29 Haziran 2014 Pazar

109) İslam'ın Devleti Olur mu? / Siyasetsiz Din Olur mu? - Nureddin Yıld...





Tüm Müslümanları Yeniden Râşidî Hilâfet'i Kurmaya Dâvet Eder
İslâm'dan biraz haberi olan herkes bilir ki Hilâfet, İslâm'ın en azîm farzıdır, hatta âlimler onu "tâc-ul furûd" (farzların tâcı) ve "umm-ul furûd" (farzların anası) olarak tanımlamışlardır. Çünkü İslâm, hayatın her anına ve alanına müdâhale eden, yönetime, ekonomiye, devletlerarası ilişkilere, toplumsal yaşama, savaşa, barışa, hukuka, kültüre ve somut hayatın parçası olan her meseleye ilişkin hükümler koyan ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan kapsamlı bir hayat nizâmıdır ve bu kapsamlı nizâm bir devlet sistemi olmadan yani Hilâfet olmadan yaşama geçirilemez.

Bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Nübüvvet ile şereflenmesinden bir süre sonra Medîne'de ilk İslâmî Devlet'ini kurarak İslâm Nizâmını fiilen hayata geçirmiştir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] kurduğu devletin, O'ndan sonraki yöneticilerinin yönetimde kendisine halef olmasından ötürü İslâm'ın bu yönetim sistemine Hilâfet adını vermiş, kendisinden sonraki ilk Hilâfet dönemini, bizâtihi "Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet" olarak tanımlamıştır.

Râşidî Hilâfet sonrasında gelen Emevî, Abbâsî ve Osmanlı Hilâfet devletleri ise Kâfirlerin fikrî, siyâsî, kültürel, kimi zaman askerî ve benzeri saldırıları ve saptırmaları karşısında sarsılarak, kusurlar işleyerek, "Râşidî" sıfatını kaybetmişlerse de; Hilâfet Devleti olarak kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü onlar bütün eksiklerine, kusurlarına ve zulümlerine rağmen, İslâm Nizâmı'nı uygulamayı sürdürmüşlerdir.

Her devletin bir eceli olduğu hakikatinin bir emâresi olarak Hilâfet Devleti, Hicrî 1342 yılının Recep ayının 28'inde Ankara'daki meşum millet meclisinde alınan despot kararla, devlet içinde devlet kuran bir avuç isyankâr zorba tarafından yıkılmış, böylece Müslümanlar devletsiz, lidersiz ve kalkansız kalmışlardır.

Devletsiz kalmışlardır, çünkü -Türkiye Cumhuriyeti dâhil- Hilâfet Devleti'nin enkâzı üstüne kurulmuş mevcut devletler Müslümanları temsil etmemekte, onların maslahatlarını gözetmemekte, dertlerine ortak ve derman olmamaktadır. Bilakis bütün bu devletler, öyle veya böyle, daima veya ara sıra, dolaylı veya dolaysız Sömürgeci Kâfirlerin hizmetindedirler.

Lidersiz kalmışlardır, çünkü Müslümanların, altmış küsur parçaya ayrılmış İslâm topraklarını birleştirecek hiçbir lideri yoktur.

Kalkansız kalmışlardır, çünkü Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Halifeyi (Hilâfet'i) Müslümanların "kendisiyle korundukları ve ardında savaştıkları bir kalkan" olarak tanımlamıştır. Hilâfet'in yıkılmasıyla o kalkan parçalanmış, Müslümanların toprakları her zâlimin, her sömürgecinin, her işgâlcinin can yaka yaka, kan akıta akıta, namus çiğneye çiğneye, gözyaşı döktüre döktüre çöreklendikleri topraklar haline gelmiştir.

Dolayısıyla bugün bizim çağrıda bulunduğumuz Râşidî Hilâfet'in özel ve güçlü bir anlamı vardır ve bu anlam; -şer'î açıdan- herhangi bir Hilâfet'in veya İslâm Devleti'nin kurulmasını değil, bilakis Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulması gereğini ifade eder ki bu sahîh şer'î delîllere dayalı kapsamlı ve detaylı bir inceleme-araştırma sürecinin ardından ortaya çıkarılmış ve geniş biçimde yayınlarımızda açıklanmıştır.

Yine bu anlam; -siyâsî açıdan- İslâm'ın kapsamlı bir hayat nizâmı olmasının gereği olarak bir devlete muhtaç olması ve Müslümanların, canlarının, mallarının, ırzlarının, topraklarının ve daha önemlisi Râsullerinin, Kitâblarının ve Dînlerinin korunması, ayrıca Sömürgeci Kâfirlerin dayattıkları Demokratik-Laik Küfür sistemlerinin ortadan kaldırılması, tahakkümlerine, işgâllerine ve sömürülerine son verilerek topraklarımızdan nihâî olarak kovulması, onların ajanı ve uşağı olarak hizmet veren hâin yöneticilerin başımızdan atılması ve yerine bağımsız, muktedîr, güçlü ve büyük bir devlet kurulması açısından siyâsî aklın gereğini ifade eder ki İslâm Ümmeti, tüm bu sayılanları hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ "Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah'a iman edersiniz." [Âl-i ‘İmrân 110]

Bununla birlikte Hilâfet'in kurulmasının hayal olduğunu, kurulsa bile "büyük" devletlerin onu hemen darmadağın edip ortadan kaldıracağını söyleyenlerin varlığına şahit olmaktayız.

Bunu söyleyenlere ya da aklından geçirenlere deriz ki; Hilâfet'in kurulması asla bir hayal değildir. Bilakis Allah'ın izniyle fiilî bir hakikattir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şu an içerisinde bulunduğumuz "zorba diktatörlük" döneminden sonra tekrar Râşidî Hilâfet'in kurulacağını çok açık ibarelerle müjdelemişken buna hayal demek neyi ifade eder?

Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:

تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ "Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır." Sonra sükut etti. [Ahmed tahric etti]

"Büyük" devletlerin kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'ni anında yok edecekleri ise sömürgeci kâfirlerin temennisinden öte bir şey değildir. Zira o "büyük" devletler, aveneleriyle birlikte Irak'ta ve Afganistan'da Müslüman fertlerin karşısında çaresiz kalıp rezil olmuşlarken; nasıl olacak da Râşidî Hilâfet'in başına üşüşüp onu darmadağın edeceklermiş?!

Bununla birlikte bir devletin gücünü ideolojik, stratejik, ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri konum oluşturmaktadır. Konunun uzmanları da kabul ederler ki ideolojik faktör temel unsurdur. Bu varsa diğer faktörler oluşturulabilir; fakat bu yoksa diğer faktörler değeri ne olursa olsun sonunda yok olmaya mahkûmdur.

Bu nedenle Amerika bu gün için güçlü bir ideolojiden mahrum olan Türkiye'den Mısır'dan Pakistan'dan, Endonozya'dan Suriye'den, Ürdün'den daha güçlüdür. Fakat kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'nden asla güçlü değildir. Çünkü İslâm, Kapitalizmden güçlüdür. Çünkü İslâm hak, Kapitalizm batıldır.

Hak ve hayır İslâm'da temsil edilmiştir. Bâtıl ve şer ise özellikle de Amerika liderliğindeki Kapitalizmde temsil edilmiştir. Hakka tabii olanların onu açıklama ve desteklemedeki mevcut yetersizliği hakkı bâtıl yapmaz; bâtıla tabii olanların kendi fasit anlayışlarını hak olarak sunmadaki becerileri de bâtılı hak yapmaz. Hak er ya da geç bâtıla üstün gelecektir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

َقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur!

Ey Müslümanlar! Ey Güç Sahipleri!

Muhakkak ki Hilâfet, Allah'ın vaadidir ve Rasûlü'nün müjdesidir. Dünyanın ve Âhiretin izzeti, İslâm'ın bütünüyle uygulanması, korunması ve yayılması, tüm insanlığın azgın Kâfirlerden ve karanlık küfür nizâmlarından kurtarılmasının yolu ancak ve sadece odur. Aynı zamanda o, tüm cihandaki hayrın ve adaletin minaresidir.

Haydi! Ellerinizi ellerimizin üzerine koyun! Allah'ın vermenizi emrettiği nusreti verin bize! Bizimle irtibata geçin! Bizimle birlikte Râşidî Hilâfet'i kurmak için siz de çalışın!

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]

Image
Hizb-ut Tahrir
Türkiye Vilâyeti
SİYASET VE SİYASÎ ÇALIŞMANIN GEREKLİLİĞİ


Son asırlarda özellikle de günümüzde Müslümanlar arasında siyasetten tiksindirici ve uzaklaştırıcı çeşitli telkinler yaygınlaştırılıyor. Şöyle ki;

-Din ayrı siyaset ayrı olmalı. Çünkü dinin sabit değişmeyen kuralları ile her zaman değişken olan siyasi olaylar tanzim edilemez. Onun için din siyasete esas teşkil etmemeli. Aksi halde dünyanın gidişatından geri kalır.

-Siyasetin değişkenliği ve kaypaklığından dolayı, siyasetle meşgul olmak kişiyi de kaypak, ikiyüzlü, sahtekar kılar. Onun için iyi bir Müslüman siyasetten uzak durmalı.

-Aziz dinimizi siyasetin pisliklerine bulaştırmamalıyız.

-Siyaset dinde ayrıntılardandır ve dindeki yeri %5'ler civarındadır. O da önemli değildir. İslâm dini siyasi değil sadece ruhani, ferdi bir dindir.

-Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınmalıyız.

-Önemli olan Allah'a kulluk yapmaktır. Siyasetle iştigal kişiyi Allah'a kulluktan alı koyar.

-İslâm’i bir kitlenin kâfirlerin siyasi işlerini, manevralarını takip etmesi abesle iştigal olur. Elin kâfirinden bize ne nasıl olsa hak gelince batıl zail olur. Bizim dahili ve harici siyaseti takip etmemiz, tahliller yapmamız, konuşmamız abesle iştigal olur.

-İslâm'ı yaşarsak devlet nasıl olsa gelir. Önce kendimizi kurtaralım. Devleti yüreğimizde kuralım. Siyasetle meşgul olmaya gerek yok.

İşte bu ve benzeri sözleri içinde yaşadığımız toplumda sık sık duyarız. Böyle düşünen insanlarla karşılaşırız. Şu iyi bilinmeli ki, böylesi telkinler ve fikirler güdümlü fikirlerdir. Kasıtlı olarak Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmaktadır ki Müslümanlar kendi yaşamlarındaki, ülkelerindeki ve çevrelerindeki siyasi manevraları göremesinler, kâfirlerin güdümünde kalmaya mahkûm olsunlar.

Siyasetin tanımı:

Arapça olan bir kelime olan siyaset; ıstılahta belirli bir fikirle insanların ülke içi ve dışı ile ilgili işlerini gütmeye yönetmeye denir. Bu iş, devlet ve ümmet tarafından yapılır. Devlet ve yöneticiler bu işi yönetici olarak, ümmet de takipçi, muhasebeci, nasihat edici olarak yürütür.

Bu tanım genel tanımdır. Siyasetin vakıasını ortaya koyar. Bu tanım "siyaset" kelimesinin lügat manasına da uygun düşmektedir. Nitekim Lisanul Arab'da siyaset kelimesi; insanların işlerinin yönetimini üstlenmek anlamında geçmektedir. Kamus El-Muhitde de; "tebaayı siyase ettim" yani; "tebaaya emrettim ve nehyettim" denmektedir. Siyaset kelimesinin lügat ve ıstılahtaki bu manası Şer'î naslarda da aynı şekilde geçmiştir.

Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisi şerifte şöyle demiştir: "İsrail oğullarını peygamberler siyasa ediyorlardı (yönetiyorlardı). Bir nebi öldüğünde onu bir başka nebi takip ediyordu. Benden sonra nebi yoktur. Birçok hâlifeler olacaktır." (Buhari Enbiya 50, Müslim İmarat 1842) Yani, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra Müslümanları hâlifeler yönetecektir.

Siyasetin tanımının ve vakıasının bu olduğunu gördükten sonra bu vakıaya İslâm'ın bakışını ortaya koymaya çalışalım. Bu hususta ayet ve hadislere bakıldığında İslâm'da siyasetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. İslâm'ın ona nasıl teşvik ettiğini ve bir yükümlülük olarak Müslümanlara yüklediğini görürüz. Zira Müslümanların maslahatlarına önem vermekle, yöneticilerin işleri ile ve yöneticileri muhasebe etmekle kısaca siyasetle ilgili birçok nas vardır. Bu nasların bir kısmını siyasetin yürütülüş şeklini ortaya koyarak göstermeye çalışacağız.

Siyaset:

1- Yöneticiler tarafından insanların işlerinin tanzimi yani, yönetim ile,

2- Tebaa tarafından yönetimi denetleme ve muhasebe ile

a- Dahili siyaset,

b- Harici siyaset olarak yürütülür.

a- Dahili Siyaset:

Dahili siyasetle Müslümanlardan talep edilen, Allah'ın indirdikleri ile yönetmek ve yönetilmektir. Allah'ın indirdiklerine göre de muhasebe etmektir. İşte Allahu Teala'nın bu talebini ifade eden naslardan birkaçı şunlardır:

1- Yönetim ile ilgili nasslar:

فاحكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم عما جاءك من الحق "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet (yönet). Haktan sana gelenden sapıp da onların arzularına uyma." (Maide 48)

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Zira onlar inkâr etmekle emrolundukları halde tağutla yönetilmek istemektedirler. Şeytan ise onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor." (Nisa 60)

Bu ayete göre Allah'ın indirmediği sistem ve hükümlerle yönetime talip olmak şeytanın güdüm alanına girerek sapıtmak ve iman iddiasını boşa çıkarmak oluyor. İşte asıl kendisinden Allah'a sığınılacak husus budur. Demokrasi, cumhuriyet, kapitalizm, sosyalizm gibi çağdaş tağuti sistemlerin siyasetinin yürütücüsü olmaktan Allah'a sığınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurdu:

أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون "Yoksa onlar cahiliye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı (yönetim sistemi) Allah'tan daha güzel kim vardır." (Maide 50)

Siyasetin yönetim bölümünde Allah Müslümanlara, Allah'ın indirdiği ile yönetmeyi bu ve benzeri birçok nas ile emretmişken bu emirleri yerine getirmeden Allah'a kulluk nasıl olur?

2- Muhasebe hususuna gelince:

Hem fert hem de bir parti ile muhasebeyi Allah Müslümanlardan talep etmiştir.

Allahu Teala’nın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: "İleride birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Tanıyacaksınız ve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri olur. Kim inkâr ederse kurtulmuş olur. Fakat kim razı olursa ve tabi olursa... Dediler ki; onlarla savaşalım mı? Dedi ki; Namaz kıldıkları (İslâm'ı uyguladıkları) müddetçe hayır." (Müslim 1854)

Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem burada yöneticilere karşı kör ve sağır olmayı değil onları takip edip tanımayı ve yaptıkları münkerlere karşı çıkmayı kurtuluşun yolu olarak göstermiştir. Yöneticileri takip etmeyenler onları tanıyamaz ve onlardan hasıl olan şerlerden de ne beri olur ne de kurtulur. Körü körüne onlara tabi olur da dünya ve ahirette hüsrana düşer.

Ayrıca Allahu Teala marufu yani Allah'ın rızasına uygun olmayan şeyleri nehyetmeyi müminlerin bir sıfatı olmasını talep etmektedir. Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek siyasi bir iştir. Çünkü marufun da münkerin de başı yönetimdir. Yönetim bozuk olursa toplum fesat yani bozuk ve kirli olur. Çünkü yönetim toplumun yapısını teşkil eder. Sosyal ilişkileri tanzim eder. Bu tanzimdeki çarpılık toplumda çarpık, bozuk, kötü, dengesiz ilişkileri beraberinde de zulüm, dolandırıcılık ve yolsuzlukları getirir. Bu da yönetime ve yöneticilere yönelik marufu emretmenin ve münkerden nehyetmenin önemini ortaya koymaktadır.

İşte, Allahu Teala bu önemli siyasi işi Müslümanların vasfı olarak zikrederek onlardan kesin bir şekilde talep etmiştir:

والمؤمنون والمؤمنات بعضهم أولياء بعض يأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر "Mümin erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidirler (dost, yardımcı ve koruyucusudurlar) marufu emrederler ve münkerden nehyederler." (Tevbe 71)

Bu ayet de Müslümanlardan davet ve ümmet olarak marufu emretmeyi ve münkerden nehyetmeyi talep etmektedir:

Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’de şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman bir kısım (özel) insanların işledikleri kötülükler yüzünden bütün insanlara azap etmez. Ne zaman ki aralarında kötülüklerin yapıldığını görürler de güçleri yettiği halde o kötülüklere karşı çıkmazlar ya da ortadan kaldırmazlarsa işte o zaman Allah'ın azabı hem günahları işleyenleri hem de bu günahlara karşı çıkmayanları, bütün insanları kapsar." (Ahamet ibni Hanbel)

Toplumdaki özel kimseler yöneticiler, toplumu etkileyen liderlerdir. Onları takip etmeyen ve onlardan hasıl olan münkerlere karşı duyarsız ve tepkisiz olan insanlar onların işledikleri cürümden dolayı Allahu Teala'nın göndereceği çeşitli azaplardan kurtulamazlar. Kurtulmaları için yöneticileri ve liderleri denetleyip icraatlarını takip etmeleri ve yanlışlarına tepki göstermeleri gerekir. Bu da siyasetle iştigal değildir de nedir?

Hadiste Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:"Hiçbiriniz kendisini tahkir etmesin (küçük düşürmesin). Yanındakiler; Ey Allah'ın Resulü, bizden birisi kendisini nasıl tahkir eder? Diye sordular. O da şöyle dedi; bir kimse öyle bir şey görür ki onunla ilgili bir şey söylemesi Allah'ın onun üzerinde hakkıdır. Fakat o bu hususta konuşmaz (yani insanlardan çekinip konuşmamakla kendisini tahkir etmiş, alçaltmış olur). Allahu Teala da kıyamet günü ona, şu şu meselede niye üzerine düşen sözü söylemedin, söylemene engel olan neydi? Diye hesaba çeker. Adam; konuşmamı insanlardan korkmam engelledi, der. Allahu Teala da; Sen (insanlardan değil) önce benden korkmalıydın, der. (Kütübi sitte C.17 S.538)

Bu hadisi şeriften de anlaşılacağı üzere gördüklerine karşı duyarsız ya da tepkisiz olmak yasaklanmaktadır. Özellikle de yönetim ve yöneticilere karşı kör, sağır ve tepkisiz olmak kesinlikle yasaklanmaktadır. Zira Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmaktadır:

"Cihadın en üstünü zalim sultan (otorite) karşısında hak sözü söylemektir."

"Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim bir imama karşı hak söz söyleyip nasihat eden ve bu hareketinden dolayı öldürülen kimsedir."

"Kimin asıl önem verdiği husus Allah’tan başkası olmuşsa o, Allah'tan değildir (Allah'la alakası kesiktir). Kim de Müslümanlara (maslahatlarına) önem vermezse onlardan değildir."

Müslümanlara ihtimam vermek onların maslahatlarını, haklarını savunmak ve onların takipçisi olmaktır, yani siyasettir. Allah ve Resulünün, siyasetin muhasebe ile ilgili bu taleplerini ve şiddetli teşviklerini göz ve kulak ardı ederek Allah'a kulluk hasıl olmaz

b- Dış siyasete gelince:

Dış siyasetin manası; devletlerarası ilişkilerdir. Bunu takip etmek ve ondan haberdar olmak da, Allahu Teala'nın Müslümanlara yüklediği risaleti aleme taşımak, fitne, fesat ve zulmü ortadan kaldırmak ve Allah'ın dinini bütün dinler üzerine yani yeryüzünün tamamına hakim kılmak vazifesinin yerine getirilmesi için çok önemli bir şarttır.

Allahu Teala, İslâm ümmetini risalet ve cihad ümmeti kılmış, insanlığa risaleti götürmek onları zulüm ve zulümattan, sapıklıktan, kula kulluktan kurtarmak için çalışmakla sorumlu kılmıştır. Onun yolu olan cihadı farz kılmıştır. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurdu:

وكذلك جعلناكم أمة وسطا لتكونوا شهداء على الناس "Böylece sizi insanlar üzerine şahitler olmanız, Rasul de size şahit olması için seçkin bir ümmet kıldık." (Bakara 143)

وقاتلوهم حتى لا تكون فتنة ويكون الدين كله لله "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla (kafirlerle) savaşın." (Enfal 39)

İslâm ümmetinin bu vazifesini yerine getirebilmesi için dünyada neler olup bittiğinden haberdar olması, düşmanlarına karşı uyanık olması gerekmez mi? Yani dış siyasete, devletlerarası siyasete vakıf olması gerekmez mi? Bunlara vakıf olmayan hem düşmanlarından nasıl korunur? Hem de Allah'ın üzerine yüklediği fitneyi, fesadı ortadan kaldırma yükümlülüğünü nasıl yerine getirebilir?

İslâm ümmetinin dış siyasete vakıf olmasının gerekliliği şu hususlarda açıkça ortaya çıkar:

1-Düşmanlarını tanıması bakımından,

2-Fitne, fesadı ortadan kaldırıp Allah'ın dinini hakim kılmak için cihad yapmakla yükümlü olması bakımından,

3-Müslümanların sadece kendilerini kalkındırmak değil tüm insanlığı kalkındırmayı düşünmek ve o azimle çalışmakla yükümlü olmaları bakımından.

a- Şu anda yeryüzü, Müslümanların düşmanları olan kâfirlerin devletleri tarafından istila edilip ifsat olmuştur. Kafirler devletlerinin imkânları ile sürekli Müslümanlara kin beslemekte, kötülük düşünmekte ve düşmanlık yapmaktadırlar. Müslümanların mallarını çalmak, ülkelerini sömürmek, onları İslâm'dan uzaklaştırmak ve İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak için hileler, tuzaklar kurmakla meşguller. Planlar ve planlarını uygulamak için çeşitli faaliyetler yapmaktalar. Bu ortamda, Müslümanlar o düşmanlara karşı nasıl gafil olur? Düşmanına karşı gafil olmayı telkin eden bir zihniyet asla İslâm’i zihniyet olamaz. Şu anda yeryüzündeki devletler mademki hep küfür devletleridir, o halde Müslümanların bu devletleri özellikle de ABD, İngiltere, Fransa, Rusya gibi devletlerarası siyasi durumu belirleyen büyük devletlerin vakıalarını tanımaları, onların plan ve desiselerinden haberdar olmaları onların aleyhimizde hazırladıkları tuzaklarına düşmemek için farzdır. Çünkü bir farzı yerine getirmek için gerekli şeyler de farzdır. Nitekim son dönemlerde Müslümanlar bu farzı eda etmedikleri için sürekli düşmanları olan kâfirlerin tuzaklarına düşmektedirler.

b- Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi Allahu Teala İslâm ümmetini fitne ve fesadı ortadan kaldırmak ve hak din olan İslâm'ı yeryüzünün tamamında hakim kılmak için cihad yapmakla mükellef kılmıştır. Müslümanların bakışını yeryüzünün tamamına yöneltmiştir. Bununla yükümlü olan bir ümmet elbette ki fitne ve fesadın faillerini tanımak zorundadır. Onların güçlerini, planlarını ve faaliyetlerini tanımak zorundadır. Bu da dış siyaseti takip etmeyi ve siyasi uyanıklığa sahip olmayı gerekli kılmaktadır.

c- Allahu Teala, yukarıda da belirtildiği gibi İslâm ümmetini "insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet" "insanlığa şahit ümmet" kılmıştır. Bu vasıflara göre İslâm ümmetinin sorumluluğu evrenseldir. Allah bu ümmete bu ağır sorumluluğu yüklemekle aynı zamanda onu yeryüzünde "en seçkin, en üstün ümmet" konumuna getirmiştir. İşte bu ulvî makam ve sorumluluk gereği Müslümanlar sadece kendilerini düşünmezler ve sadece kendileri için yaşamazlar. Bundan dolayı bugün her ne kadar Müslümanlar kendileri kalkınmak zorunda olsalar da onların bakışı yine de alemin tamamına insanlığın kurtuluşunadır.

Müslümanlar kalkınmak için uğraşacaklar fakat sadece kendilerini kurtarmak için değil tüm dünyayı fitne ve fesattan insanlığı da tağuti zulümat ve dalaletten kurtarıp İslâm'ın nuruna hidayet ve adaletine ulaştırmak için yani tüm insanlığı kalkındırmak için bunu yapacaklar. Bu bakışı bize hem yukarıda zikredilen naslar kazandırıyor, hem de Rasul 'in sünneti kazandırıyor.

Bilindiği üzere Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve sahabeler daha İslâm'ın ilk yıllarında, Mekke döneminde dış siyasetle ilgileniyorlardı. Müşriklerin liderleri aralarında Ebu Bekir'in de olduğu bir grup Müslüman'a; Farslıların Rumlara galip geldiklerini, Rumların Kitap Ehli olmalarının kendilerine bir üstünlük sağlamadığını, aynı şekilde Müslümanların da kendilerine Allah'tan kitap geliyor iddiası ile üstünlük elde edemeyeceklerini söyleyerek Müslümanlara çattılar. Bunun üzerine Müslümanlar Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yanına geldiklerinde Allahu Teala Rum suresinin 1-4 ayetlerini indirip; Rumların kısa zaman içinde galip geleceklerini, mü'minlerin de müşriklere karşı zafer elde edeceklerini bildirdi. Nitekim Rumlar 616 yılındaki yenilgilerinden 8 yıl sonra, 624 yılında Farsları yendiler. Müslümanlarda Bedirde Müşrikleri yendiler. Bu olay sahabelerin devletleri yokken bile devletlerarası ilişkileri akideleri açısından takip ettiklerini, Allah ve Resulünün de bunu teyit ettiğini ortaya koymaktadır.

Mekke'de henüz devletleri bile yokken sahabelerin bu uğraşıları abesle iştigal miydi? Hayır, kesinlikle hayır. Bilakis dünyayı kurtarma sorumluluğunun bilincindeki Müslümanların akidelerinin ve sorumluluklarının zorunlu kıldığı bir uğraşı idi. Zira Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem daha Mekke'de iken çeşitli maddi sıkıntılar içindeki bir avuç Müslüman; zamanın iki süper devletinin fethini Allah'ın dininin hakimiyet için hedef olarak gösteriyordu. Kayser ve Kisra'nın hazinelerini vaat ediyordu. Bu vaat para vaadinden öte iki büyük ülkenin fethinin vaat edilmesiydi.

Bir başka örnek ise; Medine de Hendek gazvesinde İslâm devletinin ablukaya alındığı bir esnada korunmak maksadı ile çeşitli sıkıntılar içerisinde hendek kazarken Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Müslümanlara Rum, Fars ve Mısır diyarlarının fethedileceğini müjdelemesiydi. Yani, Müslümanlara sadece bu ablukadan nasıl kurtuluruz gibi bir sıkıntıyla meşgul olmamalarını, gösterilen hedeflere nasıl ulaşılacaklarını düşünmelerini onlara telkin ediyordu. İşte bütün bunlar Müslümanların bugün dahi dünyayı ve tüm insanlığı Allah'ın dinini hakim kılarak kurtarmayı düşünmeleri gerektiğini, bunun yolu olan cihad bilinciyle hareket etmeleri gerektiğini, onun için de bakışlarını dünyaya yöneltip ne olup bittiğini fark etmeleri, takip etmeleri gerektiğini, bu takibi de İslâm’i açıdan yaparak siyasi uyanıklık içinde olmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.

Siyasi uyanıklık:

İşte, İslâm ümmetinin şahit ümmet vasfını koruyabilmesi onda ancak siyasi uyanıklığın hasıl olması ile gerçekleşir. Siyasi uyanıklık ise, siyasi durumlara, devletlerarası duruma, siyasi olaylara karşı uyanık olmayı devletlerarası siyaseti ve siyasi işleri takip etmeyi dünyaya belli bir zaviyeden bakarak yürütmektir. Müslümanlar için siyasi uyanıklık bahsedilen hususlara İslâm akidesi açısından bakmaktır.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şu hadisinde ifadesini bulduğu gibi:"İnsanlar La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah diyesiye kadar savaşmakla emrolundum. Onu söylediklerinde şeriatın hak olarak kıldığı dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." (Nesei)

Dünyaya belli bir açıdan bakmamak insanın bakışını sathi kılar, siyasi uyanıklık olmaz. Şu iki husus gerçekleşmeden siyasi uyanıklık gerçekleşmez:

1- Bakış belli bir bölgeye değil tüm dünyaya olmalı,

2- Bu bakış belli bir açıdan olmalı. Bu açı bir ideoloji olabilir. Belirli bir fikir olabilir, belirli bir maslahat olabilir.

Ümmet içerisinde siyasi bir hizbin olmasının önemi:

Ümmette siyasi uyanıklığı hasıl edecek olan, siyasi bir hizbin faaliyetleridir. Nitekim böyle bir hizbin kurulmasını Allahu Teala emretmiştir:

ولتكن منكم أمة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون "Sizden hayra davet eden marufu emreden, münkerden nehyeden bir kitle (hizb) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Ali İmran 104)

Siyasi bir hizbte bulunması gereken özellikler ise şunlardır:

1- Hedefini ve üzerine kurulduğu fikirlerini iyi kavramış olmalıdır,

2- Metodunu ve onunla ilgili hükümleri kavramalı,

3- Kitlesine insanları katma yolunu iyi kavramalı,

4- Mensuplarına üzerine kurulduğu fikirleri kavratmalı ki onların bağlılıkları hissi değil fikri olsun,

5- Siyasi uyanıklık içinde olmalı, işi de sadece İslâm'a davet açısında siyaset olmalı.

Hizb bu işleri şöyle yapar:

a- Yöneticileri, icraatlarını yakinen takip ederek onların Müslümanların maslahatlarını takipteki ihmalkârlıklarını, yanlışlarını, ihanetlerini deşifre edip Müslümanların dikkatine sunmak. Böylece yöneticilere karşı Müslümanlarda siyasi uyanıklık hasıl etmek. Buna siyasi mücadele denir.

b- Kâfirlerin ve küfür devletlerinin Müslümanlara karşı entrikalarını, planlarını ve siyasi işlerini keşfedip Müslümanların dikkatine sunarak Müslümanları dünyadan haberdar etmek ve dış siyasette siyasi uyanıklık sağlamak.

c- İnsanların işlerinin yürütülmesinde Şer'î çözümler göstermek. İslâm'a davetin manası da zaten budur. Bu çözümlerin uygulanmasına davet etmektir.

Böylesi bir hizbin;

1- Olaylara karşı duyarlı olması,

2- Haberleri takip etmesi,

3- Siyasi bakış ve tefekküre sahip olması gerekir.

Siyasi tefekkür insanların problemlerine çözüm düşünmek değil, insanların işlerinin yürütülmesini düşünmektir. Bunun için de olayları ve haberleri, gelişmeleri takip etmektir.

İşte siyasi bir hizb; ümmette bu tefekkür ve siyasi uyanıklığı yaygınlaştırmak için uğraşır. Sonra da bu siyasi tefekkür ve uyanıklıkla ümmetin harekete geçip Allah'ın dinini tekrar hakim kılmak ve aleme taşımak için şeriatın ortaya koyduğu ve zorunlu kıldığı Hilâfet Devletini kurmak ve korumak, onunla beraber İslâm risaletini aleme taşıma yoluna girmesini sağlamaya çalışır.

İslâm’i siyasi hizbin işinin bu olduğunu da zaten öylesi bir hizbin bulunmasını gerekli kılan ayetlerle Allahu Teala belirlemiştir.

Allahu Teala siyasi bir kitlenin işini;

1- Hayra yani İslâm'a davet,

2- Marufu emredip münkerden nehyetmek şeklinde belirlemiştir ki, bu işler fikri ve siyasi işlerdir. Maddi işler değildir.

Onun için, İslâm’i siyasi bir hizbten ayetin belirlediği bu işlerin dışında işler beklemek yanlış olur. O hizbten devletin ya da devlete ait kurumların yapacağı maddi işler yapmasını beklemek yanlış olur. Zira o zaman ayeti kerime de ortaya konulan hizb vakıasını anlamamak olur. Dolayısıyla hizbten okullar açmasını, hastaneler açmasını, silahlı ordular kurmasını, yargı işlerini yapmasını ve bu işleri yapamıyorsa o hizb hiçbir iş yapmıyor diye vasfetmek, yaptığı siyasi fikri işi küçümsemek çok yanlış olur. Ayeti kerime de Allahu Teala'nın sınırladığı işleri küçümsemek olur. Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve ashabının yapmış olduğu işi küçümsemek olur. Bu konuda böyle düşünmekten Allahu Teala'ya sığınmak gerekir.

Şu halde bize düşen bu açıklamaların ışığında siyasetin, siyasi çalışmanın, siyasi hizbin ve işlerinin önemini iyi kavrayıp gereğince amel etmek olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder