18 Şubat 2015 Çarşamba

Rabbinin fîl sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?

1 — Rabbinin fîl sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?

2 — O bunların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?

3 — O bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi.

4 — Ki onların üzerine pişkin tuğladan taş atıyorlardı.

5 — Nihayet onları yenik ekin yaprağı gibi yapıverdik.

Bu hadise Hz. Peygamberin bisetinden önce Arap yarımadasında çok meşhur olan ve Allah'ın son nurunun buluşma noktası, yeni akidenin gelişme mıntıkası, yeryüzündeki cahiliyeti yok edip hakkı ve hidayeti yerleştirmesinin başladığı mukaddes noktanın tahakkuku için seçtiği bu kudsî bölgeye inayetinin yüceliğine delâlet eden bir hadiseye işaret etmektedir.
Fil suresi
http://youtu.be/XMgxwQlQHAA
Yemen’in İranlı hükümdarının Habeşliler tarafından kovulmasıyle oraya hakim olan Habeş hükümdarı Yemen’de Habeş kralı adına kilise inşaa etmişti. Rivayetler bu hükümdarın adının Ebrehe olduğunu zikrederler. Ebrehe M e k k e ’de bulunan Beytülharam’dan Arapları bu mabede çekmek için her türlü ihtişamı sağladı. Zira gerek Yemenlilerin, gerekse diğer Arap kabilelerinin bu Mekke 'deki mübarek mahalle gösterdikleri sonsuz itibarı görmüştü. Niyetini Habeş kralına yazdı.

Fakat Araplar bu mukaddes evlerinden ayrılmadılar. Çünkü onlar bu evin iki sahibi olan İbrahim ve İsmail peygamberlerin soyundan geldiklerini kabul ediyorlardı. Soylarıyle övünürken hep bununla diğer kabilelere karşı iftihar ediyorlardı. Tutarsız olmasına rağmen kendilerine göre inançları çevrelerindeki kitap ehlinin tutarsız ve kararsız inançlarını biliyorlardı.

Bu sırada Ebrehe halkı Kâbe’den döndürmek için Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Fillerin eşliğinde büyük bir ordu kurdu. Ordunun başında o devirde ünlü olan büyük bir fili sevketti. Araplar bunu ve Ebrehe’nin maksadını işitince Kâbe’lerini yıkmak için yapılan bu hareket onlara zor geldi. Yemen eşrafından ve hükümdarlarından birçok kimseler onun yoluna çıkmak istediler. Kavimlerini ve çevrelerindeki Arap kabilelerin Ebrehe ile savaşa ve mübarek evi yıkmasını önlemeye çağırdılar. Onlardan kimisi bu dâvete icabet etti. Ve onunla savaştı ise de Ebrehe birçoklarını yenip esir aldı.

Bilâhare yolda iki Arap kabilesiyle birlikte birçok Arap savaşçılarının başına geçen Nufeyl îbn Habip ona karşı çıkmak istediyse de Ebrehe onları da yendi ve esir aldı. Taif yakınlarına geldiğinde Sakif kabilesinden birçok kişi onun yanına varıp aradığı mübarek evin kendi yurtlarında olmadığını M e k k e ’de olduğunu söylediler. Onlar da böylece Lat putu için yaptıkları mabetlerini savunmak istiyorlardı. Ebrehe’nin yanına Kâbe’ye götürecek kimseler verdiler.

Ebrehe Taif’le Mekke arasındaki Meğmes denilen yere gelince kumandanlarından birisini öncü olarak M e k k e ’ye yolladı. Kumandan Kureyş ve diğer kabilelerden birçok mallar talan ederek döndü. O sırada Kureyşin başı ve lideri Abdulmuttalib oğlu Hâşim’in ikiyüz devesini de talan etmişlerdi. Kureyşliler Kinane ve Kuzeyi kabileleri ve onlarla beraber Mekke civarında bulunan kabileler
Ebrehe’yle savaşmak istedilerse de sonra onıınla savaşamayacaklarını anladılar.

Ebrehe adamlarından birini Mekke ’ye yollayarak oranın ileri gelen başını çağırttırdı ve ona kendileriyle savaşmak için değil Kâbe’yi yıkmak için geldiklerini eğer karşı çıkmazlarsa kanlarının akmasına gerek olmadığını şehrin başkanı savaş istemiyorsa hükümdarın oraya gelip yıkacağını bildirdi. Abdulmuttalib’e elçi durumu anlatınca dedi ki: “Biz onunla savaşmak istemiyoruz. Zaten savaşacak gücümüz de yok. Burası Halili İbrahim’in evidir. Beytullah’dır. Eğer korursa o kendisinin evi ve haremidir korur. Eğer korumazsa bizim onu koruyacak gücümüz yok.” Ve onunla birlikte Ebrehe’nin yanma gitti.

İbn İshak der ki: Abdulmuttalib onların en büyüğü, en güzeli ve en akıllılarıydı. Ebrehe onu görünce saygı gösterdi, ikram etti ve yanında oturmasını istedi. Habeşlilerin onu kendi tahtında birlikte oturmasını hoş görmediğinden tahtından inerek serginin üzerine oturdu. Abdulmuttalib’i de yanına oturttu. Sonra tercümanına dedi ki, söyle ona isteği neymiş. Abdulmuttalib de, isteğim hükümdarın, alınan ikiyüz devemi vermesidir. Bunu söyleyince Ebrehe tercümanına dedi ki, ona de ki, seni gördüğümde doğrusu hayret etmiştim. Ama sonra konuşunca senden çekindim. Sen benimle alman iki yüz deveni konuşuyorsun da seni ve atalarının dininin evini bırakıyorsun. Halbuki ben onu yıkmak için geldim. Sen ise o konuda konuşmuyorsun. Bunun üzerine Abdulmuttalib dedi ki, doğrusu ben develerin sahibiyim. Evinde sahibi var, onu korur. Ebrehe bunun üzerine, beni önleyemez o dedi. Abdulmuttalib de işte sen işte O diye karşılık verdi. Ebrehe onun develerini iade etti.

Sonra Kureyşlilerin yanma dönerek olanları anlattı. Ve onlar?. Mekke ’den çıkmalarını dağ eteklerinde saklanmalarını buyurdu. Sonra kalkarak Kabe’nin kapısının halkasını aldı. Beraberinde kureyşli bir toplulukta kalktı. Allah’a duâ ediyor ve yardım istiyorlardı. Abdulmuttalib’in o zaman şu şiiri söylediği rivayet edilir:

“Allah’ım doğrusu kul kendi yükünü koruyor, sen de yüklerini koru.

Şüphesiz ki onların gücü ve kudreti senin gücünü mağlup edemez.

Eğer sen onları bizim kıblemizle başbaşa bırakırsan bildiğin gibi yap.”

Ebrehe askerini ve filini gösterdiği yöne tevcih etti. Önde giden fil Mekke yakınlarına geldi ve oraya girmedi. M e k k e ’yi yıkmak için fili ne kadar zorladılarsa da başaramadılar. Bu hadise Hz. Peygamberin Kusva adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce buyurmuş olduğu sözle sabittir. O sırada dediler ki, Kusva çöktü. Resul ullah (S.A.) ise hayır, Kusva çökmedi. Yalnız onu fili engelleyen engelledi buyurdu. Buhari ve Müslim’de Hz. Peygamberin M e k-k e ’nin fethedildiği gün şöyle buyurduğu anlatılır: “Yüce Allah filleri M e k k e ’ye girmekten alıkoydu. Ama Resulünü ve mü’minleri oraya gönderdi. Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iade olmuştur. Dikkat edin hazır olan olmayana bildirsin.”

Bu hadise sabit olup fil günü Allah’ın fillerin M e k k e ’ye girmesini önlediği sahihtir.

Sonra Allah’ın iradesi cereyan etmiş, o orduyu ve askerlerini helak etmiş ve üzerlerine taştan ve çamurdan balçıklar yağdıran kuş toplulukları göndererek onları kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi yapmıştır. Kur’anı kerîm onlardan böyle söz eder Ebrehe de aynı şeye çarpılmış ve oradan çıktığında parça parça eti çürümeye başlamış San’a'ya getirdiklerinde göğsü yarılarak kalbin den ayrılmış ve öylece ölmüş. Rivayetler bunu böyle naklederler.

Bu kuşların şekli, cinsi, büyüklüğü, ayrıca attıklanrı taşların nasıl ve nice olduğu hususunda muhtelif rivayetler vardır. Nitekim bir kısım raviler de o yıl M e k k e 'de kızamık ve çiçek hastalığının yaygınlaştığını zikrederler.

Bilinmeyen gayb perdesinin gerisine, sığınmış olan mucizelerin hududunu daraltmak isteyenler, alışageldikleri kâinat kanunlarınmın ötesinde birtakım hususları görmemezlikten gelenler bu hadise nin çiçek ve kızamık mikrobu vasıtasıyla cereyan etmiş olacağını ve konunun böylece açıklanmasını gerektiğini akla daha uygun ve yatkın görüyorlar. Bu'arada uçucu kuşlardan maksat sivrisineklerle karasinekler olabileceğini ve dolayısıyle bunların mikrobları taşıdıklarını âyeti kerîmede geçen uçucu “kus” ile uçan her varlığın kastedilmiş olmasının muhtemel olduğunu söyleyenler de var.

Muhammed Abduh “Amme” cüzü tefsirinde şöyle diyor:

“Ve ikinci günü askerlerin arasında çiçek ve kızamık hastalığı yaygınlaştı. İkrime’nin dediğine göre arap memleketlerinde çıkan ilk çiçek hastalığı idi bu. İbn Utbe de ilk defa o yıl arap memleketlerinde çiçek ve kızamık hastalığı görüldü, der. Mikrop Ebrehe'nin askerlerinin vücudunda eşine rastlanmayan bir tesir gösterdi. Etleri parça parça eriyor ve dağılıyordu. Hem asker, hem de kumandan dehşete kapıldılar ve geri dönerek kaçtılar. Habeşistan’a geldikleri zaman hâlâ etleri parçalanıyor ve düşüyor. Nihayet ordu kumandanına mikrop sirayet etti ve San’a’da öldü.

Siz bu kuşların sinek veya sivrisinek cinsinden birtakım hastalık mikrobu taşıyan uçucu varlıklar olduğunu kabul edebilirsiniz. Bu kurumuş çamurdan taşların da zehirli ve sert çamurlar olduğunu, rüzgarlar vasıtasiyle bir yerden bir yere taşındığım ve bu hayvanların ayağına takılarak o bölgelere kadar geldiğini, bir insan cesedine temas edince de mikropların kılların dibindeki deliklerden vücuda sirayet ettiğini ve insan bünyesinde arazlara sebep olarak etin lime lime düşmesine vesile olduğunu kabul edebilirsiniz. Hem bu zayıf uçucu varlıkların çoğunluğu Allah’ın insanlar arasında helak etmek istediklerini, helâk etme mevzuunda en büyük askerleri arasında sayıldığını, günümüzde mikrop denen varlığı da bunların dışında birşey olamıyacağmı kabul edebilirsiniz. Mikropların çok çeşitli kısımları vardır. Sayılarını Allah’dan başka kimse bilmez. Allah’ın zalimleri kahretmesinde tecelli eden kudretinin eserlerinin mutlak şekilde azabı getiren kuşların dağlar kadar büyük veya, züm-rüdüanka cinsinden bir kuş olmasını muhtelif şekillerde ve renklerde bulunmasını hattâ attıkları taşların miktarını ve tesir keyfiyetini bilmeyi icap ettirmez. Çünkü Allah’ın her türlü varlıktan askerleri vardır:

Her şeyde bir delil vardır O’na Delâlet eder O’nun birliğine.

Kâinatta bulunan bütün kuvvetler, Allah’ın kuvveti karşısında boyun eğerler.






Tarihte Araplar ilk olarak İslâm sancağı altında yeryüzünde gösterebilecekleri bir varlığa sahip oldular. Ağırlığı olan bir devlet gücüne sahip oldular. Bu güç krallıkları yıktı, saltanatları devirdi insanlığın kumandasını eline aldı. Ama önce sahte ve sapık cahiliyet kumandalarını yıktı. Arapların tarihinde ilk defa olarak kendilerine bu büyük yeri sağlayan güç arap olduklarını unutmuş olmalarıydı. Irkçılık narasını ve kavmiyet taassubunu kafalarından atmışlardı. Sadece müslüman olduklarını hatırlıyorlardı. Başka değil yalnız müslüman... Yalnız İslâm’ın sancağının altında toplanmışlardı. Beşeriyete rahmet ve şefkat götüren, doğru yolları gösteren kuvvetli bir akideyi yüklenmişlerdi. Irkçılık taassup ve kavmiyet taşımı yorlardı. Bunun yerine gökten gelme bir fikri insanlara öğretiyorlardı. İnsanların uydurduğu yeryüzünün değil İlâhi sistemi taşıyorlardı. Yalnız Allah yolunda cihad etmek için topraklarından çıkmışlardı. Rahatça eğlenip keyif çatacakları, böbürlenip himayesi altına milletleri alacakları bir arap imparatorluğu kurmak için savaşmıyorlardı. insanları İranlıların veya Bizanslıların hâkimiyetinden kurtarıp kendi hakimiyetlerine almak ve bir arap egemenliği kurmak için cihad etmiyorlardı. Bunun yerine insanları kullara kul olmaktan kurtarıp bir tek Allah’a kul etmek için savaşıyorlardı. Nitekim müslümanların İran hükümdar Yezdücerd’e elçi olarak gönderdikleri Amir Oğlu Rebi bunu şöyle ifade etmişti:

“Bizi Allah gönderdi, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul etmek, dünyanın sıkıntısından kurtarıp âhiretin bolluğuna eriştirmek, dinlerin zulmünden çıkarıp islâmın adeletine kavuşturmak için...” 1

Ve işte o zaman ancak o zaman Araplar bir varlık gösterebilmişler, güçleri olabilmiş, kumandayı ele alabilmişlerdi. Ama bütün

bunları Allah yolunda ve Allah adına ele almışlardı. Allah yolunda oldukları sürece kuvvetleri daim olmuş, hâkimiyetleri devam etmişti. Ama ondan ayrılıp kendi ırklarını ve kavimlerini düşünmeye başlayınca Allah'ın sancağını bırakıp Arap kavmiyetçiliğinin sancağını yükseltmeye çalışınca yerle bir olmuşlar, milletlerin ayakları altında ezilmişlerdir. Çünkü onlar Allah’ı bıraktığı an Allah ta onları bırakmış, onlar Allah’ı unutunca, Allah da kendilerini unutmuştu...
İslâm olmadan ne değer ifade eder Araplar. Beşeriyete İslâm düşüncesinin dışında ne verebilirler? Beşeriyete bir fikir veremeyen milletin onlar yanında ne değeri olur? Şurası muhakkak ki tarihin hangi döneminde olursa olsun beşeriyete hükmetmiş olan milletler bir fikri temsil etmekteydiler. Fikri olmayan milletler ise doğuyu kasup kavuran Tatarlar gibi batıda Roma devletini ezip geçiren barbarlar gibi uzun süre yaşayamamışlar ve en sonunda fethettikleri milletlerin içinde eriyip gitmişlerdir. Arapların beşeriyete sunabileceği biricik fikir ve biricik ideoloji İslâm akidesidir. Onları liderlik mevkiine çıkaran da budur. Onu kaybedince yeryüzünde itibarları da kalmamış ve tarihte icra edebilecekleri vazifeleri bitmiştir. İşte bugün eğer Araplar gerçekten yaşamak, güçlü olmak, lider olmak istiyorlarsa bu gerçeği iyice hatırlamalıdırlar. Şüphesiz ki dalâletten hidayete götüren Allah’tır...
FİL SÛRESİNİN SONU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder