile sona erip. Kumandan Lord Aleııbi Kudüs'ü alınca "Haçlı harpleri şimdi sona erdi" demişti. İşte bu andan itibaren sömürgeci kafir, kazandığı zaferi ebedileştirebilmek için bütün hayat sahalarında kendi kapitalist nizamını tatbik etmektedir. Bundan dolayı, memleketimizde sömürgeciliği yerleştiren çürümüş ve bozulmuş nizamı değiştirmek lazımdır. Bütün ayrıntılarıyla beraber kökünden sökmek gerekir ki, İslâmi hayatı yeniden kurabilelim.

İslâmın nizamının yerine başka herhangi bir nizam koymak sapıkça bir düşünüşün sonucudur. Aynı zamanda ümmetin, akidesiz olarak sadece İslâm’ı tatbikiyle kurtulacağını sanmak da basit düşünmekten ileri gelir. Aksine, ümmet her şeyden önce akideye sarılmalı, sonra da bu akideden çıkan nizamı tatbik etmelidir. Ancak bu takdirde, akideye sarılıp nizamı tatbikle ümmet kurtulur. Bu, ancak bir ideoloji üzerine meydana gelmiş ve bu esas üzerine devletini kurmuş ümmet içindir. Bundan başka halk ve ümmetlere, nizamın tatbiki için ideolojinin benimsenmesi zaruri değildir. Bilakis ideolojiyi benimseyen ve yayan ümmet, onu benimsemese de her ümmet ve kavine tatbik edebilir. Çünkü bu tatbik onları da kalkındırır ve benimsemeye cezbeder. Şu halde; ideolojiyi benimsemek, tatbik edilene değil, tatbik edene mutlaka gereklidir.
Milliyetçiliği ve sosyalizm nizamını almamız da tehlikelidir. Zira sosyalist nizamı materyalist fikrinden ayrı olarak alınamaz. Zaten netice vermez, tesir etmez. Materyalist fikriyle beraber de alınmaz. Çünkü bu, insan fıtratına zıt olumsuz bir fikirdir. Aynı zamanda Müslümanların İslâm akidesini terk etmesini de gerektirir. Sosyalizmi alıp İslâm’ın yalnız ruhani tarafını korumamız asla caiz değildir. Çünkü, aralarında zıtlık olduğundan ve alınan da eksik olacağından ne sosyalizmi ve ne de İslâm’ı almış oluruz. Tabiatıyla İslâm nizamını alıp, bu nizamın çıktığı akideyi terk edemeyiz. Bu
 takdirde nizamı, ruhsuz, camid olarak almış oluruz. O halde İslâm’ı; akide ve nizamı ile birlikte bir bütün olarak almamız ve onun davetini taşırken fikrî liderliğini de taşımamız gereklidir.

Kalkınma yolumuz, tek bir yoldur; o da İslâmi hayatı yeniden başlatmamızdır. İslâmi hayat ancak İslâm Devleti yoluyla tekrar başlatılabilir. Bu da ancak İslâm’ı bütünü ile almamızla olur. Yani büyük düğümü çözecek ve hayat görüşü kendi üzerinde merkezleşecek akideyi ve bu akideden çıkacak ve esası Allah'ın Kitabı, Resulü’nün Sünneti olan nizamı ve içinde dili, tefsiri, hadisi, fıkhı ve benzerleri yer alan İslâm kültürü olan kültürel serveti almamızla olur. Bu da ancak İslâm fikrî liderliğini tam ve kâmil olarak İslâm’a davette, İslâm’ı her sahada tam olarak var etmek için taşımakla olur. Ancak böylelikle fikrî liderliğin taşınması, ümmetin bütününe ve İslâm Devleti’ne geçer, biz de bütün dünyaya bu fikrî liderliği taşırız.

İşte kalkınmaya götürecek tek yol; İslâmi hayata yeniden başlamak için İslâm fikrî liderliğini önce bütün Müslümanlara taşınmak, sonra da İslâm Devleti yoluyla bütün insanlara taşınmasıdır.

*********************************
Kuranda akıl ile alakali tahmini 75 ayet geçiyor
2:13 - Onlara: "İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın." denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.
2:44 - İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
2:73 - İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.
2:75 - Şimdi bunların, size hemen inanacaklarını ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirlerdi de sonra ona akılları yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi.
2:76 - Üstelik iman edenlere rastladıklarında inandık derler, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, "Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi tutup Allah'ın size açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz? Hiç aklınız yok mu be?" derlerdi.
2:170 - Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği vakit de: "Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız." dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?
2:171 - O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.
2:179 - Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz.
2:197 - Hac, bilinen aylardadır. Her kim o aylarda hacca başlayıp kendisine farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz, Allah onu bilir. Kendinize azık edinin.Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri! Benden korkun!
2:242 - İşte akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.
2:269 - Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir. Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.
2:282 - Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit onu yazın. Hem aranızda doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri yazsın. Yazı bilen biri, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Bir de hak kendi üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri yazarken Rabbi olan Allah'dan korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu bir bunak veya küçük bir çocuk veya söyleyip yazdıramıyacak durumda biri ise velisi doğrusunu söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan iki kişiyi şahit de yapın. Şayet iki tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şahitlerden bir erkekle iki kadın ki, birisi unutunca, öbürü hatırlatsın, şahitler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da az olmuş, çok olmuş, onu vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun olduğu gibi; hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım satım yaptığınız vakit de yine şahit tutun. Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz, o işte mutlaka size dokunacak bir günah olur. Üstelik Allah'dan korkun. Allah size ayrıntılarıyla öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.
3:7 - Sana bu kitabı indiren O'dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır." derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.
3:65 - Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?
3:118 - Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.
3:190 - Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.
4:5 - Allah'ın, sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.
5:58 - Namaza çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayıdır.
5:100 - De ki:"Pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz, pis olanın çokluğu hoşuna gitse bile". Ey selim akıl sahipleri Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
5:103 - Allah, ne "bahîre"yi, ne "sâibe"yi, ne "vesile"yi ve ne de "hâm"ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.
6:32 - Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
6:140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki, ziyana uğradılar. Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir.
6:151 - De ki: Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veriyoruz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları emretti.
7:66 - Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz, ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz."
7:67 - (Hûd), "Ey kavmim! Bende çılgınlık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." dedi.
7:169 - Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
8:22 - Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir.
10:16 - De ki, "Eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım. O da onu hiçbir şekilde size bildirmezdi. Bilirsiniz ki, ben sizin içinizde bundan önce yıllarca bulundum. Siz hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
10:42 - İçlerinden seni dinlemeye gelenler de var. Sen, sağırlara, üstelik akılsız da olanlara dinletebilir misin?
10:100 - Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir uğursuzluk yükler.
11:51 - "Ey kavmim! Bu iş için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yaratana aittir. Artık akıllanmayacak mısınız?"
11:78 - Daha önceleri çirkin işler yapmış olan kavmi harıl harıl koşup geldiler. Lut onlara: "Ey kavmim! İşte size kızlarım, onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah'tan korkun, beni misafirlerime rezil rüsvay etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?" dedi.
11:87 - Dediler ki; "Ey Şu'ayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa ki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın."
12:2 - Muhakkak ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.
12:109 - Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de o memleketlerin halkındandı, onlar da kendilerine vahiy verdiğimiz birtakım erkeklerden başkası değillerdi. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip görmediler mi? Kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar ya!... Elbette ahiret yurdu müttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?
12:111 - Gerçekten de onların kıssalarında üstün akıllılar için bir ibret vardır. Bu Kur'ân uydurulmuş herhangi bir söz değildir. Lâkin kendisinden önce gelen kitapların tasdiki her şeyin ayrıntılarıyla açıklayıcısı ve iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.
13:4 - Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Halbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır.
13:19 - Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler.
14:52 - Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.

16:12 - Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.

3 yorum:

  1. AKIL
    https://www.facebook.com/notes/10152077397517945/

    YanıtlaSil
  2. İslâm’daki fikrî liderlik ise olumlu yapıcı bir liderliktir.
    Çünkü Allah'ın varlığına imanda aklı esas tutar. Bunun için dikkatleri kainat, insan ve hayatta var olana yönelterek bu varlığı yaratan Allah'ın varlığına şüpheden uzak sağlam bir imana götüren kesin delillere yöneltir. İnsana, kainat hayat ve insanda fıtraten arayıp bulamadığı mutlak olgunluğu belirleyip akla doğru yolu gösterir. Böylece insan onu anlayarak iman eder. Komiinizmdeki fikrî liderlik akla değil materyalizme dayanır. Çünkü komünizm maddenin varlığı fikirden öncedir der. Maddeyi eşyanın aslı sayması sebebiyle maddecidir. Kapitalizmdeki fikrî liderlik kilise adamlarıyla, fikir adamları arasında asırlar boyu devam eden, kanlı mücadelenin meydana getirdiği uzlaşmaya dayanmaktadır ki, bu, dinin devletten ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Bundan dolayı komünizmin ve kapitalizmin fikrî liderlikleri başarıya ulaşamazlar. Çünkü her ikisi de insan fıtratına muhalif ve akla dayanmamaktadır. Özetle: Yalnız İslâm’daki fikrî liderlik doğru bir liderliktir. Bunun dışındaki liderlikler, bozuk liderliklerdir. İslâm’daki fikrî liderlik akla dayanmaktadır,

    YanıtlaSil
  3. «Ve Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın diye...»

    Âfakta ve enfüste Allah’ın varlığına delâlet eden açık hüccetler vardır. Allah, insana akıl vermiştir. İnsan, akliyle düşünmek, âfakta ve enfüste imana taallûk eden delilleri görüp anlamak iktidarındadır. Fakat Allah’ın kullarına olan merhametinden ve arzuların bazan aklı mağlûp ettiğini bildiğinden ve O’nun hudutsuz rahmeti, engin hikmetinden dolayıdır ki; insanlara Resûller göndermiştir.. (Korkutucu ve müjdeliyici) Resûller!.. İnsanlara doğruyu anlatan ve daima hakkı hatırlatan Resuller... Fıtrî duygularını uyandırmak, akıllarını şehvet bataklığından kurtarıp hür ufuklara çıkarmak için çırpınan Resûller.. Âfakta ve enfüste imana götüren delilleri perdeleyen şehvete ve onun öldürücü hâkimiyetine savaş açan Resûller...
    ***************************************************************
    Yarattığı insanın takat ve iktidarını en iyi şekilde bilen, beşer aklının hususiyetinden haberdar olan Allah, insanın hidayete ulaşması, hayatını ıslah etmesi, dünya ve âhiret saadetini elde etmesi için aklın kâfi gelmeyeceğini bildiğindendir ki; insana hidâyet yollarını gösteriyor,, âfakta ve enfüste imana ve sile olacak işaretler serpiştiriyor.. İnsan hayatını tanzim ediyor; hayat nizamı vaz ediyor. Beşeriyete hakkın ve doğru yolun istikametini gösteriyor.

    Evet, sadece akıl kâfi gelseydi, bütün tarih boyunca beşeriyete Peygamberler göndermek zaruretini hissetmezdi. Kainatın hakikatını insanlığa duyurmak, kahharı zülcelâlin varlığını en sağlam hüccetlerle beşeriyete ispat etmek ihtiyacını hissetmezdi. Peygamberler göndermek sûretiyle insanların ileri sürebilecekleri mazeretin kapısını kapatmazdı.

    «Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hücceti olmasın diye...»

    Evet, sadece akıl kâfi gelseydi, Peygamber göndermediği takdirde böyle bir hüccetin var olacağına işaret ezmezdi Yüce Allah, insanoğluna vermiş olduğu aklın, haddi zatında basit bir alet olduğunu, onunla doğrudan doğruya hidâyete ulaşmanın mümkün olmadığını, aklın kusurlu ve mahdut olduğunu, risalet müessesesinin yardımı olmadan bu noksanlarını tedavi edemeyeceğini cihetteki herkesten iyi bilir. Akıl; yardımcısız ve rehbersiz olarak, başlı başına hakka ulaşabilecek iktidarda değildlr! Beşer bayatının menfaatini tahakkuk ettirecek, şümullü ve mükemmel bir nizam koyabilecek ve insanı dünya ve ahiretle kötü Akibetlerden kurtarabilecek güçte değildir!.. Allah, yine bilir ki, beşeriyete elçiler göndermek, İlâhî hidâyet ve rahmetin mukdezasıdır. Tebliğ ve risâlet olmadan insanları muaheze etmemek, en tabiî bir adalet kaidesidir.
    https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1053169798037164&set=ms.c.eJxFy8sJACAMBNGOZNd8Num~%3BMVGQXB8zRBizs2hCoBc~%3BuGDle6BgouKD~_i7eNfCK9APTPhER.bps.a.1051584461529031.1073741913.100000324607185&type=3&theater

    YanıtlaSil