3 Eylül 2013 Salı

KöklüDeğişiim

KöklüDeğişiim
HAYAT GÖRÜŞÜNÜN, SİYASÎ, İDEOLOJİK, FELSEFÎ GÖRÜŞÜN TARİH YAZIMINA ETKİLERİ
Geçen sayımızda tarih bilmenin öneminden, Müslüman okuyucu/araştırmacının tarih okurken yazarın hayat görüşünü dikkate alması ve okuduklarını süzerek alması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu yazımızda ise İlber Ortaylı’nın “Yakın Tarihin Gerçekleri” isimli kitabından örnekle hayat görüşünün tarih tespitlerini nasıl etkilediğini ve İslamî bir bakış açısına sahip olmamanın nasıl yanıltmalara sürüklediğini izah edeceğiz.
İslâmî İdeolojik Bakış Eksikliği:
Yazar kitabında tarihe dinî/teolojik bakış açısıyla bakmanın insanı yanılttığını açıkça ifade etmektedir. Bunu da Hegelci Teolojik (gai) tarih felsefesi ve misyonu ile tanımlamaktadır.[1] Coğrafyacıların dahi “aklının ırktan evvel dine takıldığını, bunun da gayet saptırıcı bir yaklaşım” olduğunu ifade etmektedir.[2] Her ne kadar İslâm’ın bir ideoloji olduğunu ve bunun siyasî ve kültürel birliği sağladığını kabul etse de[3] İslâmî ideoloji ile bakışı benimsemediği için bunu bir gereklilik olarak aktarmamaktadır. Bilakis dine karşı “soğukkanlı olmamız gerektiğini, çünkü bu dinin sadece onu tehdit eden dış kaynaklı yobazların(!) dini olmayıp büyükannemizin dini” olduğunu ifade etmektedir.[4]
İslâmî ideolojik birliğin tek doğru alternatif Medeniyet/Hadarat Birliği Modeli olduğunun şuuruna sahip olmayan yazar bunu Yeni Osmanlıcılığı incelediği bölümde açığa çıkarıyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun eski topraklarının böyle bir gelişimi kaldırması mümkün değildir. Maşrık (doğu Akdeniz’deki Arap alemi) ve İsrail, Balkanların iktisâdî, siyâsî, askerî farklılığı ve Yunanistan’ın kronik iktisâdî krizi, Arap Ortadoğusunun Balkanlara göre genç fakat eğitimsiz oluşu, etnik yapılanmalarının sertliği, aydınlarının kurumsal etkisinin zayıflığı, İsrail’e göre üretimin az oluşu, açık toplum kurumsallaşması, hukukî yapılanma farkı içinde olması, Saddam’ın Kürt katliamının meydana getirdiği göç, İran göçü, Suriye felaketinin meydana getirdiği göç.” Bunları engel olarak sayan yazarın[5] tüm bu tatlı problemleri üretenin İslâmî bir toplumda zorla dayatılan hukukî, siyasî, ekonomik, kültürel, işgalci gayri İslâmî nizam olduğunu görememesi ve İslâmî Hilâfet’in hakim olduğu dönemde bunların hiçbirinin yaşanmadığını görmemesi bilgisizliğinden değil, İslâmî bir ideolojik bakışa sahip olmamasındandır.
İslâmî Akîdevî Bakış Eksikliği:
İslam’ı ceddimizin dini olduğu için reddedemeyeceğimizden dolayı kerhen kabul etmemiz gerektiğini söyleyen yazar, aynı zamanda bu dini sadece ahlâkî ve milli bir maya olması hasebiyle korumamız gerektiğini savunuyor. Bu korumayı da köylünün ve taşranın sağladığını ifade ediyor.[6] Bunun anlamı; köylü ahlâkî değerlerini korursa şehirlinin bunu yapmasına gerek kalmaz. “Atatürk’ün de dine karşı olacak kadar uçuk biri olmadığını” belirten yazar “Realist düşündüğünden dolayı yanında hep ulemayı gezdirdiğini” aktarıyor.[7]
İslâm dininin ilk vahyi olan “Oku!” “İkra!” kelimesinin bile mutlaklığını ve okumayı teşvik ettiğini anlamaktan yoksun olan bu zihniyet; dinlere Batılı bakış açısıyla bakıp İslâm’ın da Hristiyanlık ve Yahudilik gibi “Okumayı değil, din adamlarının anlattıklarını ezberlemeyi buyurduğunu ve İslâm, Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin toplumdaki kontrolünü kaybetmeye başlamasıyla okumanın yayıldığını.” yazmaktadır.[8]  Yazar Hilâfet kurumunun 20 yy.’da işlevini ve etkisini yitirmiş bir kurum olduğu için, kaldırılmasının Cumhuriyet’in iç ve dış politikasını etkilemediğini söylerken[9] Hilâfet’in ilgasının İslâm âleminde nasıl bir sarsıntı meydana getirdiğini ve tekrar diriliş hareketleri ürettiğini gözden uzaklaştırıyor.
Kapitalist/Laik Bakış:
Yazarın Tanzimatçı “Ali Paşa ve Keçecizade’nin liberal ticaret ve modern bir miras sistemini getirmek için Fransız Medenî Kanunu gibi tamamen laik yapılı bir kanunu getirme çabasına muhafazakar Cevdet Paşa’nın Mecelle’sinin engel olduğu” ifadesinden[10] bu duruma pek üzüldüğü anlaşılıyor. Yazar “Fransız malı mevzuatını getirerek ilerleme sağlandığını” ifade ederken,[11] maliye konusunda modernleşmenin “Bölgede öngörülen geliri alıp ona göre masraf yapmaya dayalı olduğu yabancı bir kuruluşun öğretmenliği sayesinde vergi koyma ve toplamanın öğrenildiğini” yazıyor.[12] Yani yazar gelirlerin mükelleflerden toplanıp ihtiyacı olanlara dağıtılması esasına dayalı olan İslâmî ekonomik model yerine ne kadar gelir getirecekse o kadar yatırım yapma/pay verme esasına dayalı olan Kapitalist ekonomik modeli “öğrenilmiş bir kazanç” olarak sunmaktadır.
Ulusalcı/Milliyetçi Bakış:
Yazar Balkan meselesini irdelerken bir ulusu meydana getiren unsurların; dil, din, edebiyat ve kültür olduğunu belirtiyor.[13] Müslüman olan Polonya-Macar mültecilerinin Türkleşmesinin ‘Nation Building’ (ulus inşası) için yeterli olmadığını, zira bu kavimlerin mazide kendi devletleri, edebiyatları ve kiliseleri olduğunu söylerken[14] ümmet potasında erime kavramından ne kadar uzak olduğunu ele vermiş oluyor. Yazar Türk kimliği ifade edilirken Türk dili ve Müslüman oluşun birlikte kastedildiğini[15] ve Avrupalıların “Turco” derken bunu “Müslüman” ile eşit tuttuklarını ifade ederken[16] diğer yandan 18. yy. Osmanlısı için tarih boyunca Türkiye İmparatorluğu tabiri kullanılmadığı halde Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlının mirası olduğu düşüncesini empoze etmek için sık sık “Osmanlı İmparatorluğu” yerine “Türkiye İmparatorluğu”, “Osmanlıca” yerine “Türkçe” ifadesini kullanıyor.[17] Halbuki Halife Vahdeddîn “Ben vatan haini değilim” isimli müdafaanamesinde şöyle diyordu: “Ceddim Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı vardı. Yavuz’dan sonra ise bu saltanat, Hilâfet’in eklenmesiyle Muhammedî saltanat haline gelmiştir.” Türklüğü öncelemeyip İslâmî bilinci bu derece net olan bir Halifenin “fakru zarurette dahi hazineye el sürmemesinin sebebini Türk-Müslüman kültüründe devletin mukaddes olmasına” bağlıyor sn. Ortaylı[18] Böylece Osmanlı Halifelerindeki Türklük bilincinden(!) gelen devletçilik gibi değerlerin İslâm öncesi dönemden kalma olduğunu ve İslâm’ın sadece tasdik ettiği kadim gelenekten kaynaklandığını savunuyor.
Yeni kurulan ve İslâm yerine ulusalcı bir esasa dayalı olan Cumhuriyet rejiminin köksüz olduğunu gizlemek ve onu Osmanlı ile, hatta daha eski Türk geleneğinin bir devamı olarak göstermek için bakın yazar nasıl bir yorumda bulunuyor: “Osmanlı Devleti uzun Türk Milleti tarihinden sadece bir kesittir. Cumhuriyetin ilanıyla Osmanlı müesseseleri Cumhuriyet etiketiyle devam etti, devlet hayatında kesinti olmadı, sadece rejim şekil değiştirdi. Türkiye Cumhuriyetini Osmanlı’dan koparmak metafizik bir düşüncedir.”[19]
Yazar redd-i Miras yapmanın yeni bir rejim için ne kadar tehlikeli olacağının farkında olduğu için Bol şevik ihtilaliyle o ana dek Rusya’da benzeri görülmemiş materyalist bir değişim gerçekleştiren “Rusya’nın redd-i miras yapmaması” uyanıklığından bahsediyor.[20] yazar ardından “Biz Osmanlı’nın halefiyiz” diyerek[21]  Laik Cumhuriyet rejimine bir geçmiş yamamaya çalışıyor.
Ümmet unsurlarından biri olan ve Osmanlı Hilâfeti tarihi boyunca Hilâfet merkeziyle hiçbir sorun yaşamamış olan Arapların da geçmişini ulusalcı bir gözle anlayıp aktaran yazar bu bakışını şöyle yansıtmaktadır: “19. asırda seçkinler arasında Arap ulusu ve Arapçılık bilinci vardı, ama bu bilinç siyasî örgütlenme aşamasına ulaşmadan İmparatorluk parçalandı.”[22] Arap ulusalcılık hareketinin Avrupalı sömürgeci kâfir devletlerin bir oyunu olduğunu söylemeyen yazar bu duyduklarını şu satırlarıyla itiraf ediyor: “Muhammed Abduh, Cemaleddîn Afgânî, Abdurrahman Kevvakıbî, Hristiyan Butros Bustânî gibi Arap ulusalcıları kurdukları ilim akademisine Ali, Fuat Paşa gibi Tanzimatçıları üye yaptılar.”[23] “İttihatçıların iyi anlaştığı Arap ulusalcıları Kahtaniyye ve Fransa’da oluşan el Fatat gibi örgütlerdi.”[24] Bununla beraber bu ulusalcı hareketlerin İngiliz destekli olduklarını da şu ifadeleriyle itiraf ediyor: “Lawrence’e kadar Arap ulusalcıları ulusçu bir direnişe geçmediler.”[25]
Yazar Arap ulusalcılığının önündeki engelleri sıralarken, sıradan bir madde gibi ifade ettiği “2. Abdulhamid’in ulusalcı arapçıları bürokrasi sahnesinden elemesi.”[26] manevrasının Halifenin uluslararası siyasetteki kıvrak zekası sayesinde kâfirlerin nüfuzunu engelleme maksadına matuf olduğu hakikatini gizleyemiyor.
Sınıfçı-Evrimci-Diyalektik Tarih Bakışı:
Yazarr ironik bir şekilde Kapitalist zihniyetine sahipken toplum sosyolojisi konusunda Komünist/Sosyalist bir yaklaşım sergiliyor. Zira Sosyalist bakışta toplum; yaşadığı tabiat, üretim yöntemi ve topraktan ibaret olup hepsinin toplamından oluşur ve tüm bunlar aslı itibarıyla maddeden farklı bir şey değildir. Sosyalizme göre toplumların kalkınma ve demokratikleşme süreci; sınıflar arasındaki çatışma ile gerçekleşir. Tarihi diyalektik ise insanlığı belli dönemlere ayırıp ve gelişimini geri dönüşü olmayan bir ilerleyişle izah eder. Üretim ve üretim yönetimi/aleti ise her dönemde belirleyici unsurdur.
Yazarın bu düşüncesi satırlarına şu şekilde yansıyor. “Dinamizmin kaynağı etkin bir burjuva sınıfı, nüfus artışı, ortak bir kültür, güçlü bir ordu ve üreten bir köylü sınıfıdır.”[27] “Alt sınıflar burjuvanın ahlak bunalımını dindarlıkla örtüyor.”[28] “Köylülük çökerse milletin değerlerini ve ahlakını muhafaza eden Türkiye taşrası sarsılır.”[29]  “Kasabalı genç üretmiyor, mahallî Demokrasi gelişmiyor. Üretmeyen yerde sağlıklı çıkar grupları oluşmaz.”[30] “Elit-aristokrat eksikliği mahzurludur.”[31] “Ticaret ve sanayi burjuvazisi ittihatçılarla geldi.”[32] “Orta sınıf, üst sınıf”[33] “Orta, alt-orta sınıf”[34] “Turganyev’in babaları ve oğulları arasında beşeriyetin çelişkilerinden doğan bir çatışma var.”[35] “Arap dünyasında Cumhuriyetin gelişmemesi burjuvazinin, iş adamları ve ensesi kalın bir zümrenin olmamasındandır.”[36] “Osmanlı Türk toplumu, kurumlaşmış bir aristokrasinin, oturmuş bir intellijansiyanın bulunmadığı bir toplumdu.”[37]
Diyalektik bakışın neticesi, insan karakterini belirleyenin ait olduğu sınıf ve kullandığı üretim aleti olduğu düşüncesine yazarın şu ifadelerini örnek verebiliriz: “60’tan önce 50’lerde İstanbul’un sert ve cimri olması, sıkıntı çekmesi geçim yollarının zor olmasından, Tokat, Konya, Erzurum, Antep ve Kayseri’nin eli açık ve cömert olması ise köylülük ve bolluktan dolayıdır.”[38]
Son olarak geri dönülmez diyalektik ilerleyiş düşüncesine de şunu örnek verebiliriz: “Türkiye şeklini Cumhuriyet olarak ilan etme ve henüz ilan edilmese de laikliği ile hukuyla, yaşayışıyla Batı dünyasının müesseselerini kabul etme durumuna gelmiştir.”[39] Sanki başka yol yokmuş ve o yola girmek zorundaymış gibi bir nevi kaderiyeci yaklaşımla ihaneti gizlemektedir yazar. Halbuki küfür hukukunun Osmanlı’ya nüfuzu Batılı sömürgeci devletlerin ve onların yerli hayran ve işbirlikçi ajanlarının Tanzimatla başlayan planlı projelerinin bir mahsulüdür.
Atatürkçülük Doğması
Atatürk’e toz kondurmama anlayışı da bazı önyargılar ve doğmaların oluşmasına, bu da bazı tarihî hakikatlerin üstünü örtmeye yol açıyor. Yazar Atatürk’ün İttihatçı olduğunu gizlemiyor. Fakat sonradan kötü bir şöhrete kavuşan İttihatçılarla beraber anılmasından rahatsızlık duyuyor olmalı ki “Sonradan İttihatçılardan soğudu” diyor.[40]
Haklı olarak “Dil Tarih’i (fakültesini) kurması Atatürk’ün dehasıdır.” diyor.[41] Zira yeni yapılan devrimlerin kabullendirilmesi ve yeni yaratılan(!) gençliğin İslâmî bilinçten uzaklaştırılması için İslâm öncesi Türk tarihinin araştırılması ve yeni bir kimlik/aidiyet olgusu oluşturulması gerekmektedir.
Filistin’in 1918’de 1. Dünya Savaşında Osmanlı’nın elinden çıktığını yazarken[42] bunu savaşın normal sonuçlarından biriymiş gibi ifade edip detay vermiyor. 1918 yılında Filistin’in Nablus bölgesinde 7. Ordunun başında bulunan Mustafa Kemal’in doğusundaki 8. Ordu ve batısındaki 4. Ordularla beraber İngilizlere karşı savaşırken aniden çekilmesiyle Filistin cephesinin düştüğünden bahsetmiyor. Ortadaki 7. Ordu diğer ordulara haber vermeden aniden çekilince 8. ve 4. Orduların yapacak bir şeyi kalmıyor ve Filistin İngilizlerin eline geçiyor. Kitabın başka bir bölümünde ise “Osmanlı’nın Ortadoğu’dan çekilmesiyle Arap dünyasının kaos için yalnız kaldığını ve parçalandığını, böyle olmasaydı daha müttehid bir Arap dünyası olacağını” yazıyor.[43] Yani Arap dünyasının ittihad/tevhid halinde tek parça olmayışına M. Kemal’in katkı sağladığını zımnen itiraf etmiş oluyor.
Yazar İngiltere’nin Yunanlıları Megali Îdeaları için teşvik edip bir nevi “para bizden, can sizden hesabıyla onları Osmanlı’nın üstüne sürdüğünü” ifade ediyor.[44] Yazar Yunanlıların savaşta üstün konumdayken emir almış gibi aniden geri çekilmeye başlaması ve İngiltere’nin desteğini çekmesi sayesinde denize dökülebildikleri hakikatinden bahsetmiyor.
Yazar yine Ege’de bunlar olurken tüm sokaklarıyla İstanbul’a hakim olan işgalci İngiliz ordusunun bir çatışma ve baskın olmadığı halde sebepsiz yere İstanbul’dan çekilmesinden ise hiç bahsetmemektedir.
Yani işin aslı şu; İngiltere’nin kurnaz stratejistleri, ellerini kana bulamadan ezeli hedefleri olan Hilâfet’i kaldırmak emellerine yardımcı olacak yerli bir kahraman üretebilmek için bir savaş oyunu tezgahladılar. Bu savaştan sonra popülaritesi artan M. Kemal; Halife aleyhindeki “Vatan Haini” kampanyasına ve Hilafeti kaldırmak için yapacağı devrimlere destek alabileceği bir kamuoyu elde etmiş oldu. Öyle ya, vatanı kurtaran muzaffer komutan yalan mı söyleyecekti? Benzer bir şişirme oyununu müttefikimiz(!) ABD’nin Erdoğan’ın Arap ve İslâm dünyasındaki popülaritesini arttırmak için tezgahladığı “One Minute” mizanseninde de gördük. Arkasından elçinin çekilmesi ve bir süre sonra geri gönderilmesi dışında ekonomik, siyasî ve askerî hiçbir tavrın sergilenmediği bu tiyatro neticesinde, bilakis Türkiye-İsrail ticaret hacmi artarak yükseldi. Üstelik 1997’den bu yana geçerliliğini sürdüren “Türkiye-İsrail Askerî Stratejik İşbirliği Anlaşması” da iptal edilmiş değildir. Bu olaydan (Davost’tan) sonra yaşanan Arap Baharında ibrenin Şeriat ve Hilâfet tarafına kaymaması için Erdoğan üstüne düşen görevi yapmış ve “Avrupa/Batı ile uyumlu, İsrail ile ekonomik ve siyasî ilişkilerini sürdüren ılımlı bir model ülke” olarak devrim yapan her bir ülkede Laikliği/İlmaniyye’yi öneren konuşmalar gerçekleştirmiştir.
Vakıacı Çözümler/Reek Politik Yanılgısı:
Yazar çeşitli konularda sunduğu çözüm önerilerinde vakıacı bir yaklaşım sergileyip şiarcı/ilkesel/idealist çözümlerden uzak durmaktadır. Bunun da adına “Vakıa Politik” demektedir.[45] Ortadoğu’daki problemlerin çözümü için de “olabileni yapmak gerektiğini” yazıyor.[46]
Yeni Osmanlıcılığın tutmayacağı ile ilgili analizinde ortaya koyduğu tüm argümanlar tamamen vakıacı, mevcut durumun/statükonun dışına çıkamayan tespitlerden oluşuyor. Balkanların durumu, İsrail’in gelişmişliği, Ortadoğu halklarının eğitimsizliği, savaşların meydana getirdiği göç… Yeis dolu olan bu tespitler en temel İslâmî kültüre sahip bir kişi için bile geçersizdir. Kur’anî bakışa sahip bir Müslüman bırakın sadece eski Osmanlı’nın hakimiyet bölgelerinin birleşmesini, Endonezya’dan Fas’a İslâm Ümmetinin yaşadığı tüm beldelerin birleşeceğine iman eder. Bu birleşim/ittihad/tevhidden sonra ise tüm dinler üzerine hakimiyet gelir…
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayacaktır. Rasulünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Öyle ki; müşrikler, hoşlanmasalar da onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üstün/hâkimkılacaktır.”[Saff 8,9]
Elbette bu, diğer dinlerin yok edilişi değil, o din mensuplarının üzerinde siyasî otorite kurmak şeklinde bir hakimiyet olacaktır. Böylece İslam’ın adaleti ve ahlakı canlı bir şekilde/yaşayarak onlara gösterilecek, onlarla ilişkiler diyalog şeklinde değil de İslâm’a davet çerçevesinde sürecektir.
Rabbimizin bizi o azametli günlerin gelişine ve tarihin tekrar Müslümanların lehine döndüğü, Tevhid bayrağı altında ümmetin birleştiği o müthiş dünya sahnesine şahit olanlardan kılmasını ve ona acizane katkısı olanlardan olmayı nasip etmesini diliyorum.
“De ki çalışın; zira yaptıklarınızı Allah da, Rasulü de, müminler de görecektir. İleride görüneni de görünmeyeni de bilen Hakk’ın huzuruna götürüleceksiniz. O size neler yapacağınızı haber verecektir.” [Tevbe 105]


[1] Yakın Tarihin Gerçekleri, İlber Ortaylı, Timaş yy., 1.baskı, Nisan 2012, sy.16

[2] A.g.e., sy. 177

[3] A.g.e., sy.187

[4] A.g.e., sy.87

[5] A.g.e., sy.170, 171, 172

[6] A.g.e., sy.89

[7] A.g.e., sy.112

[8] A.g.e., sy.231

[9] A.g.e., sy.96

[10] A.g.e., sy.58

[11] A.g.e., sy.78

[12] A.g.e., sy.78, 79

[13] A.g.e., sy.30, 31

[14] A.g.e., sy.30

[15] A.g.e., sy.29

[16] A.g.e., sy.33

[17] A.g.e., sy.54, 55

[18] A.g.e., sy.71

[19] A.g.e., sy. 92

[20] A.g.e., sy.93

[21] A.g.e., sy.95

[22] A.g.e., sy.186

[23] A.g.e., sy.189-191

[24] A.g.e., sy.193

[25] A.g.e., sy.194

[26] A.g.e., sy.189

[27] A.g.e., sy. 85-89

[28] A.g.e., sy.86

[29] A.g.e., sy.89

[30] A.g.e., sy.90

[31] A.g.e., sy.173

[32] A.g.e., sy.174

[33] A.g.e., sy.174

[34] A.g.e., sy.215

[35] A.g.e., sy.206

[36] A.g.e., sy.207

[37] A.g.e., sy.232

[38] A.g.e., sy.214, 215

[39] A.g.e., sy.124

[40] A.g.e., sy.98

[41] A.g.e., sy.108

[42] A.g.e., sy.197

[43] A.g.e., sy.182

[44] A.g.e., sy.118

[45] A.g.e., sy.184

[46] A.g.e., sy.185

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder