11 Aralık 2014 Perşembe

ERKEKLERİN EVLAT VE HANIMLARINA KARŞI VAZİFELERİ

Müslümanların ruhların derin tesirleri olan bu hadisenin ışığı altında Kur’anı kerîm inananlara yöneliyor ve kendi evlerinde yapmaları gereken vazifeleri yerine getirmelerini bildirerek hem kendilerini hem de ailelerini ateşten korumalarını hatırlatıyor. Ve onlara bir ateş tablosu çiziyor. Kâfirlerin ateşin karşısında aldıkları durumu anlatıyor. Ve bu esnada tevbeye davet yer alıyor. İman edenleri tevbeye çağırarak kendilerini bekleyen cenneti tasvir ediyor. Sonra da Hz. Peygamberi kâfirler ve münafıklarla cihada davet ediyor ki sûrenin ikinci bölümünü bu gerçekler teşkil ediyor :
6 — Ey iman edenler kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakacağı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun üzerinde iri gövdeli haşin tabiatlı melekler vardır. Ki onlar Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere katiyen baş kaldırmazlar. Ve kendilerine emredileni yaparlar.
7 — Ey küfredenler, bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin karşılığını görmektesiniz.
8 — Ey iman edenler, yürekten tevbe ederek Allah’a dönün ki Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün. Ve sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun. Allah’ın peygamberini ve onunla beraber olan mü’minleri utandırmayacağı o gün ışıkları önlerinde ve sağlarında koşarak “Rabbimiz ışığımızı tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen herşeye kadirsin.” derler.
9 — Ey peygamber kâfirler ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü dönüştür.
Mü’minin gerek kendisine gerekse ailesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır, önünde bir ateş uçurumu vardır. Hem kendisi hem de çocukları ona maruz olabilirler. îşte mü’min kendisini bekleyen bu
ateş uçurumuna düşmemek için çalışacaktır. Önünde ateş beklemektedir onu. Alev alev yanan korkunç bir ateş: “Yakacağı insanlar ve taşlar olan ateş.’-... Bu ateşte insan ve taş aynı şekilde yanmaktadırlar. Ve insanlar bir taşın değersizliği içerisinde bulunmaktadırlar. Bir taşın ağırlığı bir taşın atılışı gibi değer ve önem verilmeden fırlatılmaktadır. Bu taşla birlikte yakacağı insan olan ateş ne korkunç bir ateştir. Ve bu ateşe düşüp azap çekecek olan insanın azabı ne acı, ne hor ve hakir edici bir azaptır. Burada görülen her şey korkunç mu korkunç. "Onun üzerinde iri gövdeli, haşin tabiatlı melekler vardır.” üzerinde durdukları azabın tabiatına uygundur bu meleklerin tabiatı. Çünkü bu azabı onlar tanzim etmektedirler. “Ki onlar Allah'ın kendilerine emrettikleri şeylere katiyen baş kaldırmazlar.” Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere uymaları onların özelliklerindendir. Ayrıca onlar kendilerine emrolunan şeyi yapacak güçtedirler. Bu haşin tabiatları ve şiddetleri yüzünden bu şiddetli ve haşin ateşin üzerine tayin olunmuşlardır. Mü’min hem kendisini hem de ailesini bu azaptan korumalıdır. Fırsat geçmeden evvel, mazeretlerin fayda vermeyeceği gün gelip çatmazdan önce mümin kendisiyle bu ateş arasına gerilecek hisarı kurmalıdır.

İşte şu küfredenler. Ateşin başında duruyor ve hep mazeretler sayıyorlar. Ama mazeretleri onları ateşe düşmekten alıkoymuyor Hattâ ümitsizlik içerisinde kıvranıyorlar :

“Ey küfredenler bu gün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin karşılığını görmektesiniz.”

Özür beyan etmeyin bugün. Çünkü bugün özür beyan edilecek gün değil. Bilakis yapılanların cezasının çekileceği gündür. Ve siz kendinizi cehenneme götürecek ve bu ateşe iletecek işler yapmıştınız.

Öyle ise mü’minler kendilerini ve ailelerini bu ateşten nasıl koruyacaklardır? Âyeti kerîme o yolu da gösteriyor. Ve ümit kapısını önlerine açıyor :

Ey iman edenler! yürekten tevbe ederek Allah’a dönün ki Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün. Ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun. Allah’ın peygamberini ve onunla beraber olan müminleri utandırmayacağı o gün ışıkları önlerinde ve sağlarında koşarak “Rabbimiz ışığımızı tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.” derler.
 İşte yol... Yürekten tevbe etmek... Kalbe öğüt veren ve onu temizleyen bir tevbe... Bir daha hile ve oyuna yer bırakmayan... Günahlardan tevbe önce olanlara pişmanlıkla başlar ve salih amelle son bulur. Ve o zaman bu tevbe onu yapan gönül sahibine öğüt verir günahların kirinden temizler ve bundan sonra salih amel işlemeğe teşvik eder. İşte “Nasûh” adı verilen yürekten tevbe etmek budur. Gönle öğüt veren ve nasihat eden bir daha günahlara döndürmeyen tevbedir bu.

Böyle tevbe edilince Allah’ın onunla günahları bağışlaması elbette ki umulacak bir şeydir. Günahı bağışlamakla kalmaz bir önceki âyette anlatıldığı gibi kâfirlerin perişan olduğu bir günde Allah’a ve peygamberine iman edenler perişan olmadıkları gibi cennetlere girerler.

Şüphesiz ki Allah’ın, mü’minleri peygamberine bağlayarak herkesin perişan olduğu o günde şerefli bir saf halinde göstermesi gerçekten son derece büyük bir ikram ve insanı imrendirici bir lütuftur. Sonrada “ışıkları önlerinde ve sağlarında koşarak” giden bir nur verecektir kendilerine. O sıkıntı dolu, o korku dolu, o karmakarışık perişanlık gününde bu nurla tanınacak onlar. Ve karma karışık kitlelerin arasından bu nurla geçip ve yol bulacaklar, önlerinden ve sağlarından kendilerine takip eden nur nihayet onları cennete götürecek.

Onlar bu korkunç günün dehşet ve şiddeti içerisinde iken Allah'ın huzurunda hayırlı duâlar etmektedirler: “Rabbimiz ışığımızı tamamla, bizi bağışla şüphesiz Sen herşeye kadirsin” derler. Dillerin tutulduğu, kalblerin durduğu bu sıkıntı dolu günde böyle bir duâ onun kabul olunduğunun ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü Allahuteâlâ mü’min kullarına böyle bir duâyı ilham ederse ilahi kader onun muhakkak kabul olacağını gösterir. Çünkü bu gibi hallerde duâ bir nimettir ve bu, Allah'ın ihsan ettiği aydınlık ve diğer ikramlara ilâve bir nimettir.

Bu nerede, yakacağı taş ve insan olan cehennem ateşi nerede?


Bu doğruluğun akibeti, o da kötülüğün... Bu sevap ve o ceza mü’minin kendisini ve ailesini ateşten koruyup altından ırmaklar
akan nimet dolu cennetlere girdirmek konusundaki sorumluluğunu gözler önüne sermektedir.

Hz. Peygamberin evinde cereyan eden o hadiselerin ışığı altında bu âyetlerin gerisindeki maksadı ima eden işaretleri anlıyoruz.

Şüphesiz ki mü’min kendi çoluk çocuğunu doğru yola sevketmek ve ailesini İslah etmek mecburiyetindedir. Nasıl kendisini doğru yola götürmek ve kalbini ıslah etmek mecburiyetinde ise ailesini de öylece ıslah etmek mecburiyetindedir. Daha önce Talak sûresinde belirttiğimiz gibi İslâm bir aile dinidir. Ve bunun için zaten mü’mine ailesi içerisinde bir takım mesuliyetler yükler ve kendi evinde vazifeler verir. Müslüman bir yuva İslâm cemaatinin çekirdeğini teşkil eder. Ve aile İslâm toplumunun meydana geldiği birer dokudur. Diğer dokuların birleşmesiyle adına İslâm cemiyeti denilen aile teşek kül eder.

Doğrusu bir ev bu akidenin kalelerinden biridir. Bu kalenin çok sağlam ve kuvvetli olması gerekir. Aile içerisindeki her fert bir mazgalın önünde üzerinde durup kaleye düşmanın sızmasına önlemek mecburiyetindedir. Böyle olmazsa kaleleri içten yıkmak ve orduyu içten fethetmek kolaylaşır. Bir akıncı veya bir savaşçının kaleye hücumu önlenemez.

Mü’minin kendi inandığı davayı ilk tebliğ edeceği kişiler ailesi içerisinde bulunan fertlerdir. Çünkü onun vazifesi bu kaleyi içten kurtarmaktır. Daha uzakları inandığı davaya çekmeden önce kendi hisarlarını örmek mecburiyetindedir.

Müslüman baba aile adı verilen bu hisarın kurtarılıp korunması için kâfi gelmez. Mutlaka annenin de müslüman olması icap eder. Anne ve baba birleşerek oğulları ve kızları yetiştirirler. Yoksa sadece erkeklerden müteşekkil bir İslâm cemiyeti kurma çabası, boş bir çabadan öteye geçmez. Binaenaleyh bu cemiyette mutlaka kadınlar da olmalıdır. Çünkü yetişecek neslin koruyucusu onlardır. Geleceğin tohumu ve meyvesi onlardan yeşerecektir.

Bunun için zaten Kur’an kadınlara ve erkeklere birden iniyordu. Evleri düzenliyor ve onu İslâm esasları üzerine ikame ediyordu. Mü’min erkeklere kendi mesuliyetlerinin yanısıra ailelerinin mesuliyetlerini de yüklüyordu: “Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakacağı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”

 
Bu gerçeği İslâm dâvasına sarılanlar mutlaka hem de çok iyi olarak idrâk etmelidirler. Ve bilmelidirler ki bir ailede yapılacak en büyük çalışma anne ve babaya ait olmalıdır. Sonra çocuklara ve bütün aile fertlerine. Müslüman bir aile yuvası kurmak için her şeyden evvel müslüman kadınlar yetiştirmeye son derece önem vermek gerekir. Müslüman bir aile binası kurmak isteyen kişi her şeyden evvel o ailenin temel taş olan müslüman bir kadın aramak zorundadır. Kadınlar bu şekilde yetiştirilmediği takdirde İslâm cemiyetinin binasını kurmak uzun bir müddet geçikecektir. Ve kurulan binalar delik deşik olacak ve yıkıklarla dolup taşacaktır.


İlk İslâm cemaatının durumu bugünlerde bizim içinde bulunduğumuz durumdan çok daha kolaydı... Çünkü o zaman Medine'- de İslâmın hâkim olduğu müslüman bir toplum kurulmuştu. İslâm’ın o tertemiz düşünceleri beşer hayatına hâkimdi. Bu temiz düşünceden doğan prensipler tatbik edilmekteydi. Baş vurulacak yegane merci gerek kadınlar için olsun, gerek erkekler Allah ve Resulü idi. Herkes Allah’ın ve Resulünün hükmüne müracaat ediyordu. Ve bu konuda bir hüküm nazil olacak olursa bu en son karardı. İşte böyle bir cemiyetin mevcut olması ve bu cemiyetin düşünce ve gelenekleri bu esaslara göre ayarlanmış olması münasebetiyle kadının kendisini islâma göre ayarlaması ve tanzimi gayet kolay oluyordu. Erkekler için de durum aynı derecede kolaydı. Kadınlarına öğüt verip onları İslâm nizamının gereklerine göre terbiye edebiliyor ve çocuklarını buna göre yetiştirebiliyorlardı...

Ama bugün durum çok değişmiştir. Biz çok değişik şartlar içerisinde yaşıyoruz... Sürdüğümüz hayat bir cahiliyet hayatı... Yaşadığımız toplum şartlarıyla, gelenekleriyle, âdetleriyle, terbiyeleriyle ve kültüriyle tamamen bir cahiliyet toplumu...

Bu cahiliyet cemiyetinde kadın tamamen cahiliyet adetleriyle karşılaşıyor. İslâmın emirlerini yerine getirmeye çalıştığı zaman bu cahiliyet cemiyetinin ezici baskılarını, ağırlığını hissediyor üzerinde. İster kendi isteği ile ister kocasının, kardeşinin veya babasının uyarısıyle İslâmî emirleri uygulayacak olsa bu ezici baskıyı omuzlarında hissediyor.

Halbuki o cemiyette kadını da erkeği de ve cemiyetin bütün
fertleri de bir tek düşünceye bağlı bulunuyor ve bir tek hükmü uyguluyorlardı. Hepsinin üzerindeki damga tek bir damgaydı...

Ama burada müslüman erkek realiteler dünyasında ve gerçekler âleminde yeri olmayan mücerret düşüncelere göre muhakeme olunuyor. Ve kadın bu tamamen zihinlerde kalmış olan mücerret düşüncelerin düşmanı olan azgın cahiliyet cemiyetinin ağırbaskıları altında eziliyor. Şüphesiz ki cemiyetin baskısı ve geleneklerin tesiri kadın hissiyatında erkek hissiyatında yaptığının kat kat fazlasını yapar.

Ve işte bunun için bu cemiyette mü’min erkeğin vazifesi kat kat artıyor, önce kendisini ateşten koruması gerekiyor, sonra bu ezici baskıların bu şiddetli cazibelerin tesirinden kurtulup çoluk çocuğunu cehennem azabından kurtarması icap ediyor.

Bunun için mü’min erkek üzerine binen vazifenin ağırlığını idrâk etmeli ve ilk İslâm toplumunda yetişmiş olan büyüklerinin sarf ettiği gayretin en az birkaç mislini sarf etmelidir. Ve bugün bir müslüman yuva kurmak isteyen kişi herşeyden evvel kaleyi içten koruyacak olan bir kadın bekçi bulmak mecburiyetindedir. Bu kadın bekçi kocasının beslendiği düşünce kaynağından beslenmelidir. Yâni İslâmdan... Bunun için birçok şeyleri feda edecektir erkek... Evvelâ kadının zahiri cazibesini ve güzelliğini feda edecektir... Ve bütün bunları geçerek yerine müslüman bir ev kurmasında yardımcı olacak bir İslâm kalesi inşaa ederken ona destek olacak dindar kadın arayacaktır... Yeniden bir İslâmî diriliş olmasını isteyen mü’min babalarda ellerinde bulunan İlâhi emanetlerin bu diriliş bünyesinin birer dokusu olduğunu bilmelidirler. Gerek erkek olsun, gerek kız çocuklarına hiçbir şey öğretmeden evvel bu İlâhî daveti öğretip ona göre hazırlamak zorundadırlar. Yalnız ve yalnız Allah davasına çağırmalıdırlar onları: “Ey iman edenler kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakacağı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun”...


Bir kere daha bu münasebetle îslâmın hâkim olması gereken ve pratikte kendi varlığını islâma göre tayin etmesi icap eden bir İslâm topluluğunun bulunmasının islâmın tabiatı gereği olduğunu ifade ediyoruz. İslâm'ın bulunması böyle bir toplumun bulunmasına bağlıdır. Bu topluluğun inancı İslâm olmalıdır. Nizamı İslâm olmalıdır, kanunu İslâm olmalıdır, şeriatı İslâm olmalıdır. Bütün düşünce sistemi
 inin beslendiği ana kaynak tamamen İslâm nizamı olmalıdır... bu topluluk İslâm düşüncesini koruyabilecek olan bu biricik yuva olabilir. Ve işte onlar ancak İslâmî başkalarına götürebilirler. Her türlü imtihandan geçirecekleri gibi cahiliyet toplumunun baskısından da kurtarabilirler.

İşte müslüman genç kızların ve müslüman hanımların çevrelerinde bulunan cahiliyet toplumunun her çeşit baskısından korunarak yaşayabilecekleri müslüman bir topluluğun bulunmasının önemi ylece kendiliğinden ortaya çıkıyor. Müslüman kız ve müslüman kadın bağlı bulunduğu İslâm düşüncesinin gerekleriyle ezici bir baskıya sahip olan cahiliyet cemiyetinin gelenekleri arasında parçalanıp gitmemelidir. Duygusu yok olmamalıdır. Ve müslüman bir genç kız müslüman bir yuvada kendisi için hayat ortağı bulabilmelidir. Veya müslüman bir kalede ortaklaşa savaşacakları bir eş. Ve işte böyle kalelerin birleşmesiyle İslâm ordugâhı teşekkül eder.

Mutlak ve mutlak birbirine İslâmî öğütleyen İslâm düşüncesini İslâm ahlâkını, İslâm terbiye ve edebini kendi işlerinde ve birbirleriyle olan münasebetlerinde tamamen yaşayan müslüman bir topluluğun kurulması şarttır. Zarurettir. Bugün için sünnet değil farzdır. Çevresini saran sapık cahiliyet toplumunu bırakıp orada gördüğü gerçek hayatı yaşamak isteyen kimselerin Allah’ın izniyle karanlıktan kurtulup aydınlığa sığınması ve orada kendisini koruyup muhafaza etmesi zarurettir. Bu durum islimin hakimiyetine Allah’ın müsaade edeceği zamana kadar devam edecek ve çepeçevre saran cahiliyetten uzak müslüman nesiller bu topluluk içinde doğacaktır.

ilk İslâm cemaatinin korunması için Resulullah (S.A.) İslâm düşmanlarıyle bunun için cihadla emrolunmuştu:

“Ey peygamber kâfirler ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü dönüştür.”

Bu ifadenin ayrı bir mâna ve değeri var burada. Daha önce mü’minlerin kendilerini ve ailelerini ateşten korumaları emrolunmuştu. Ardından da günahlarını bağışlatıp altından ırmaklar akan cennetlere girdirecek yürekten tevbe etmeleri bildirilmişti. Banların ardında kâfirler ve münafıklarla cihad emredilmektedir. Cehennem ateşinden korunulabilecek yuvanın muhafazası için cihad zaruridir.
 

Çünkü yeryüzünde zulüm yapan, azgın ve bozguncu kitlelerin İslâm ordugâhına dışardan saldırmalarına imkân verilmemelidir. Veya münafıkların yaptığı gibi içten hücumlarına göz yumulmamalıdır. Ve bunun için cihad emrinin burada ayrı bir anlamı ve değeri vardır.

Ayeti kerime hem kâfirlere hem de münafıklara karşı cihad edip sert davranılmasını emretmektedir. Zira her iki kitlede Islâm ordugâhını tehdit bakımından birbirine aynı şekilde amil olmaktadır. Müslümanları parçalayıp yıkmak konusunda aynı derecede tehlike arz etmektedir. Ve onlarla cihad aslında kişiyi ateşten koruyacak olan cihaddır. Onların cezası dünyada mü’minler ve Allah Resulü tarafından sert davranılmakdır.

Âhiret de ise “onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü dönüştür.”

 
 
 
 

 

1 yorum:

  1. Ey iman edenler! yürekten tevbe ederek Allah’a dönün ki Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün. Ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun. Allah’ın peygamberini ve onunla beraber olan müminleri utandırmayacağı o gün ışıkları önlerinde ve sağlarında koşarak “Rabbimiz ışığımızı tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.” derler. İşte yol... Yürekten tevbe etmek... Kalbe öğüt veren ve onu temizleyen bir tevbe... Bir daha hile ve oyuna yer bırakmayan... Günahlardan tevbe önce olanlara pişmanlıkla başlar ve salih amelle son bulur. Ve o zaman bu tevbe onu yapan gönül sahibine öğüt verir günahların kirinden temizler ve bundan sonra salih amel işlemeğe teşvik eder. İşte “Nasûh” adı verilen yürekten tevbe etmek budur. Gönle öğüt veren ve nasihat eden bir daha günahlara döndürmeyen tevbedir bu.
    Böyle tevbe edilince Allah’ın onunla günahları bağışlaması elbette ki umulacak bir şeydir. Günahı bağışlamakla kalmaz bir önceki âyette anlatıldığı gibi kâfirlerin perişan olduğu bir günde Allah’a ve peygamberine iman edenler perişan olmadıkları gibi cennetlere girerler.
    Şüphesiz ki Allah’ın, mü’minleri peygamberine bağlayarak herkesin perişan olduğu o günde şerefli bir saf halinde göstermesi gerçekten son derece büyük bir ikram ve insanı imrendirici bir lütuftur. Sonrada “ışıkları önlerinde ve sağlarında koşarak” giden bir nur verecektir kendilerine. O sıkıntı dolu, o korku dolu, o karmakarışık perişanlık gününde bu nurla tanınacak onlar. Ve karma karışık kitlelerin arasından bu nurla geçip ve yol bulacaklar, önlerinden ve sağlarından kendilerine takip eden nur nihayet onları cennete götürecek.
    Onlar bu korkunç günün dehşet ve şiddeti içerisinde iken Allah'ın huzurunda hayırlı duâlar etmektedirler: “Rabbimiz ışığımızı tamamla, bizi bağışla şüphesiz Sen herşeye kadirsin” derler. Dillerin tutulduğu, kalblerin durduğu bu sıkıntı dolu günde böyle bir duâ onun kabul olunduğunun ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü Allahuteâlâ mü’min kullarına böyle bir duâyı ilham ederse ilahi kader onun muhakkak kabul olacağını gösterir. Çünkü bu gibi hallerde duâ bir nimettir ve bu, Allah'ın ihsan ettiği aydınlık ve diğer ikramlara ilâve bir nimettir.
    Bu nerede, yakacağı taş ve insan olan cehennem ateşi nerede?

    YanıtlaSil