2 Eylül 2014 Salı

KUR AN VE İLİM

Suale «ilmi» bir cevap verilseydi, belki suali soranların o günkü astronomi bilgileri nisbetinde küçük bir fayda sağlayabilirdi. Fakat, bu sahada esaslı bilgiyi elde edebilmeleri için ellerinde bazı ön bilgileri ve bir takım vasıtaları olması gerekirdi ki; bundan mahrumdular. Bu sahadaki ilim sahiplerinin ilmi; akla dayanan bir takım nazariyelerden öteye gidememişti.
İşte bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’in asıl gayesi dışında kalan ve o gün için beşeriyetin anlamaktan çok uzak bulunduğu ilmi cevaba lüzum görülmemişti. Zaten Kur’an, bu sahalardaki İlmî meseleleri halletmek için de gönderilmiş değildi. O, bu cüz’î malûmatların üstünde daha büyük hizmetler için gelmişti. Bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi; tıb, kimya, astronomi ve benzeri ilim sahalarındaki problemlerin Kur’an-ı Kerîm tarafından çözülmesini beklemek, bir takım haksız tenkitçilere rağmen hatadır.

Her iki grubun da bu çırpınışı; Kur’an’m gayesini, vazifesini ve faaliyet sahasını anlayamadıklarının delilidir. Bu kitabın sahası, bizzat insanın kendisidir. İnsan hayatıdır. Bu kitabın esas vazifesi, mevcûdat ve mevcûdatm yaratılışıyla insanoğlu arasındaki irtibatlarla ilgilidir. Kâinat varlığında insanoğlunun yerini tayin eder; onun Rabbı ile olan münâsebetlerini açıklar ve bütün tâkat ve enerjilerini kullanabileceği bir hayat nizamı ikâme eder... Bu tâkat ve enerjilerin arasında da aklî kudretler yer alır ki, bu kudretlere de ancak sağlam bir istikamet verildiği zaman faydalı olabilir. Kur’an’m vereceği bu istikametle insanoğlu, bütün enerjilerini bir araya getirerek sonsuz başarılara ulaşmak üzere, tecrübelere ve İlmî araştırmalara girebilir.

Kur’an’ın ele aldığı ve üzerinde işlediği madde, insanın bizzat kendisidir. İnsanın tasavvur ve i’tikadı, anlayış ve duygusu, hareket ve ameli, irtibat ve alâkaları... Maddî ilimler âleminde çeşitli sınıflarıyla meydana getirilen buluşlara gelince; bunlar insan aklına, tecrübelerine, insan aklının keşfettiği nazariye ve faraziyelere terk edilmiştir. Zaten bunlar; insanın yeryüzünde halîfe oluşunun tabiî bir icabı olarak hazırlanmış ve ona teslim edilmiştir... Kur’an, insan fıtratına istikamet vermeyi hedef alır. Bu istikamet sapıtıp, bozulmaması ve kendisine bahşedilmiş olan
kuvvet ve enerjisini kullanabilmesi içindir. Kur’an-ı Kerim diğer taraftan da insanoğlunun içinde yaşadığı hayat şartlarını tanzim etmekte ve onu bir yandan Rabbi ile olan alâkalarında, diğer taraftan kâinat ile olan alâkalarından takviye etmeye çalışmaktadır. Böylece kâinattan bir cüz olan inşanı, hayatın teferruatı sayılan bütün sahalardan faydalanmak ve yeryüzünde hilâfet vazifesini deruhde etmek babında kendi başına bırakmıştır. O yüzden bu mevzularda tafsilâtlı bilgiler vermiyor. Çünkü verilmesi gereken o bilgileri, insanın bizzat kendisi tarafından araştırılıp bulunması istenmektedir.

Ben bilhassa; şu Kur’an-ı Mübîn’e onda olmayan şeyleri isnad etmeye ve Kur’an’ın kasdetmediği şeyleri üzerine yüklemeye çalışan; tıb, kimya, astronomi ve benzeri ilimlere dair cüz’î şeyler istihsal etmeye çalışan cür’etkârların budalalığına hayret ediyorum... Bu hareketleriyle Kur’an’ı büyütüp ululaştırdıklarını (!) sanıyorlar...

Şüphesiz ki Kur’an, kendi mevzuunda mükemmel bir kitabtır. Fakat Kur’an’ın mevzuu, bütün bu ilimlerin fevkinde büyük ve cesametlidir... Zira Kur’an’ın mevzuu, bütün bilgileri keşfedip ondan faydalanmasını bilen insanın bizzat kendisidir. Bu büyük kitab, akıl nimetinden faydalanarak tecrübeler, tatbikat ve araştırmalar yapan insanoğlunun bizzat kendi bünyesini islâh ediyor. Şahsiyetinin, nizamının, aklının ve fikrinin temellerini sağlamlaştırıyor. Aynı zamanda insanda gizlenmiş olan o enerji ve kudretleri, yerinde kullanabilmesini temin ediyor... İnsanî bir cemiyet nizamı kuruyor... İnsan için sağlam düşünce, tasavvur ve şuuru hazırladıktan, insanın çalışma sahasını temin eden cemiyeti kurduktan sonra, artık Kur’an; insanı, araştırma ve tecrübelerinde, hata veya sevab işlemesinde, ilmi araştırma ve tecrübe sahalarında kendisiyle başbaşa bırakıyor. Zaten ona, düşünce idrak ve tasavvur için sağlam ölçüleri hazırlamıştır. Mevcudatın mahiyeti, Yaradanıyla olan irtibatı ve cüz’leri arasmdaki münasebetin tabiatı hakkında, beşerin araştırarak bulduğu bir takım neticeleri, Kur’an’ın zaman zaman kâinattan ve ona dair meselelerden bahsetmesine bağlıyarak kat’î neticeler çıkarmak da doğru olmaz. Aynı zamanda Kur’an’ın zikrettiği sonsuz hakikatları beşer aklının

faraziye ve nazariyelerine bağlamamız da doğru değildir. Hatta insanların «İlmi hakikat» adı verdiği ve kat’i tecrübelerle hükümler çıkardığı meseleleri dahi, Kur’an’ın hükümlerine bağlayamayız...

Muhakkak ki Kur’an’ın beyan ettiği hakikatlar, mutlak ve sonsuz hakikatlardır. Elde edilmesi yolunda kullandığı âlet ve edevat ne olursa olsun; insanoğlunun yaptığı araştırmalarla ulaşabildiği şeylere, sonsuz ve kesin nazarıyla bakamayız. Onlar, insan tecrübelerinin hududu, mekânı ve vasıtası ile mukayyeddir... İlmî metodlara göre Kur’anî hakikatları değerlendirmek doğru değildir. Bununla onu birbirine karıştırmamak gerekir. Kur’an hakikatları, beşer ilminin vasıl olduğu buluşların hepsini ihtiva etmektedir.

Bu, ilmi realitelere kıyasla böyledir. Astronomik nazariye ve faraziyelerin insanın doğuşu ve tekâmülü ile alâkalı görüşlerin, insan ruhuyla yalandan ilgili iddiaların hepsi de bu nevîdendir. Cemiyetlerin doğuşu ve tekâmülü ile alâkalı faraziyeler de bundan pek farklı değildir. Ve bu ilimlerin bildirdiği şeylerin hepsi — bazı beyinsizlerin dediği gibi— İlmî hakikatler mesabesinde değildir. İddia edilen birer nazariyeden ileri geçemezler. Ve yarın değişmeyeceğini de kimse iddia edemez. Bunların bütün hükmü, hâdiselerin tezahüründen ibarettir. Dış dünyada ve iç âlemde görülen hallerin bir kısmını tefsir etmektedirler. Bunların geçerlilik derecesi, daha derin ve geniş araştırmaların yapılmasına kadar devam edebilir. Binaenaleyh her zaman tadilâta ve değişikliğe mahkûmdur.

Hatta yeni bir âletin keşfi veya bütün bu görüşlerin yeni bir tefsir yolunun bulunmasıyla iflâs edip, baş aşağı düşmesi mümkündür!..

Kur’an’ın umumi işaretlerini her an değişebilen — hatta kat’iyet ihtimali pek az olan— nazariyyelerine bağlamak evvel emirde bir metod hatasıdır. Böyle bir alâka kurulmaya çalışıldığı takdirde şu üç hususla karşı karşıya kalırız.


1— Böyle bir hareket, her şeyden evvel dahilî bir hezimetin ifadesidir. Bunun neticesinde esas hakimiyyetin ilimde olduğu, Kur’an’ın ona tâbi durumunda bulunudğu vehmi doğar. Binaen
aleyh, Kur’an’ın hükümlerini ilme göre tesbit etmek veya Kur'an’ı ilimle tasdik etmek arzusu belirir. Halbuki Kur’an’ın ortaya koyduğu hakikatlar tam ve mükemmel hükümlerden ibarettir. İlmi ise dün kabul ettiği bir şeyi bugün inkâr etmektedir. Ulaştığı hükümler mutlakıyetten uzaktır. Zira ilmin bizzat kendisi, insanın bulunduğu vasat, insanın aklı ve kullandığı âletle mukayyettir. Bütün bunlar gayet tabii ki mutlak olmaktan çok uzaktır.
 
  1. — Kur’an-ı Kerîm’in mahiyetini ve vazifesini yanlış anlamış oluruz. Kur’an; değişmiyen, şek ve şüphesi olmayan hakikatlarıyla insanlığın dertlerim tedavi etmektedir. Ve bu tedaviyi — insanoğlunun tahammül ve kudreti nisbetinde— kâinat ve kâinattaki İlâhi sırlarla bağdaştırarak yapar. Bu suretle, insanoğlunun kâinattaki varlıklarla tezad halinde yaşamasını önlemekte ve onları birbiriyle bağdaştırarak sırlarını öğretmekte, banları da yeryüzünün hilâfeti vazifesinde istihdam ettirmektedir. O sırlar, beşeriyete hazır vaziyette takdim edilmekte, lutf edilen akıl nimeti sayesinde araştırmalar yapması çalışıp o esrarı keşfetmesi istenmektedir.
  2. — Her gün yeni bir şekle giren ve durmadan değişen ilmi nazariyyeler karşısında —kendimizi zorlayarak— Kur’an âyetlerini devamlı tevil etme yollarına saparız.



İşte, bütün bunlar daha önce de açıkladığımız gibi hem başlı başına bir metod hatası sayılır, hem de Kur’an-ı Kerîm’in yüceliği ile bağdaşmaz.

Fakat bununla asla ilmin keşfetmiş olduğu nazariye ve hakikatlardan faydalanarak, Kur’an-ı Kerîm’in kâinat ve hayat hakkındaki hakikatlarını açıklamaya çalışmayalım demek istemiyorum... Asla... Onu kasdetmiyorum. Hak Taâlâ : «Onlara bunun hak olduğu tebeyyün edinceye kadar, ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz» buyuruyor. Bu işarete binaen bizim, Rabbımızın ufuklarda ve nefislerimizde keşfettiği delilleri bulup öğrenmemiz gerekir. Bunlar üzerinde tefekküre dalmamız lâzımdır. Değil bunları terketmek, bilâkis o hususlarda mârifetlerimizi daha da genişletmemiz icab eder. Nasıl olur? Kur’an-ı Kerîm’in ebedi olan âyetleri, günlük buluşlarla ifade etmek mümkün müdür? diyenler olabilir. Bu hususu bir misâlle izah edelim.
 
-----------------------------------------------------------------
 
380


Cte: I
 
KÂİNATIN NİZAMI

Kur’an-ı Kerim diyor ki: «O, her şeyi halk etti ve yedi ye* rince yerleştirdi»

Sonra ilmi incelemeler, kâinatta akıllan hayrete düşürecek inceliklerin ve dikkatin mevcûdiyetini söylüyor... Meselâ dünyamızı ele alalım. Dünyada hayatin mümkün olabilmesi için güneşten bu kadar uzak bir mesafede bulunması, aya bugünkü miktarda yakın olması, ayın ve güneşin hacmına nisbetle hâli hazırdaki oranda bulunması şarttır. Mihverinin bu kadarlık eğikliği ve bugünkü kadar hareket etmesi, sathının bu haliyle tekevvün etmiş olması lâzımdır. İşte ancak bunlar ve benzeri binlerce hususiyet sayesinde yeryüzünde hayat mümkün olabilmektedir. Bunlarda meydana gelecek pek az bir nisbet, yeryüzünde hayatin mahvolmasına sebep olabilir. Bunların değil hepsi, bir tanesi bile boş bir tesadüfün eseri olabilir mi?.. Asla. Bunlar Allahü Taâlâ’nm: >0, her şeyi yarattı ve yerli yerince yerleştirdi.» fermanının delâlet ettiği haki- katlar cümlesindendir. Bizim bundan istifade ederek Allah'ın kelâmının medlûllerini, daha derin ve daha geniş incelemeye tâbi tutmamız lâzımdır. Şu halde bu gibi ilmi hususlarda çalışmak mahzurlu değildir... Evet böyle bir çalışma mahzurlu olmadığı gibi, çok lüzumludur. Ve müslûmanlann bilmesi şart olan şeylerdendir. Ancak dinen caiz olmayan şu husustur:



 
 



 

 
İNSANIN YARATILIŞI:

Kur’an-ı Kerim diyor ki: «And olsun Biz insanı çamurdan



süzülmüş bir hulâsadan yarattık *.»

Sonra tekâmül nazariyesi ortaya çıkıyor. Dallas ve Danrin adlı iki kişi kalkıyor. Hayatin tek bir hücreden başladığım, bu hücrenin de sudan neş’et ettiğini söylüyor. Ve neticede insanın meydana gelmesine sebep olduğunu ileri sürüyor... Bunun üzerine Kur’an’m bu nassmı alarak, hemen o nazariyenin peşinde hararetle koşup, «îşte Kur’an’m kastetiği de budur» demek caiz değildir.
 
39. Mü’mlnûn: 13.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 
fİzilAl-îl kuran
381
Hayır... Bir kere bu nazariye Hahnl değildir. Bir anıdan az bir zaman içinde, ne kadar tadilâta uğramıştır? Daha aonra uğrayacağından başka... Bilindiği gibi insan metlisinde bulunan «Genler*, her şahsa ait husûsiyetleri taşır. Bir cinsin, başka bir cinse intikâlini kati şekilde engeller. Haddi zatında bu husustaki ilmi bilgiler henüz kısırdır. Darwin nazariyesinin bir değer ifade etmedi" ği, artık bugün bir gerçektir. Kur’an hakikatlan ise ebedidir. Kur’an’m beyan ettiği hususların illâ da modem nazariyelere muvafık olması icab etmez. Kur’an, sadece insanın meydana gelişinin esasım tesbit ediyor. Ve bu gelişmenin tafsilâtım zikretmiyor. Hedef aldığı nokta bakımından bu, nihaidir. Kur’an’da hedef alınan nokta, insanın doğuşunun esasıdır. Bu kadarı yeter... Fazlası yok...



«

GÜNEŞİN HAREKETİ

Kur’an-ı Kerim diyor ki: «Güneş de kendi karargâhında cereyan etmektedir.»
En son bilgilere göre, Güneş de hareket etmektedir... Modem ilim diyor ki: Güneş kendi etrafında bulunan yıldızlara nispetle, saniyede 12 Mil’e yakın bir hızla hareket etmektedir. Fakat Güneşin de bir azası bulunduğu saman yolu (Galeksi) kümeleriyle birlikte takip ettiği dönüş hm, saniyede toplam olarak 170 Mil civarındadır... Fakat bu astronomik bilgiler Kur’an âyetlerinin delâlet ettiği şeylerin aynısı değildir. Muhakkak ki bu rakamlar bize, sonsuz olmayan her zaman ta’dile kabil olan nisbî hakikatlar vermektedir... Kur’an ise, bize sonsuz bir hakikat vermekte ve güneşin hareket ettiğini bildirmektedir. Hepsi bu kadar... Biz bu hakikatlan ilmi buluşlara değil de, ilmi buluşlan bu hakiİtaflSra~~—' Sağlamak medburiyetindejgzT “ “ ’ /



— Kur’an-ı Kerim diyor İd: «Göklerle yer bitişik bir halde iken Biz, onları birbirinden yanp ayırdığımızı, o küfredenler görmedi mi?»

Sonra bir nazariye ortaya çıkıyor ve diyor ki: Yer Güneş’ten bir parça idi Sonra ondan ayrıldı. Biz Kur’an’m nassını alıp bu ilmi nazariyeyi anlayabilmek için, hemen onun peşine götürüp der isek ki, işte Kur’an âyetinin bahsettiği mana da budur!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder