19 Ocak 2015 Pazartesi

“İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.”

“İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.”
Buradaki “Tuğyan” tabiri hakkı ve hidayeti tecavüz eden herkese şamil bir vasıf olarak kullanılmıştır. Saltanat ve kuvvet sahibi azgınlardan daha geniş bir mâna taşımaktadır. Böylece hidayetten ayrılan dünya hayatını tercih edip âhireti ihmal eden sadece dünya için çalışıp âhireti hiç hesaba katmayan herkese şamil bulunmaktadır. Ahiret hayatını daima gözönünde bulundurmak insan eli ve gönlünde bir terazi ve bir ölçü meydana getirir. Âhiret hesabını ihmal edip sadece dünya hayatiyle meşgul olduğu takdirde elinde ki bütün ölçüler altüst olur, gözündeki bütün kıymetler bozulur, hayatındaki yollar, ruhundaki kaideler birbirine kavuşur. Sonunda da azan, isyan eden, hakkı tanımayan zümre içine dahil olmuş olur.
“Cehennem onların varacağı yer olmuştur.”.. Hükmüne gelince o büyük kıyamette, apaçık meydanda, mevcut ve yakın olan cehennem onlara mekân olacaktır!
 
Nefsi, heva ve heveslerinden menetmek ise, itaat dairesinin bir merkezi durumundadır. Heva ve heves, her azgınlığı, her haddi aşmayı ve her günahı yapmayı zorlayan bir kuvvettir. Bütün musibetlerin temeli şerlerin de kaynağıdır. İnsana ne gelirse bu yüzden gelir. Cehlin ilacı kolaydır. Fakat bilgiyi müteakip nefsin arzularına kapılmak öyle bir ruh hastalığıdır ki bunu gidermek çetin mücadele ve uzun boylu uğraşmaya bağlıdır.
 
 
Allah’tan korkmak ise nefsin şiddetli hücumları karşısında bir kale durumundadır. Arzuların hücumları karşısında dayanacak bundan başka kale de mevcut değildir. Bu sebepledir ki âyetin devamı her ikisini bir âyette toplamış bulunmaktadır. Burada bahismevzuu edilen O nun bu nefsin yaratanı ve hastalıklarını bilen oluşu, devasından da tek başına onun haberdar olmasıdır. Onun iç yüzünü ve en ince noktalarını O bilir. Hastalıklarının da arzuların da nerede gizlendiği oralardan nasıl sökülüp atılacağını da sadece O bilir. Allah, insanı nefsindeki arzuları tam mânasıyle söküp çıkarmakla mükellef kılmamıştır. Zira Allahuteâlâ, bunu onun gücü haricinde olduğunu çok iyi bilmektedir. Fakat mükellef kıldığı şey, nefsini kötülüklerden alıkoyması, dizginini elinde tutması ve kendisinden korkmak suretiyle bu hususta yardım dilemesidir. O yüceler yücesi büyük ve azametli Rabbinden korkmasıdır. Bu çetin cihatla vazifeli olup neticesinde de cennet onun için varacağı bir makam olacaktır: “Cennet onların varacağı yer olmuştur.” Çünkü Allah bu cihadın azametini ve beşerin nefsini terbiye edip, en yüce makama yükseltmesinin değerini çok iyi bilmektedir. İnsan ancak bu mücadeleleriyle, bu yücelme arzusuyle ve arzularına gem vurmak azmiyle insandır. Tabiatında bu meyil varmış diye, kendini arzularına kaptıran ve onun cazibelerine sonuna kadar itaat eden kimseye insan nazariyle bakılamaz. Nefsine arzu fırtınalarını yerleştiren Allah, onu firenleme kabiliyetini de bahşetmişti. Nefsini arzularından alıkoyan ve meyillerinden uzak tutan kimseye Allah kemale ermesinin bir mükâfatı olarak cennetini bahşeder. Bu arada insana Allah’ın bir lütuf olarak bahşettiği hürriyeti de unutmamak lâzımdır. Bu hürriyet, nefsin arzularına mukavemet edebilme, şehvetin esaretinden kurtulabilme seçme ve takdir hürriyetiyle birlikte onu ölçülü olarak kullanabilme yetkisidir. Bir de hayvanı hürriyet vardır ki o da insanın arzuları önünde mağlup olması, şehvetlerine kulluk etmesi, iradesine sahip olamayıp ihtiraslarının esiri olması durumudur. Bu da bir hürriyettir ki ona ancak insanlığını yitirmiş, köleleşmiş, kulluğu üzerinede yaldızlı bir hürriyet elbisesi giydirilmiş kimselerin kulak verdiği bir hürriyettir. Birinci hal yükselmeyi yücelmeyi cennette iyi ve yüksek hayata hazırlanmayı gaye edinen kimselerin halidir İkincisi ise insanlığını kaybeden, cehennemin enderin noktasına götürecek bir haya'ı tercih eden başları önünde, zelil ve hakir bir duruma razı olanların halidir. Yakacağı —bu sınıf— insanlardan ve taşlardan ibaret olan cehennemin beklediği kimseler de işte bunlardır. Eşyanın hakikatini değerlendiren bu din terazisinde bunlardan bir kısmının yükselmemesi diğer bir kısmını da zelil olması tabiî bir netice olarak kabul edilmelidir.
 
KIYAMETİN VAKTİ 
 Son olarak bu sûrenin en tesirli en korkutucu safhası gelmektedir : 42 — 47 — “Ey Habîbim! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Onun zamanını bildirmek senin neyine? Onun bilgisi Rabbine aittir. Sen sadece kıyametten korkanı uyarıcısın. Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir aksam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.” İnatçı müşrikler her ne zaman, kıyametin korkunçluğunu ve onda olan biten şeyleri ve neticesinde olacak hesap ve cezayı duyun ca Resulullah (S.A.) a gelerek bunun zamanını veya kopacak gününü sorarlar. Buna verilen cevap ise : “Onun zamanını bildirmek senin neyine” yani- onu anlatmak senin vazifen değildir. Bu cevap onun azametini ve büyüklüğünü göstermekte sualin içinde hadisenin büt'ir dehşeti ve akıllara durgunluk hali ortaya konulmaktadır. Aynı zamanda bu cevap, büyük bir peygambere söyler.mektedir: “Onun zamanını bildirmek senin neyine..” O senin sorman ve ne zaman olacağının sana sorulmasından çok daha büyüktür. Onun işi Rabbine aittir. Sana has değildir. “Onu bildirmek Rabbine aittir.” Onun işi Rabbinde son bulacaktır. Onun zamanını ancak O bilir. Zira o /akitte olacak herşey Onun iradesine tâbidir.
 
“Sen sadece kıyametten korkanı uyarıcısın ” İşte senin vazifen ve selahiyetin bu kadardır. Kendilerini korkutmak ve sakındırmak fayda verecek kimseleri korkutmaktır. 0 kimseler onun hakikatini kalblerinde duyarlar, neticede korkar ve onun için iyi ameller işlerler. Sonra da onun düşünce ve duygular üzerinde bıraktığı devir tesirleri ve büyük korkuları tasvir eder ve dünya ölçüleriyle de mukayesesini yaparlar. “Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakit kadar kalmış olduklarını sanırlar ” Bu hal ruhlardaki derin tesirin bir aksi olarak görülmektedir. Dünya hayatı, ömürleri, hadiseleri, eşyaları ve malları ona nazaran çok küçük ve cılız kalmaktadır. Dünyadakiler bunu görünce dünyada geçirdikleri zaman bir akşam veya bir kuşluk vakti kadar kısa gelir. Üzerindekileri helâke sürükleyen ve bir değirmen gibi öğüten dünya hayatı da böylece devrini doldurmuş olur. Halbuki daha önce o hayatı tercih etmişler. Onun uğrunda âhiretteki nasiplerini terk etmişlerdir. Ve onun uğrunda olmayacak günahları, suçları ve zulümleri işlemişlerdi. Dünyevî arzularına kapılmışlar onun peşinde koşarak hayatlarını tamamlamışlardı, işte bu hayat böylece sahipleri yanında bir akşam vakti veya bir kuşluk vakti kadar kısa süreli olarak sona ermiş olacaktır. işte bu hayat bu derece kısa çok çabuk gelip geçici, yüz çevirip gidici bir haldedir. Bir akşam vakti veya bir kuşluk vakti uğruna mı âhiretlerini feda ediyorlar. Bu gelip geçici şehvetleri uğruna mı ebedî yurt olacak cenneti terk edip gidiyorlar? Hiç şüphe yok ki bunlar ahmaklığın en büyüğüdür. Gören ve işiten bir insan böyle bir ahmaklığa nasıl düşer. 
 
 
 
 Sabrın Sonu Selamet    
    
 
 


 
 
 
 
 
 
 
 

1 yorum:

  1. Nefsi, heva ve heveslerinden menetmek ise, itaat dairesinin bir merkezi durumundadır. Heva ve heves, her azgınlığı, her haddi aşmayı ve her günahı yapmayı zorlayan bir kuvvettir. Bütün musibetlerin temeli şerlerin de kaynağıdır. İnsana ne gelirse bu yüzden gelir. Cehlin ilacı kolaydır. Fakat bilgiyi müteakip nefsin arzularına kapılmak öyle bir ruh hastalığıdır ki bunu gidermek çetin mücadele ve uzun boylu uğraşmaya bağlıdır.

    YanıtlaSil