23 Şubat 2014 Pazar

Ak Gençlik Kuduruyor - 2 - YouTube

Ak Gençlik Kuduruyor - 2 - YouTube

TEDRİCİLİK

Burada ele alacağımız, bozukluğunu göstereceğimiz ve tedavi edeceğimiz konu İslâm'ı anlamada ve uygulamada başvurulan tedricilik düşüncesidir. Bu düşünceye istinaden müslümanlar, mevcut yönetimlere katılmanın caiz olduğu sonucuna vardılar. İslâm’ı akla uydurmak düşüncesinden hareketle demokrasinin İslâm’dan olduğunu söylediler. İşte bu düşünceler toplumu değiştirmede bazı cemaatların baş vurdukları düşüncelerdendir.
Öyleyse tedricilik nedir? Bunu kabul edenlere göre neyi kapsar? Onun hakkındaki şer’i hüküm nedir?
Müslümanlar ruhî (Allah'a bağlılık), maddî, fikrî ve siyasî alanlarda en düşük ve en geri seviyeye düşünce, bulundukları kötü ortama ayak uydurmaya kalktılar. Artık fikirlerini bu kötü vakıa ve ortamdan almaya başladılar. İslâm'a bağlı olanlar dahi İslâm'ın hakikatına ve onun hayata bakışına aykırı fikirler edindiler. Daha doğrusu edindikleri fikirler, İslâm’ı kötü anladıklarını ve İslâm'ın hayat hakkındaki mefhumlarını kavramadıklarını göstermektedir. Müslümanların işlerini elinde tutan sömürgeci kâfirler, bu işleri istedikleri şekilde çevirdiler. Kendi ölçüleri ve mefhumlarını müslümanlara rahatça kabul ettirdiler. Kâfirler bunda o kadar başarılı oldular ki ektikleri fikirler, düşmanlarının ağızında lezzetli bir yiyecek ve müslümanların dillerinde de bir tatlı haline getirdiler. Böylece sömürgeci kâfirler müslümanlara karşı raundu kazandılar. Bunun sebebi, İslâm değil, müslümanların net ve doğru anlayıştan yoksun olmaları ve İslâm'a bağlılıkta netliği ve doğruluğu kaybetmeleridir. Kâfirlere karşı direnmeye çalıştılar. Fakat bu direniş vakıadan etkilendi ve maslahatçılığa boyun eğdi. Ayrıca hep eğri yollara girdiler ve yanlış adımlar attılar. Bu nedenle müthiş başarısızlığa uğradılar ve korkunç teslimiyet gösterdiler. Bunun neticesinde, kâfirler İslâm memleketlerinde rahatça oturup kalkar hale geldiler. Hiç bir kimse onlara bir şey diyemedi ve engelleyemedi. Peki bu sömürgeci kâfirler İslâm'a nasıl saldırdılar ve müslümanlar onlara nasıl cevap verdiler?
Kâfirler, İslâm'ın çağa ayak uyduramadığı, ortaya çıkan yeni sorunlara çözüm getiremediği ithamlarıyla saldırdılar. Müslümanlar ise, kapitalist sisteme göre İslâmî çözümler çıkartarak kâfirlerin saldırılarına cevap vermeye çalıştılar. Kapitalist sistemin temeli, taban tabana İslâm temeliyle çeliştiği halde müslümanlar çelişen bu iki ideolojiyi birbirine uyum işini başlattılar. Bu nedenle yanlış ve çarpık tevil yapmaya yöneldiler. İftiraya ve yalana dayalı şeriata ters gelen ve çarpık mefhumlar ve ölçüler tespit ettiler. İslâm’ın gelişmelere ayak uydurabildiğini göstermek gayesi ile bu iki ideoloji arasında uyum sağlamaya çalıştılar. Bunun neticesi bu mefhumlar ve ölçüler İslâmî mefhum ve ölçü olarak görülmeye ve İslâm bu çerçevede anlaşılmaya başlandı. Halbuki bunları almak İslâm'ı terk etmek ve kapitalist sisteme uymak anlamına gelmektedir. Zira İslâm’ı, kapitalist sistemle bağdaştırmaya yönelik her davet ve bu davetten etkilenecek her çağrı, küfür düşüncelerini almak ve İslâm'ı terk etmek demektir. Diğer bir ifade ile müslümanlara küfür fikirlerini taşımak, küfür fikirlerini almaya davet etmek ve hak olan İslâm’ı bıraktırmak demektir.
Bundan dolayı müslümanlar, geri kalma çağlarında buna benzer fikirlerle ümmeti kalkındırmaya çalıştılar. Ancak ümmeti kalkındırmak bir yana daha da gerilediler.
Hatta maksatlı veya maksatsız olarak İslâm şeriatına dillerin uzatıldığını gördük. Hatta, "Rasulullah (s.a.v.)'in gönderilişinden 14 asır geçtikten sonra halen daha aynı düşünce yapısını sürdürmemiz akıl dışıdır iddiaları ileri sürüldü. Bu düşünceye göre İslâm, yeni şartlara uyumlu hale getirilerek eskiden olduğu gibi yine binci sıraya oturtulmalıydı. Kalplerin yeniden İslâm’a ısındırılması, hatta İslâm’ın kapalılıktan ve İslâm dışında olanların ithamlarından kurtarılması için çağdaş düşüncelerle donatılarak İslâm, çağdaşlık elbisesine büründürülmeliydi. Zira eski elbisesi ile İslâm artık kabul görmemekteydi.
Bu düşünce yapısından hareketle birtakım müslümanlar, kendileri için bazı fikri kaideler ve ilkeler benimsediler. Çalışma çizgileri ve hatta yeni yönelişler tayin ettiler. Kokuşmuş Batı dünyasının kalkınma dönemlerinde ortaya atılan ve İslâm beldelerinde geçerli olması için uğraşılan düşünceleri ilerleme çağı fikirleri olarak isimlendirmede ittifak ettiler. Zira bu müslümanlar, İslâm’ın çağı yakalayabilmesi için zamana ve şartlara uymanın, kalkınmış olan Batı fikirlerinden istifade etmenin, İslâm’ın emri olduğunu zannettiler.
Bu nedenle bu yönelişe hizmet eden ve Batıdan etkilenen bir çok fikir ortaya atılmıştır. "İslâm elastikî ve gelişmiş dindir", "Al ve iste" (ya hep ya hiç deme, sana verileni al sonra iste) "Şeriata uygun olanı veya Şeriata muhalif olmayanı kabul et", "Zararlı olan iki şeyden daha az zararlı olanını ve şer sayılan iki şeyden daha ehven olanını yap", "Tümü elde edilmeyen şeyin bir kısmı terk edilmez" "İslâm hükümleri aşama aşama uygulanır", "Demokrasi İslâm'dandır", "Zamanın ve mekanın değişmesiyle İslâm'ın değişmesi inkâr edilmez", "Maslahat nerede bulunursa Allah'ın şeriatı oradadır" gibi sözler bu türden sözlerdendir. Bu fikirler ve benzerleri, onların ifadeleri ile "çağdaş İslâm kalkınmasının temel fikirlerini ve hareket noktasını" teşkil etmektedir. Bu düşünce sahiplerinin en önemlisi Mason Cemaleddin Afgani ve onun talebesi olan Mason Muhammed Abduh'dur. Sonra adama Şeyhu'l İslâm ünvanını verdiler.
Bu sözler, müslümanları güçlü kılan nedenlerden müslümanların ayrı kalmaları, zaafiyete uğramaları ve Allah’ın emrini ikinci defa ikame etmek için çalışmayıp oturmaları için kötü niyetle ve sinsîce söylenmiş sözlerdir.
Bazı kimseler ise, müslümanları bugün çektikleri ızdıraptan, zor durumlardan ve gerileme halinden kurtaracağını zannederek hüsnü niyetle ve iyi maksatla böyle sözleri söylediler.
Bu sözler ister iyi niyetle ister kötü niyetle söylensin, neticesi ve müslümanlara etkisi birdir. Biz ise, kâfirlerin bu din aleyhine kurdukları komplo ve tuzaklara karşı müslümanları her zaman uyarıyoruz. Vakıada kısırlığı ve bozukluğu ispatlanan, hayrı getirmeyen şerri de uzaklaştırmayan bu tür fikirleri söküp atmalarını nasihat ediyoruz. Allah bizi en zengin ümmet haline getirdi. Diğerlerinden fikir almaya muhtaç değiliz. Bizim fikrimiz kâfidir, onunla zenginiz. İslâm'ın tabiatı, metodunun yalnızca kendisinden alınmasını gerektirir. İslâm Dini, hayat meselelerini tedavi etmek için Allah indinden indirilmiş bir dindir. Allah'ın hükmünü öğrenmek için Müslümanlara düşen görev; şeriat dışına çıkmak değil, indirilmiş şer’i nasslarda ictihad yapmaktır. Kendi hayatı için gerekli olan fikrî kaideler ve ilkeler, şer’i delillere binaen çıkartılmış olmalıdır. Bunlar ise birer şer’i hükümlerdir. İçtihat metodu sabit ve tektir. Herhangi bir durumda onu değiştirmek caiz değildir. Geçmişte olduğu gibi kalkınmamızı gerçekleştirmek için hareket noktamız budur.
Yönelişlerini ve eğilimlerini bir disipline sokmaları ve bu doğrultuda hareket etmeleri için, Müslümanların zihinlerine egemen olması gereken disipline edilmiş olan bazı şer’i fikir ve ilkeleri kendilerine hatırlatmak istiyoruz. Bunlardan bir kısmı şöyledir :
"Şeriat neredeyse maslahat oradadır." (Bunun tersi doğru değildir) "Fiillerde asıl olan şer’i hükme bağlanmaktır." "Haram kılan bir delil geçmedikçe eşyalarda asıl olan mübahlıktır" "Güzel olan, şeriatın güzel gördüğüdür, kötü olan da şeriatın kötü gördüğüdür." "Hayır, Allah'ı razı eden, şer olan da Allah'ı kızdıran husustur." "Şeriat olmadan hüküm yoktur." "Allah'ın zikrinden yüz çeviren kimse için sıkıntılı hayat vardır." "İslâm ümmeti diğer insanlar dışında tek ümmettir." "İslâm, ne vatancılık ne milliyetçilik ne sosyalizm ve ne de demokrasiyi kabul eder." "İslâm’ın diğer yaşam tarzlarından tamamen farklı muayyen bir yaşam tarzı vardır."
Bazı şer’i nassların belirlediği çizgiyi aşmamak, selefi salihin yaptıkları gibi şer’i nasslara sıkı sıkıya bağlanmanın ve şer’i nassların dışına çıkmayıp bidata düşülmediğinin göstergesidir. Zira dinin dışında olan her bidat zemmedilmiştir.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Size öyle şeyler bıraktım ki onlara bağlandığınız müddetçe ebediyyen şaşmazsınız. Bunlar Allah'ın Kitabı ve peygamberinin Sünneti'dir. Bunlar apaçıktır." Buradaki "ebediyyen" kelimesi, bizi kapsar.
Yine (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bir tanesi dışında hepsi cehennemliktir. Dediler ki; Ey Rasulullah, bu fırka kimdir? Rasulullah (s.a.v.) dedi ki: Benim ve bugün ashabımın üzerinde bulundukları hal üzerinde bulunan fırkadır."
"Sizi bembeyaz hüccet üzerine bıraktım. Benden sonra bundan uzaklaşan ancak sapık olandır."
"İnsanların en hayırlısı benim yüzyılımdır. Onlardan sonra ise onları izleyen (yüzyıl)dır. Ondan sonra onları izleyen (yüzyıl)dır."
“Sizden kimin ömrü uzarsa çok ihtilaflar görecektir. Dinde sonradan ortaya çıkartılanlardan sakının. Sonradan dine sokulan her şey bid'attır. Her bidat cehennemliktir. Benim sünnetime ve hidayetli Raşid halifelerin    sünnetlerine uyun. Dişlerinizle sımsıkı şekilde bunlara bağlanın."
"Bizim emrimizin bulunduğu hal üzerine mevcut    olmayan her şey reddedilir."
Bu hadislerde; güzel olana uymaya bir davet ve her bid'attan sakınmak için de uyarı vardır. "İnsanların en hayırlısı..." hadisi şerifi Rasulullah (s.a.v.)in zamanından uzaklaşıldıkça şeriata bağlılığın zayıflayacağını gösteriyor. Fakat bizden, şeriata daha kuvvetli şekilde bağlanmamızı istiyor. Doğruyu ve hakkı aramada daha titiz olmamız isteniyor. Daha samimi ve insaflı olmamızı talep ediyor. Madem ki Rasulullah (s.a.v.)'in Sünnetine ve hidayetli Raşid halifelerin sünnetlerine sımsıkı şekilde bağlanmamız, Rasulullah (s.a.v.) ve sahabelerinin bulundukları hal üzerinde bulunmamız isteniyor; öyleyse dinde bidat çıkartmamız kesinlikle caiz olmaz. Dinden olmayan şeyleri sonradan dine sokmamız caiz değildir.. Kim böyle şeyleri yaparsa reddedilir. Peki, günümüzde o güzel hal üzerinde nasıl bulunabiliriz?
1- Kendi nefislerimizde İslâm akidesini tertemiz ve saf halde yerleştirmeliyiz. Akideyi ve fikirleri örten ve karıştıran bütün unsurlardan korunmalıyız.
2- Fikrimizi, İslâm'ın duru kaynaklarından doldurmalıyız.
3- Hevaya ve hevese ve akla göre değil, şer'î delillere göre tespit edilen ictihad metodunu muhafaza etmeliyiz. Şer'î hükmü, sadece şer’i delillerden almalıyız.
4- İslâm’ı hayatımızda en önemli şey haline getirmeliyiz.. İslâm'ı; kendimizden, çocuklarımızdan, ailemizden, maslahat-larımızdan, heveslerimizden ve her şeyimizden daha önemli kılmalıyız. Kalplerimizde Allah'ın sözü yüksek olmalı. Allah ve Rasülünün önüne herhangi bir şeyi geçirmemeliyiz. Gelip geçmiş salih mü'minlerin bulundukları hal üzerinde bulunmalıyız.
5- Akıllarımızdan ve nefislerimizden küfrün fikirlerini, urlarını ve pisliklerini söküp atmalıyız. Küfür fikirlerinin propagandasına aldanmamalıyız. Tıpkı sahabelerin cahiliye fikirleri ve urlarını atıp tam şekilde İslâm'a girdikleri gibi. Tam takvalı ve duru olmalıyız.
Bunu gerçekleştirebilmek için temel binamızı tesis etmeliyiz. Zira , başlangıcı nasıl salih ve iyi olmuşsa, ümmetin sonu da salih ve iyi olur. Bu, durum her ümmet için her dönemde geçerli bir husustur. Temele ne kadar yakın ve bağlı olursa, o kadar kuvvetli olur. Bundan uzaklaşınca zayıf olur.
Bu ön hazırlığı sunduktan sonra; Tedricilik nedir? Onu savunanlara göre neleri kapsar? Bahaneleri nelerdir? Ve ona karşı şeriatın tutumu nedir? sorularına cevap verelim:
Tedricilik: İstenen şer’i hükme bir defada değil, aşama aşama varmak demektir. Bunu savunanlar ona "merhalecilik" adını verirler. Onlara göre merhalecilik şöyle uygulanır: Müslüman önce şer’i olmayan bir hükmü uygular veya öyle bir hükme davet eder. Fakat daha önce uyguladığı veya davet ettiği hükümden şeriata daha yakındır. Böylece derece derece şeriata ve hükümlere yaklaşır. Fakat her sefer öncekinden daha fazla şer’i hükme yaklaşır. Böylelikle kendi görüşlerine göre şer’i hükme ulaşıncaya kadar bu durum devam eder.
Tedriciliğin başka manası ise; zamanla şer’i hükümlerin tamamen uygulanacağı düşüncesi ile şeriatın bazı hükümlerini uygulamak, şer’i hükümlerin dışındaki hükümlerinin uygulanmamasına karşı da susmaktır.
Tedriciliğin aşamaları bir sayı ile kayıtlı değildir. Bunu savunanlar, onu belli kurallarla zapt etmiş de değildirler. Onlara göre bir şer’i hükmü uygulayabilmek için bir merhale veya iki merhale veya üç merhale hatta daha fazla merhaleye ihtiyaç vardır. Tedriciliği apaçık şekilde etkileyen hususlar ise, şartlar ve durumlardır. Onlar merhalelerin sayısını azaltabilir veya çoğaltabilir. Ayrıca her merhalenin zamanını kısaltabilir ve uzatabilir.
Ancak tedricilik düşüncesi, hem, "Sosyalizm İslâm'dandır" "Demokrasi İslâm'dandır." gibi akideyle ilgili fikirleri hem de "Kadın, bir defada tam anlamıyla şer’i elbise giymeyebilir." gibi şer’i hükümle ilgili fikirleri kapsamaktadır. Kadın önce eteğini dizinin biraz aşağısına indirsin, kendisini tam teşhir etmesin. İleriki bir merhalede ise şer’i hükmün tamamını uygulasın." Tedricilik düşüncesi, yönetime ulaşma yolunda da kullanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, "önce küfür iktidarına veya koalisyonuna katılmak için uğraşılır, sonra merhale merhale iktidar tamamen ele geçirilir. Bu düşünceyi savunanlar, küfür ile yönetmenin haram olduğunu ağızları ile itiraf etmektedirler. Ancak onlar yaptıkları hareketten kastın yönetmek olmayıp, yapılması farz olan nihai aşama İslâm ile hükmetme sonucuna varmak olduğunu iddia ederler. Veya, zamanla toplumda İslâm hükümlerinin çoğalacağı ve eksiksiz uygulanacağı ümidi ile İslâm'ın bazı hükümlerini uygulatmaya çalışıp diğer hükümlerin uygulanmamasına karşı ses çıkartılmaz. Tedricilik, belli fikirlere davet edilip, diğerlerine ise davet edilmeyerek davetle ilgili bir özellik gösterir. Tedricilik düşüncesine kani olan kimse bu yola bağlanır ve diğerlerini de bu yola davet etmeye çalışır. Bu yolu benimseyenler öyle takvalı olur ki, kendileri açısından herhangi tefriti kabul etmez. Ancak, kendisi dışındakilere aşırı özen gösterdiği, onların İslâm hükümlerini reddetmemeleri, en azından bir kısmını kabul etmeleri bahanesinden hareketle onlara uygulanmasını kabul eder.

Tedricilik veya Merhaleciliği Savunanların Gerekçeleri ve Bunların Çürütülmesi

Bu düşünceye sahip olanlar düşünme keyfiyetine ve İslâm davetine karşı bu anlayışlarını desteklemek için kendilerine gerekçeler bulmaya çalışıyorlar. Onlar kendi düşüncelerini desteklemek için sanki şahitler arıyorlarmış gibi gerekçeleri bulmaya çalıştılar. Şer'i delillere ve delâletlerine boyun eğmediler. Tersine, şer’i delilleri ve delâletlerini kendi arzularına boyun eğdirmeye çalıştılar. Burada örneklerini göreceğiz :
1- Diyorlar ki; "Allah, ribayı (faizi) birden yasaklamadı. Ancak aşama aşama onu haram kıldı. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İnsanların malları içinde artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Ama Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat ise böyle değildir. İşte onlar, sevaplarını kat kat artıranlardır." "Ey iman edenler! Faizi kat kat almayın..." "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden ne kalmışsa onu bırakın..." "Nehyedildikleri halde faiz almaları...""Allah, alışverişi helâl, faizi haram kıldı."
Bu ayetlerin toplamından tedriciliği savunanlar şöyle anladılar:"Faiz mübah idi, bunun delili 1.nci ayettir. Ondan sonra kat kat faiz haram kılındı. 2.nci ayet de bunu gösterir. 3.ncü ayette: "faizden ne kalmışsa onu bırakın" ayetiyle az olan faiz haram kılındı. Yahudilerin durumlarını anlatan dördüncü ayetin de ortaya koyduğu şekilde faizi haram kılma olayı başlangıçta sarahaten değil imayla başladı. Bu sıralamadan sonra "Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı" ayetiyle faiz haram kılınmıştır" dediler.
Bu ayetlere sahih bir teşrii gözüyle bakan kimse, tedriciliğin bu ayetlerden ne kadar uzak olduğunu görecektir.
1.nci ayetin uzaktan veya yakından haram kılınan faizle alâkası yoktur. Ayetin konusu bağış ve hediyedir. Anlatmak istediği husus ise şudur: Kim, iki katının ya da aynısının insanlardan geri dönmesi arzusuyla hediye veya hibe vermek isterlerse, bu Allah katında artmaz. Yani bu hediyenin veya hibenin Allah katında sevabı yoktur. Sadakayla ilgili Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Helâl yolla kazandığından bir hurma tanesi sadaka veren kimsenin sadakasını Allah kabul eder. Zira Allah ancak helâl yolla gelen sadakayı kabul eder. Allah, onu sağ eliyle kabul eder. Sonra da onu sahibi için artırır. Tıpkı birinizin mahsulünün bir dağ haline gelinceye kadar üst üste koyup yığdığı gibi."
İbni Abbas şöyle demiştir:
"Artması için verdiğiniz faiz"den maksat, adamın hediyesidir. Bu adam bir hediye verince karşı taraftan onun daha iyisini umar. Bu ise Allah katında artmaz. Adam hiç sevap almaz. Fakat günahı da yoktur. Bu manayla bu ayet indirilmiştir."
İbni Kesir (r.a.) tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle yazmıştır:"İnsanlar kendisine daha büyük hediye versinler diye kim bir hediye verirse, Allah indinde sevap almaz."
İbni Abbas, Dahhak, Mücahid, Katade, İkrime, Muhammed b. Ka'b ve Şa'bi adlı müfessirlerin tümü aynı şeyi söylediler. Müfessirlerin açıklamalarına binaen de ayette geçen riba kelimesi faiz anlamında kullanılmayıp, mübah bir amel anlamında kullanılmıştır.
İbni Abbas şöyle demektedir: "Riba iki çeşittir; alışverişle ilgili olan riba ki bu haramdır. Öteki riba ise karşılığında daha büyük ve kat kat hediye uman bir adamın verdiği hediyedir ki bu haram değildir."
"Ey iman edenler! Faizi kat kat almayın..." ayeti ise; kat kat faiz almayı yasaklamaktadır. Bu faiz cahiliyede var idi. Bu ayet gelip bu tür faizden nehyetmiştir. Faizin tahrimini bununla kaydetmemiştir. Öyle bir delâlet de yoktur.
Müfessirler şöyle dediler: Medine'de ilk nazil olan sûre, Bakara'dır. Bu sûrede faiz haram kılınmıştır. Kat kat faiz almanın yasaklandığı Âl-i İmran sûresi ise Bakara sûresinden sonra indirilmiştir. Bu ayet Allahu Teâla'nın az miktarda faiz almanın mübahlığı gibi bir anlamı kesinlikle nefyetmektedir. Bu nedenle Âl-i İmran sûresinde geçen kat kat faiz almakla ilgili ayet, tedricilikle alâkalı değildir. Ancak cahiliyede alışagelen kâfirlerin aldıkları faizi haram kılmıştır. Üstelik faiz, tedricen değil, onu haram kılan ayetle haram kılınmıştır.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden ne kalmışsa onu bırakın..." ayeti müslümanlara faizin azı müsaade edildikten sonra tamamının yasaklandığı anlamına gelmez. Daha doğrusu bu ayet, İslâm'a yeni girmiş bir grup insanın, diğer insanlardan alacakları faizle ilgili olarak nazil olmuştur. Daha önce faizin bir kısmını almışlar, bir kısmını da almak için çalışıyorlardı. Allahu Teâlâ, bu insanların daha önce yedikleri faizden af edildiklerini, ama kalan faizi almalarının caiz olmadığını belirtmektedir. Çünkü artık faiz haram kılınmıştır.
Şu ayet de bu manayı desteklemektedir:
"Eğer tevbe ederseniz, yalnız ana paranızı alın; ne zalim olursunuz, ne mazlum olursunuz."
Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözü de bu anlamı destekler niteliktedir:
"Dikkat edin, şüphesiz ki cahiliyyenin bütün riba çeşitleri kaldırıldı. İlk kaldırılan riba, Abbas b. Abdulmuttalib'in ribasıdır."
"Nehyedildikleri halde faiz almaları..." ayetine gelince: Buradaki riba kelimesi ile, Yahudilerin yedikleri rüşvet ve rüşvet dışındaki her türlü haram mallar kastedilmektedir. Zira ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Onlar suhtu (haksız mal) yiyicilerdir."
Bu açıklamalara binaen faiz, Allah'ın ilk teşrii hükmü ile haram kılınmıştır. Faizin aşama aşama haram kılındığına dair bir delil yoktur. Bu konuyla ilgili değişik delillerin geçmesinin sebebi, değişik vakıaların bulunmasıdır. Bunlar ise tedricilikle alâkalı değildir.
2- Allahu Teâlâ'nın içkiyi adım adım yasakladığına dair gösterdikleri gerekçeye gelelim : Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İçki ve kumar hakkında sana sorarlar. De ki; onlarda büyük ism (günah) vardır ve insanlar için menfaatler vardır. Fakat onların ismleri (günahları) menfaatlerinden daha büyüktür."
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın ki, ne söylediğinizi bilesiniz."
"Şüphesiz ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın işlerinden birer pis şeylerdir. Onları terk edin, umulur ki felaha kavuşursunuz. Muhakkak ki şeytan aranıza içki ve kumarla düşmanlığı ve buğzu sokmak, Allah'ı zikretmekten ve namazdan sizi alıkoymak ister. Öyleyse bunlardan siz vazgeçmeyecek misiniz?"
Yukarıda gösterdiğimiz ayetlerden tedriciliği savunanlar, bu ayetlerden tedricilik anlamını çıkarmakta ve şöyle demektedirler: 1.nci ayetin de gösterdiği gibi içki mübah idi. Daha sonra inen:"Sizler içkili iken namaza yaklaşmayın" ayeti bu mübahlığı daralttı. Bu daraltmadan sonra 3.ncü ayette içki yasaklandı.
Şer'i hükmü çıkartma metodunu anlayan kimse, bu ayetlere bakınca herhangi bir tedriciliğin bulunmadığını görür. İçki haram kılınmadan önce mübah idi. Şeriat içki içilmesine sükut etti, müsaade etti. Ancak 3.ncü ayet nazil olunca haram kılındı. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen şu sözler bu hususu destekleyen delillerdendir: Ömer (r.a.) dedi ki; "Allah'ım, içkiyle ilgili bize tam şifa verici bir hüküm belirt. Çünkü içki malı ve aklı götürmektedir."Bunun üzerine; "İçki ve kumar hakkında sana sorarlar..."ayeti nazil oldu. Ömer (r.a.) çağrıldı ve bu ayet ona okundu. Ömer şöyle dedi : "Allahım içki hakkında tam şifa verici bir hüküm belirt."Bunun üzerine; "Ey iman edenler! sarhoş iken namaza yaklaşmayın...." Ömer (r.a.) çağrılıp bu ayet ona okundu. Fakat şöyle dedi : "Allahım içki hakkında bize tam şifa verici bir hüküm belirt." Bunun üzerine; "Şüphesiz ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın amellerinden birer pis işlerdir. Onları terk edin...." Ömer (r.a.) çağrıldı ve ayetin; "...öyleyse bunlardan vaz geçmeyecek misiniz?" kısmına varınca Ömer (r.a.) şöyle dedi : "Evet, vaz geçtik, vazgeçtik."
Burada Hz. Ömer içki hakkında şifa verici bir hükmün indirmesi Allah'a hep dua etti. Çünkü birinci ayetin nüzulünden önce mübah idi. Birinci ve ikinci ayetin nüzulüne rağmen onun hükmü mübah olarak devam etmiştir. Ancak üçüncü ayette haram kılınmıştır.
İkinci ayet, içki ile ilgili değil namazla ilgilidir. Anlamak maksadıyla bunu inceleyen kimse, ayetin namaz zamanında içki içmeyi müslümanlara yasaklamadığını, ne söylediklerinin farkında oluncaya kadar içkili halde iken namaz kılmalarını yasakladığını görecektir. Müslüman, namaz kılarken içki kokusu ağzından çıksa veya sarhoş olmayacak kadar içki içerse dahi namaz kılabiliyordu. Yeter ki sarhoş olmasın.
Birinci ayette Allahu Teâlâ, zarara yol açtığı için içkiyi kötüledi. 2.nci ayette ise, sarhoşluk esnasında namaz kılmayı yasakladı. İçkiyi yasaklayan ayet ise 3.ncü ayettir. Buna tedricilik denilmez. Çünkü içki haram kılındıktan, yani Maide sûresindeki bu ayet nazil olduktan sonra içki içmenin helal olduğunu söyleyen veya kabul eden kimseye rastlanmamıştır. Ne Rasulullah (s.a.v.) döneminde, ne sahabelerin döneminde, ne de Tabiin veya Tabei't Tabiin dönemlerinde içki hiç bir zaman serbest bırakılmadı. Bu ümmetin müçtehitlerinin ve büyük alimlerinin fıkıh kitaplarında içkinin haram kılınması konusunda tedricilik bahsi bulunmaz. Memleketler tek tek fetih ediliyor, insanlar fevç fevç Allah'ın dinine giriyorlardı. Fetihlerde, insanların yeniden İslâm'a girmelerine rağmen adım adım içki içmelerini terk etmeye razı olmadılar. Eğer ayetler tedriciliğe delalet etseydi içkiyi aşama aşama yasaklarlardı. Oysa buna ihtiyaç da vardı. "Tedricilik" konusunu ilk dönem faziletli alimlerimiz incelemediler. Çünkü bu konu, içerisinde yaşanan kasvetli şartların zorlaması nedeniyle gündeme gelmiş yepyeni bir konudur. Alim diye isimlendirdikleri bir kısım insanların bu türden sözlerini düşünme metodu haline getirmek istediler. Hem de yalnız bazı hükümlere değil, dinin tümüne genellemek istediler. Adeta Rasulullah (s.a.v.)'in şu hadisini doğruladılar.
"Sizden kimin ömrü uzarsa çok ihtilaflar görecektir. Dinde muhdeslerden (yeniden çıkartılan-lardan) sakının. Her muhdes şey bid’attır, her bidat ise cehennemliktir."
Tedricilik davetçilerine şu soruyu sormak lazımdır: Hükümler tedricilikle alınıyorsa, içkiyle ilgili eski hükmü alabilir miyiz?
Kesin cevap: Hayır. Çünkü içkiyle ilgili tahrim hükmü kesindir. Eski hükme dönmek şeriatça caiz olmaz. Bunu yapsak, Allah'ın bize emretmediği şeye uymuş oluruz. Selef ve halef yani eski ve yeni mü'minler bunu diyorlar. İçki için bugün tek hüküm vardır ve hiç bir zaman değişmez. İçen kimse günahkar olur.
3- Tedricilik yoluyla İslâm’ın kölelik sorununu tedavi ettiğini söyleyenler. Bu söylenti tamamen batıldır. Çünkü Allahu Teâlâ, köleliği haram kılmadı, ancak ondan çıkış yollarını gösterdi. Eğer kölelik tekrar dönerse onunla ilgili hükümler tekrar uygulanır.
4- "Kur'an, tüm olarak nazil olmamıştır, parça parça nazil olmuştur. Bu ise tedriciliğe delâlet eder" diyorlar. Buna cevap: Allah (C.C.), hükümleri vakıa ve olaylara göre indiriyordu ki kalpler bu hükümler üzerine sebatlık göstersin. İlk indirdiği şey, iman, cennet ve cehennemle ilgili, ondan sonra da helâl ve haramla ilgilidir. Ayetlerin zaman içerisinde inmiş olması, İslâm'ın bir kısmını almak bir kısmını da terk etmek anlamına gelmez. O dönemde yaşayan Müslümanlar, Allah'ın indirdiği kadarı ile sorumlu idiler. Onların sorumluluğu içerisinde bulundukları zamana kadar inen hükümlerden fazla değildi. İmanla ilgili ayetler nazil olup henüz hükümler nazil olmamışken de müslümanlar İslâm'ın tümünden sorumluydular. Ancak sorumlulukları şer'î delillerin gösterdiği detaylara göreydi. İslâm Devleti olsun veya olmasın müslümanlar fertlerle ilgili hükümlerden sorumludurlar. Fakat İslâm Devleti ile ilgili hükümler, devletin varlığında uygulanır. Müslümanları bağlayan husus budur. Bunun dışında başka şey bağlamaz ve geriye dönüş de yoktur.
Tedriciliğin manasını, kapsadığı şeyleri, savunucularının gerekçelerini sergiledikten sonra, isabetli şer’i görüşü tefekkürde şer’i metotla açıklamak istiyoruz:
Doğruya daha yakın görüşü değil, doğru görüşü açıklamak istiyorum. Tedricilik düşüncesi, şeriattan değildir. Onu şeriata nispet etmek de caiz değildir. Sorun tedricilikle alakalı değildir: Yani sorun, tedricilik şer’i hüküm müdür, değil midir? sorunu değildir. Asıl sorun, şeriatın hiçbir surette kabul etmediği düşünme metodunun kullanılmasıdır.
İslâm’ın tabiatı köklü bir şekilde diğerlerinkinden farklıdır. İslâm nizamı, sadece vahye dayalıdır. Diğer nizamlar ise, beşerin icadına ve insanların tecrübelerine dayalıdır. Bu nizamlar ne kadar güçlü olursa olsun, insanların problemlerine gerçek ve doğru çözüm göstermede aciz kalır.
Müslüman, şeriata bağlanınca Allahu Teâla'ya imana dayanır. Eğer iman esasına dayanmazsa şeriata bağlılığı kabul edilmez. İslâm'a davet edince, bunu Allah’a iman etme esasına dayandırır. Yoksa onun daveti kabul edilmez. İşte bu mesele, önce imana dayanmakla ve ondan sonra şeriata sahih şekilde bağlanmakla ilgilidir.
Müslümanın değişebilmesi ve sistemleri sahih ve sağlıklı şekilde değiştirebilmesi için ruhî esasa çok önem vermelidir. Bunun için önce iman yerleştirilir, sonra da iman pekiştirilmeye çalışılır. Bunlar yapılınca insanların hallerine, arzularına ve uydukları şeylere mutabık olup olmadığına bakmadan İslâm’a bağlanmak daha kolay hale gelir. Şer'i hükme bağlanma konusunda Müslümanın, ruhî esasa dayanmaması her ne kadar onu küfre götürmese de onu günahkar yapar. İslâm’ın ruhî esasa, yani Allah'a iman ve bağlılık esasına dayandırılması, bu hükmü uzak veya yakın yapmaz. Yakınlık veya uzaklık ancak bu esasa yakınlığa veya uzaklığa göre değerlendirilir.
Şimdi tedricilikten söz edenlere şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu davette ruhi esas nerede? Daha doğrusu bununla ilgili Allah'ın emri nerede? Tedriciliğe çok fazla muhtaç olmasına rağmen Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de veya Medine'de ne zaman buna sığındı? Rasulullah (s.a.v.) kendilerinden Amir b. Sa'saa' oğullarından yardım talebinde bulunduğu zaman onlara: "İktidar işi Allah'a aittir. Onu dilediğine verir." şeklinde cevap vermedi mi? Bu cevap Kendisine yardım elini uzatacak birisine aşırı derecede muhtaç bir durumda iken, vefatından sonra liderliğin Amr b. Sa'saa oğullarında kalmasını isteyenlere Rasulün cevabıydı. Buna rağmen asla tedriciliğe sığınmadı. Onların isteklerine olumlu cevap vermek elinde değil miydi? Önce onların isteklerine olumlu cevap verir, samimiyetle iman etmelerinden sonra ise onların isteklerini değiştirirdi. Yoksa tedriciliğe sığınmamak, sadık bir davetin, Rabbani bir emrin gereği olarak söylediklerinde yağcılık yapmadan, pazarlığa tutuşmadan, gerçek hayat isteyenin apaçık bir delille yaşaması, helak olmak isteyenin de apaçık bir delille helak olması için yapılan dosdoğru bir davranış mıydı?
Kureyş'in isteğini reddededen Rasulullah (s.a.v.)'e amcası Ebu Talib'in: "yükünü hafifletmesi, taşımayacağı yükü sırtına yüklememesi" isteğine karşılık Allah'ın Rasülü amcasına: "Allah'a yemin ederim ki, güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, bu emri (dine daveti) terk etmem. Ya Allah bu dini hakim kılar, ya da O'nun uğrunda helâk olurum." diyerek cevap vermedi mi?
Rasulullah (s.a.v.)’in tutumu, en ufak bir pazarlığı dahi reddettiğinin ve davetinde ne kadar sadık olduğunun göstergesidir. Onlara yağ çekmedi, yumuşamadı, küfür fikirlerine karşı susmadı, fikrî ateşkesi kabul etmedi, taviz göstermedi, iktidar sahiplerine yüz vermedi. Onun daveti apaçık, cesur ve cüretliydi. Batılı yok edecek sadık fikri saçan bir davet yürüttü. Ancak bu şekilde batıl zail oldu.
Allahu Teâla müslümanlara, farz kıldığı emirleri uygulayamadıkları bir yerden Allah'ın emirlerini yaşayabilecekleri bir yere hicret etmelerini emretmedi mi? Buna rağmen kim yerinde kalıp hicret etmezse, onun günahkâr olduğunu açıklamadı mı?
"Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; Biz yeryüzünde zaafa uğratılmış kimseler idik, diye cevap verirler. Melekler, onlara; Allah'ın arzı geniş değil miydi? İstediğiniz yere hicret etseydiniz, diye söylerler. Böyle kimselerin karargahı cehennemdir. O ne kötü yer ne kötü gelecektir."
Buna binaen İbni Kesir, bir müslümanın dininin ahkâmını kendi üzerine uygulayamazsa ikâmet etmesinin haram olduğuna dair icmanın var olduğunu nakletmiştir.
Ebu Bekir (r.a.), zekâtı vermeyenlerle savaşmadı mı? Onlara karşı kademe kademe hareket etmedi ve onların gönüllerini almaya çalışmadı. Ve şu ünlü sözünü söylemedi mi? “Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah’a verdikleri deve yularını bana vermekten vazgeçmek istiyorlarsa, onlarla savaşırdım.” Halbuki Müslümanların durumu o zaman çok zordu. O dönemde mürtetlik yayılmış ve baş kaldırma olaylarına sahne oluyordu.
İslâm davetini yüklenen ilk müslümanlar bu anlayışa göre hareket etmediler mi? Fethederek dar’ül küfürden dar’ül İslâm’a çevirdikleri memleketlere İslâm’ı bu şekilde yani tedricilik yolu ile mi uyguladılar? Hayır.!. O memleketlerde İslâm’a yeni girenlerin durumlarına göre hareket etmediler. Nefisleri içkiden nefret etmeleri, faiz muamelesinden bıkmaları veya zina etmekten caymaları için diledikleri gibi hareket etmeleri için onları serbest bırakmadılar. Daha doğrusu İslâm’a girince tam şekilde giriyorlardı, yani faiz muamelelerinden, zinadan, içkiden ve Allah’ın haram kıldığı her şeyden vazgeçiyorlardı. Zımmilerle ilgili ferdî olsun, toplumsal olsun, farzı ayın olsun, farzı kifâye olsun bütün hükümleri onlar üzerine uyguluyorlardı.
İslâmî fıkıh kitapları veya ilk güvenilir müçtehit ve fakihler en az bir noktada dahi tedriciliğe değindiler mi?! Bilinen odur ki, fakihlerimiz tüm detaylarıyla birlikte şeriatın tamamını incelemişlerdir.
Şüphesiz ki şeriat, devlette tamamıyla sadakati ve dosdoğru bir yol üzere yürümeyi gerektirmektedir. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a hamd olsun ki, kendi kuluna (Muhammed’e) Kitabı indirdi. Onda herhangi bir eğrilik bulundurmadı ve o dosdoğrudur...”
Allahu Teâla; kâfirlerin, bizden yumuşaklık göstermemizi, yağ çekmemizi, taviz göstermemizi, yarım ve eksik çözümler kabul etmemizi istediklerini bize haber veriyor. Hatta onların, bizi kâfir yapmak istediklerini de belirtmektedir:
“Kâfirler, siz iman ettikten sonra haset ederek sizi küfre döndürmek istiyorlar.”
Yine hükümlerden de bizi vazgeçirmek istediklerini duyurmaktadır:
“Yalanlayanlara (İslâm’ı reddedenlere) uyma, sizin kendilerine yağ çekmenizi diliyorlar ki onlar da aynı şekilde yağ çekerler.”
Bundan dolayı Rabbımız, zalimlere dayanmamamız konusunda bizi uyardı ve sakındırdı:
“Zalimlere dayanmayın, yoksa cehennem ateşi size de dokunur. Halbuki Allah dışında sizin için dost ve yardımcı yoktur. Ondan sonra muzaffer olamazsınız.”
Doğru imana doğru davet, müslümanların şeriata bağlılığını kâmil kılar. Velev ki bu kişi İslâm’a yeni girse ve şeriata yeniden bağlansa dahi. Biz davayı taşıyan kimseler olarak nefislere imanı yerleştirmeye çalışmalıyız ve imana o kadar ehemmiyet vermeliyiz ki, şer’i hükme bağlılık ve takvayı doğursun. Yani hoş ve güzel meyve versin. Zira İslâm Devleti, boş insanların veya batı fikirleriyle doldurulmuş olan kimselerin omuzları üzerinde kurulmaz. Yine davayla kaynaşmamış ve kavrulmamış kişilerin vasıtasıyla da tesis edilmez.
İslâm Devleti, İslâm düşüncesini ve yönetimini kabul edip bu konulara karşı genel uyanıklığa dayalı kamuoyunun oluşmasıyla kurulur. Nefisleri İslâm’a yaklaştırmak bahanesiyle tedricilik düşüncesine başvurmaya ihtiyaç yoktur. Yine insanların zaaflarını bahane etmek veya şartlara uymak ve emri vakiyi kabul etmek, asla doğru değildir. Zira Allah (C.C.) insanları, vakıaları ve şartları İslâm’la değiştirmemiç için bize çalışma emri vermiştir.
Kur’an’a dönelim, ayetlerini tekrar okuyalım, meseleye vakıf olalım. Böyle hareket edersek şunu görürüz: Orada kesinlik vardır ve hiç bir zaman tedricilik yoktur. Tedricilik ise, yalan ve iftiraca ilim adıyla batıdan bize yerleştirilen yabancı fikirlerden bir tanesidir.
Rasulullah (s.a.v.) ve onunla birlikte müslümanlar, bir ayet nazil olunca yürürlüğe ve uygulamaya başvuruyorlardı. Nitekim bir hüküm indirilir indirilmez onun uygulanması farz oluyordu. Zira şu ayet nazil olduktan sonra, müslümanların İslâm’ın eksiksiz olarak uygulamaları gerekli ve farzdır:
“Bugün dininizi kâmil kılıp tamamladık. Nimetimi (İslâm’ı) sizin üzerinize tam kıldık ve sizin için yalnız İslâm’ı bir din olarak kabul ettik.”
Müslümanlar; ister akaidle ilgili, ister ibadetle, isterse ahlâkla ilgili, isterse de muamelâtla ilgili veya iktisatla ilgili veya sosyal ilişkilerle ve dış siyasetle ilgili olsun, barışla veya harple ilgili olsun İslâm’ın tümünün uygulanmasından mesuldür.
“Rasul size neyi getirmişse onu alın, neyi nehyetmişse onu bırakın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah şiddetli azaba sahiptir.”
Allahu Teâla’nın bu sözü; Rasulün getirdiklerinin tümüyle amel etmeyi, yasaklarının tümünden de vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü ayette geçen “ma” (neyi), edatı genel ifadedir. Rasulün gösterdiği bütün vecibeleri yerine getirmeyi ve bütün yasaklardan vazgeçmeyi kapsamına alır. Buna göre hareket etmek farzdır. Çünkü ayetteki emir ve nehiy talebine uymayanlara karşı, ayetin sonunda ifade edilen Allah’tan korkmak ve yapmayana şiddetli azapla tehdit etmek karinesi vucub ifade eden bir ifadedir.
“Allah’ın indirdikleriyle hükmet. Onların heva ve heveslerine (arzularına) uyma. Allah’ın sana indirdiğinden bir kısmından seni saptırmalarından sakın.”
Allahu Teâla'nın bu sözü, Rasulünün ve müslümanların Allah'ın indirdiklerinin tümüyle hükmetmelerini ve amel etmelerini gerektirir. Rasulünün ve müslümanların, insanların arzularına ve isteklerine uymalarından sakındırmakta indirdiğinin bir kısmını uygulamaktan fitneye düşürülmelerine karşı da uyarmaktadır.
“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.” “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.”“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar, fasıkların ta kendileridir.”
Bu ayetlere göre Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kimseler, ya kâfir, ya zalim, ya da fasık olacaklardır. Zira her üç ayette de yer alan (ma) edatı, ister emir olsun isterse nehiy olsun şer’i hükümlerin tümünü kapsamına alan genellik ifade eden edatlardandır.
Tüm bu anlatılanlar, ister fert olsun ister cemaat olsun isterse de devlet olsun, İslâm’ın tüm hükümlerini geciktirmeden, bekletmeden ve tedricilik yapmadan eksiksiz olarak uygulamaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu hususta ne ferdin, ne cemaatın, ne de devletin hiçbir surette mazeretleri yoktur.
Farz olan şey farz kalır ve onunla amel etmek kesinlikle gerekir. Haram olan şey de haram olarak kalır ve ondan uzaklaşmak da kesinlikle gerekir.
Rasulullah (s.a.v.) Sakif heyetinin; putları Lat'ı üç yıl bırakması veya İslâm’a girdiklerinde namazdan onları muaf tutması yönündeki isteklerini kesin olarak reddetmiştir: Rasulullah (s.a.v.) bunların isteklerine tamamen karşı çıkmış, geciktirilmeden putların yıkılmasında ve namaz farziyetinin yerine getirilmesinde ısrar etmiş ve uygulamıştır.
Şeriatın tümünün veya bir kısmının uygulamaya elverişli olmadığına inanarak, tümünü veya bir kısmını uygulamayan yöneticiyi Allahu Teâlâ kafir saymaktadır. Eğer şeriatın uygulanmaya elverişli olduğuna inandığı halde tümünü veya bir kısmını uygulamazsa fasık ve zalim olduğunu beyan etmiştir.
Rasulullah (s.a.v.), küfrünü açıkça ortaya koyan yöneticinin küfrünü Allah katında ispatlayacağımız bir delile sahip olduğumuz zaman yöneticiye silahla karşı koymamızı bize emretmiştir. Diğer bir ifade ile ister az olsun isterse çok olsun yöneticinin uyguladığı hükümlerin küfür hükümleri olduğunda herhangi bir şüphe yoksa, Ubade b. es-Samit (r.a.)'in Rasulullah (s.a.v.)'den rivayet ettiği:"Allah katında delil olarak gösterebileceğimiz açık küfrünü görmedikçe yönetici ile savaşmayacağımıza.." hadisine göre yönetici ile savaşmak gerekir.
Buna binaen İslâm’ın hükümlerini uygulamada herhangi bir gevşeklik veya tedricilik yapmak kesinlikle caiz değildir. Farzlar arasında fark bulunmadığı gibi haramlar arasında da fark yoktur. Allah’ın bütün hükümleri birdir. Geciktirmeden ve zamana bırakmadan onların tümünü uygulamak farzdır. Yoksa Allah’ın şu ayetinin muhatabı oluruz:
“Kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? Kim bunu yaparsa, dünyada zillete uğratılır ve kıyamet günü en şiddetli azaba uğratılır.”
Buna göre fert olsun yönetici olsun, şer’i nasslarda geçen şer’i bir ruhsat olmadıkça şer’i hükmü uygulamaması için herhangi bir mazeret yoktur. İnsanın bir hükmü uygulamaktan gerçekten aciz olması, zannı galiple uygulayamayacağını hissetmesi veya uygulama gücünün olmaması gibi durumlar ruhsat durumlarıdır. "İkrahı mülci" durumu ya da Rasulullah (s.a.v.)'in İslâm Devleti üzerindeki kuşatmayı kaldırmaları için Medine meyvelerinin üçte birini Gatafan kabilesine verme teklifi veya halifenin bağilerle hakemlik yapma teklifini kabul etmesi veya öleceğinden endişe eden, aç olan kimsenin ölü etini yemesi gibi durumlar ruhsat durumlarına örnektir.
Bu öneriyi incelediğimizde öneri sahiplerinin şartların ve vakıanın baskısı altında kaldıkları ve baskıdan kurtulmak isterken bu yola baş vurduklarını görürüz. Fakat bir gerekçe ve bir bahane bulmak için delillere bakarken bunları adeta birer av gibi kullandılar. Zira onlar önce tedricilik düşüncesini benimsediler sonra da bu bulundukları yola şeriattan bir delil bulmaya çalıştılar. Böylece düşüncelerine bir gerekçe bulmak maksadıyla şer’i delilleri kafalarına göre tevil etmeye başladılar. İşte sapmanın başlangıcı budur. Bu eğilimden kurtulmaları için şu nasihatı gösteriyoruz:
Tedricilik düşüncesine dayananlar önce giydikleri zaaflık elbisesini kendi üzerlerinden atsınlar. Bütün işleri yürüten, durumları değiştiren ve hak etmiş olana zafer veren Allah’a, sarsılmaz bir imanla inansınlar. Rabbına tam güvenen kimseler olarak O’nun şeriatına bağlansınlar. Ancak bu imanla şartların baskısına ve çok zor ortamlara karşı direnebilirler. Böylece imanıyla yükselir, onu kendi davetinin hareket noktası ve varacağı noktanın istasyonu olarak tayin eder. Bu duruma sahip oldukları zaman muhakkak ki şeriatın ahkâmına tam bağlandıklarını ve doğru yol üzerine yürüdüklerini göreceğiz. Ve o zaman tedricilikten söz etmeye ihtiyaç duymayacaklardır.
Tedriciliğe davet, İslâm dışı bir şeye davettir. Bu ise haramdır. Bu yol, müslüman olmayan kimseyi veya şeriata bağlılık hususunda kusur gösteren kimseyi kendisine gösterilen şeyi kabullenme karşısında tereddütlü kılar. Bunun sorumluluğunu ise ancak tedriciliğe davet eden kimse üstlenir. Ortaya koyduğu önerinin, her şeyi düzenleyici ve yaratıcı olan Allah’a iman üzerine kurulu ruhî esastan uzak olmasından dolayı o kimselere İslâm arz edilmemiştir. Nitekim bu imana binaen şer’i hüküm alınır veya terk edilir. Bu durum kendileri dışındakilerine karşı kullanılması gereken bir huccet olması gerekirken, tedriciliğe davet edenlere karşı Allah’tan bir hüccet olarak kullanılmaktadır.
Tedriciliğe davet edenler, İslâm’ın bir defada kamilen tatbik edilmesinin insanı güçlü kılmayacağı bahanesi ile İslâm’ın parça parça tatbikine cevaz vermek suretiyle teşri konusunda Allah’ın şeriatına tahakküm ve müdahale gücünü insana vermektedirler. Halbuki biz Allah’ın ve Rasulü’nün hükümlerinin önüne geçemeyiz ve bu caiz değildir. İnsanları tedavi eden ancak, onların yaratıcısı olan, yarattıklarını iyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’tır. Tedriciliğe davet eden Müslüman nasıl olur da yasama işine karışma cesaretini gösterir?! Oysa davetçinin görevi, sadece şeriatın ilaçlarını göstermek ve uygulamaktır. Yoksa bu ilacın yapılmasına karışmak değildir.
Tedriciliğe davet, sahibine bozuk düşünme tarzı kazandırır. Bu esasa insanları davet etmeye başlar. Davet edilen kimseler de bu yoldan etkilenirlerse, düşünme tarzlarını daha fazla bozar. Halbuki davet edilen kimseye sahih düşünme tarzı kazandırmak gerekir ki bozuk ve yanlış fikirlerini tedavi edebilsin. Zira sahih düşünme metodunu insana kazandırmak, insanı değiştirme yolunda ilk ve temel adımdır. Zira fikirleri değiştirme konusunda doğru düşünme metodunun önceliği vardır. Ümmetin düşünme metodunu değiştirmezsek, onun değişmesinden emin olamayız. Bu değişimin genel olması gerekir. Yoksa bu bozuk düşünme tarzı, sahih düşünme metodu yerine geçer..


 Not: 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder