23 Nisan 2015 Perşembe

TAKVA-«Ey iman edenler, Allah'dan korkun.»«Ona yaklaşmaya vesile arayın.»

Rabbani nizam, sadece kanun sayesinde insanları bağlamaz. Ancak o, kanun kılıcını, ondan başka hiçbir şeyden sakınmayan insanları sakındırmak için daima yüksekte tutar. Hakikatte bu nizamın dayandığı ilk esas, kalb terbiyesi, tabiatın sağlamlığı ve ruhun hidâyetidir. Bu; içinde hayır fidanlarının geliştiği, kötülük filizlerinin kurutulduğu ve her türlü kötülüğün temizlendiği bir cemiyet varlığının bir cephesidir. Bunun içindir ki âyetler bu ceza korkusunu hemen hemen sonuna kadar götürüyor. Tâ ki kalblere, ruhlara ve vicdanlara yol bulsun... Kalblerde korku duygusunu geliştiriyor. Kurtuluş ümidi için Allah’a ve Allah yolunda cihada götüren vesileleri aramaya teşvik ediyor. Allah’ı- inkâr etmenin âkıbetinden sakındırıyor. Âhirette kâfirlerin varacakları yeri, korku dolu işaretlerle tasvir ediyor: ,

35 — Ey iman edenler! Allah'dan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın. Yolunda cihad edin ki saadete eresiniz.

36 — Doğrusu yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlara elem verici azab vardır.

37 — Ateşten çıkmak isteyecekler, çıkamayacaklar. Onlara sürekli azab vardır.

Bu mütekâmil nizam, beşer ruhunu, bütün yönleriyle ele alır. Beşer varlığına, iç dünyasından hitap eder. İnsan varlığının her noktasına temas eder, onu itaate çağırır ve isyandan uzaklaştırır. Bu nizamın ilk hedefi, beşer ruhunu sağlamlaştırmak ve onu inhiraftan alıkoymaktır. Ceza, çeşitli hal çarelerinden sadece bir tanesidir. Aslında ceza, her meselenin yegâne hal çaresi olmadığı gibi hiçbir zaman gaye değildir; >

Buradaki âyetlerin, önce  d e m ’in iki oğlu arasındaki meseleyi öz olarak beyan etmekte olduğunu görüyoruz. Sonra kalbleri Allah ve hak mefhumundan boşalan insanlara verilecek cezadan bahsediyor. Sonra da bunu, Allah korkusuna ve onun cezasından sakınmaya dâvet unsuru takip ediyor:

«Ey iman edenler, Allah'dan korkun.»

Korku, sadece Allah'a karşı duyulmalı, sadece ondan korkulmalıdır. İnsanın yüceliğine yakışan korku budur.kılıç ve kamçı korkusu, insanı alçaltır. Ancak alçak ruhlar bu korkuya ihtiyaç duyar AlIah korkusu ise,çok yuce çok mükerrem ve çok temiz bir korkudur. 

Bu korku, hiçbir halde insan vicdanından ayrılarnaz. Gîzli ve' açık, her zaman onun yanında bulunur. Böylece insanların görmediği zamanlarda, kanun elinin uzanamadığı hallerde de, insanı kötülükten alıkoyar. Bu korku olmadan, sadece kanun kuvvetiyle meselelere hâkim olabilmek asla mümkün değildir. Yapılan birçok cürümlerin, kanunun elinden kurtulması her Zaman mümkündür. Sadece kanuna dayanan, onun ötesinde meçhul bir kuvvetin murakabesini, vicdanları sarsan İlâhî bir kamçının varlığını hissetmeyen fert asla salaha ulaşamayacağı gibi, böyle insanlardan meydana gelen cemiyet de hiçbir zaman salâh yüzü göremez.

«Ona yaklaşmaya vesile arayın.»

Allah’dan korkun... Ve sizi, ona ulaştıracak vesileler arayın... Bir rivayette ibni Abbas: «ona yaklaşmaya vesile arayın» âyetini, ihtiyaçlarınızı ondan isteyin şeklinde tefsir etmiştir., İnsanlar Allah’a olan ihtiyaçlarını hissettikleri ve ihtiyaçlarını sadece O’ndan talep ettikleri zaman, Rubûbiyete karşı hakikî kulluk şuuruna sahip olurlar. Bu, şuurla durumlarının ıslahı ve felâha ulaşmaları mümkün olur. Âyetin her iki tefsiri de doğrudur. Kalbin salâhına, vicdanm yaşamasına ve ümit edilen-felâha ulaşmaya vesiledir.

«Saadete eresiniz.»

Diğer taraftan Allah’tan korkmayan, O’na ulaşma vesilesi aramayan ve saadet yüzü göremeyen kâfirlerin manzarası önümüze konuluyor. Bu, gerçekten hareketli ve müşahhas bir manzaradır. Kur’an ondan, sıfatlar ve takrirler şeklinde değil, hareketler ve infialler tarzında bahsediyor... Kıyamet manzaralarını resmetmek, böylece gayelerin en büyüğünü yerine getirmek hususunda Kur’amn takip ettiği üslûp ve metod dahilinde önümüze yeni bir manzara konuluyor:
«Doğrusu yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet günün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlara elem verici azab vardır.»

«Ateşten çıkmak isteyecekler, çıkamayacaklar. Onlara sürekli azab vardır.»

İşte hayalin, bir faraziye noktasından tasavvur ettiği şevlerin en son noktası:

Yeryüzünde olanların hepsi kâfirlerin! Fakat âyet, bu hayalin çok çok üstünde bir şeyi onlara gerekli kılıyor. Kendilerine bütün yeryüzünü ve onun bir katını daha gerekli kılıyor. Ve onları kıyamet gününün azabından kurtulmak için bütün bunları kurtuluş fidyesi olarak vermeğe çalışırlarken tasvir ediyor. Cehennemden çıkmağa uğraşırlarken arzettikleri manzarayı, sonra bu gayeye ulaşmaktan âciz kaldıklarını ve daimî olarak o elem verici azab içinde terkedildiklerini resmediyor.

Mücessem ve birbirini takip eden hareketlerle dolu bir tablo... Bütün yeryüzüne, bir misli ile beraber sahip oluşları ayrı bir tablo... Bunların hepsini fidye olarak arzetmeleri ayrı bir tablo... Ricalarının kabul edilmiyerek arzularına ulaşamamaları başka bir tablo... Cehenneme girişleri başka bir manzara... Cehennemden çıkmağa uğraşmaları, buna rağmen orada kalmağa mecbur oluşları, perdenin kapatılarak onların ebediyen orada terkedilmeleri; hep başka başka manzaralar...

HIRSIZLARIN ELİNİ KESİNİZ!..

Bu bahsin sonunda hırsızlığın hükmü beyan ediliyor:

38 — Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının, yaptıklarından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Aziz 'dir. Hakim 'dir.

39 — Her kim ki işlediği zulmün arkasından tevbe edip kendini düzeltirse, Allah onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz ki Allah, Gafur 'dur, Rahim ’dir.


40 — Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? Dilediğine azab eder, dilediğini bağışlar, Allah her şeye k a a d i r 'dir.

Müslüman cemiyet, akideleri farklı olsa dahi «D â r ü 1 İs1 â m» ahalisinin her ferdinin ruhundaki hırsızlık içgüdüsünü yok eder. Helâl yoldan kazanılan ferdî mülkiyeti kabul etmek ve bunu cemiyete fayda verecek İçtimaî bir unsur haline getirmekle, her ferde, servetin tevziinde adalet, terbiye ve sağlamlık, yaşama ve kifayet garantilerini verir. Bütün bunlar vasıtasıyla orta seviyedeki bir ruhtan hırsızlık içgüdüsünü kolaylıkla siler. Öyleyse hırsızlığın, ferdi mülkiyete ve İçtimaî emniyete tecavüzün cezasını ağırlaştırmak, onun en tabiî hakkıdır. Bununla beraber o, şüpheler karşısında cezaların tatbikini durdurur ve itham edilen insana, sabit bir delil olmadıkça muaheze edilemeyeceği hususunda tam garanti verir.

Şimdi bu kısa ifadeleri biraz daha açıklayalım:

İslâm nizamı, bütün yönleriyle mütekâmil bir nizamdır Mu nizamın tabiatına, usulüne, prensiplerine ve garantilerine bakmadan, teşrii kaidelerinin hikmetini hakkıyle anlamak asla mümkün değildir. Bu nizam bütünüyle uygulanmadıkça, sadece birkaç kaidenin tatbiki asla umulan neticeyi vermez. Islâmi hüküm veya prensiplerden bir kısmına uyarak tatbikatına tevessül etmek, asla fayda getirmez ve esasen onlar, islâmi olmaktan da çıkarlar. Çünkü İslâm, parça parça tatbik edilebilen bir nizam değildir. O. bir bütündür ve tatbikatı, hayatın her cephesini ilgilendiren mütekâmil bir nizamdır.

Umumî vasfı itibariyle mesele böyledir. Hırsızlık mevzuu ile alâkalı olarak da mesele yine değişmez...

Gerçekten İslâm, evvelemirde hem müslüman cemiyette, hem 
«D â r ü 1  İ s 1 â mda. hem de İçtimaî hayatta ferdin hayat hakkını ve bunun korunması için gerekli her çeşit zarurî vasıtaları vererek işe başlar.

Yemesi, içmesi, giyinmesi, yorgunluğunu gidereceği, huzur ve istirahate ereceği bir yuvaya sahip olması her ferdin hakkıdır. Kezâ bu zaruretleri eda etmesi de ferdin, cemiyet ve ya cemiyetin temsilcisi olan devlet üzerindeki haklarından biridir. Şayet fert çalışmaya muktedirse, önce çalışma yoluyla hu zarûretler eda edilir. Cemiyet veya devlet, ona nasıl çalışacağını öğretmeli, çalışmayı kolaylaştırmalı ve çalışma vasıtalarını temin etmelidir. Şayet işsizlik veya vasıtasızlık sebebiyle çalışamaz; cüz’î veya külli, muvakkat veya daimi olarak çalışma kudretini kaybeder; veya çalışarak kazandığı zaruri ihtiyaçlarının teminine kâfi gelmezse, bu ihtiyaçları çeşitli yollardan tamamlamak o insanın en tabiî hakkıdır. 

Meselâ:

1 — Ailesinin geçimi hususunda, zengin insanlara şer’an fârz kılınan nafaka yoluyla.

2 — Kendi muhitinde zenginlere farz kılınan yardım yoluyla.

3 — Hâzineden hakkı olan zekâtı almak suretiyle.

Şayet zekât da kâfi gelmezse, «D â r ü 1  1 s 1 â m»da İslâm
şeriatını bütünüyle tatbik eden devlet, mahrumların zarurî ihtiyaçlarını temin için zenginlerin malına müracaat edebilir. Ancak bu, haddi aşmamalı ve başka bir zarurete yol açmamalıdır. Helâl yoldan kazanılan ferdî mülkiyeti zedelememelidir.

İslâm, kazanç yollarını sınırlandırmakta da oldukça şiddetli davranır. İslâma göre ferdî mülkiyet, ancak helâl yoldan kazanılandır. Bundan dolayı İslâm cemiyetinde ferdî mülkiyet, fakirlerin kin ve garazına vesile olmaz. Zenginlerin ellerindekini almak için ihtirasa kapılmalarına yol açmaz. Özellikle bu nizam, herkese zarurî ihtiyaçlarını yeter miktarda temin eder ve kimseyi mahrumiyet içinde bırakmaz.

İslâm, insanların ahlâk ve vicdanlarını terbiye eder. Düşüncelerini, normal yoldan çalışıp kazanma fikrine tevcih eder. Hırsızlığa ve bu yoldan elde edilen kazançlara yüz vermemelerini telkin eder. Şayet insan iş bulamaz veya bulduğu iş zarurî ihtiyaçlarının teminine kâfi gelmezse, temiz ve güzel yollardan ona gerekli hakkını verir.

Öyleyse, bu nizamın gölgesinde yaşayan insan niçin hırsızlık yapsın?. O. ihtiyaçlarının temini için çalmağa mecbur değildir. Çalarsa, ancak arzu edilmeyen gayri meşru yollardan servet biriktirme ihtirasıyla çalacaktır. Böyle insanlar, cemiyetin güven ve itminanını yok ettiği gibi zenginlerin helâl mallarına olan güvenlerini de yok eder...

Bu cemiyette her fert, malını helâl yoldan kazanır. Faiz, hile, ihtikâr ve işçi ücretlerinden kısarak kazanılan servete heves etmez. Sonra herkes zekâtını verir, hattâ zekâttan fazla olarak içtimai ihtiyaçların teminine yardım eder. Bu nizamda hususi servetinden emin olması, hırsızlara veya başkalarına bu malın helâl kabul edilmemesi, her ferdin en tabii haklarındandır.

Bütün bunlardan sonra; ihtiyaçlarını temin ettiği, hırsızlığın, haram olduğu açıkça bilindiği ve başkalarının ellerindeki serveti almak için — çünkü başkaları onların mallarını gaspetmezler ve servetlerini haram yoldan kazanmazlar — tahrik de edilmediği halde, bir insan kalkıp da hırsızlık yaparsa, onun yaptığı hırsızlığın hiçbir mazereti olamaz. Suçu sabit görüldüğü takdirde böyle insanları bağışlamak asla doğru değildir.

Ancak, ihtiyaç veya benzeri bir şüphe işin içine girerse; îslâmın umumî prensibi; şüphelerle cezaları defetmektir. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, kıtlık yılında, açlığın yaygınlaştığı günlerde kimsenin elini kesmemişti. Kezâ hususî bir hâdise de de bu cezayı tatbik etmemişti. Hatib îbni Ebi Bel t e a'nın köleleri, Müzeyne kabilesinden bir adamın devesini çaldıkları zaman, Hz. Ömer önce onların ellerinin kesilmesini emretmişti. Fakat sonradan efendilerinin onları aç bıraktığını öğrenince, cezayı infaz etmedi ve devenin iki misli değerini ödeterek efendilerini cezalandırdı.

İşte bu şekilde anlaşılmalıdır îslâmın koyduğu cezalar. Bir tabaka adına başka bir tabaka için değil bütün insanlar için teminatlar koyan mütekâmil İslâm nizamının ışığı altında değerlendirilmelidir. İslâm, cezai müeyyideleri koymadan evvel cezaya sebep olan âmilleri yok eder. Tecavüzü normalleştirecek sebep olmaksızın tecavüz edenlerden başkasını da cezalandırmaz.

HIRSIZLIK PSİKOLOJİSİ

Bu umumî hakikatın beyanından sonra, hırsızlık cezasının izahına geçebiliriz.

Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. Öyleyse alınan malın değer taşıması lâzım. İslâm hukukçuları arasında, çalınan bir malın cezaya müstahak olabilmesi için dört dinar miktarında olması lâzım geldiği hakkında ittifak vardır, bugünkü ölçüyle 25' kuruş dolaylarında bir para... Bu paranın da mutlaka saklı olması ve hırsızın, onu saklanan yerden alması İcap eder. 
Meselâ; emânetçi, kendisine teslim edilen malı çalarsa. eli kesilmez. Evin içine girme selâhiyetine sahip olan hizmetçi hırsızlık yaparsa, eli kesilmez. Çünkü evdeki mal. ondan gizlenip sâklanmamaktadır.Emanetçi, emaneti inkâr ederse eli kesilmez .~Anbarâ~ getirilinceye kadar tarladaki mahsulü çalan İnsanın dâ eli kesilmez. Evin veya sandığın dışına bırakılan malı çalan insanın da eli kesilmez...
1 Bu miktar Mısır parasına göredir. Bizim paramızla yakinen 5 liradır. (Mütercimler)

İşte böyle... Malın, mutlaka gizlenmesi ve saklanması icap eder. Ortak, ortağının malından çalacak olsa da eli kesilmez. Çünkü çalınan malda onun da ortaklığı mevzubahistir, sadece ortağına ait değildir. Beytül maldan çalanların da elleri kesilmez. Çünkü oradaki mal, tamamen başkalarına ait olmayıp, kendilerinin de onda hakları vardır. Bütün bu hallerde el kesme cezası verilmez, ancak ta’zir cezası verilir. Ta’zir; cemiyetin şartları ve hâkimin görüşüne münasip düşecek şekilde bazan değnek vurmak, bazan hapis, bazan tevbih ve bazan da nasihat yoluyla icra edilen el kesme şeklinden tamamen ayrı bir cezadır.

El kesme ameliyesi, sağ el bileğe kadar kesilerek icra edilir. Adam tekrar hırsızlık yaparsa, bu sefer sol el mafsallara kadar kesilir. Buraya kadar ulema arasında ittifak vardır. Ama üçüncü ve dördüncü olarak hırsızlık yapacak olsa nasıl cezalandırılacağı, hususunda, İslâm hukukçuları arasında görüş farklılığı vardır.

Şüphe, cezayı yok eder. Açlık ve ihtiyaç şüphesi hırsızlık cezasını yok eder. Keza çalınan malda ortak olma şüphesi, şahit yokken itiraf eden, sonra da itirafından dönen insanın arzettiği şüphe, şahitlerin şehadetlerinden dönmelerinin meydana getirdiği şüphe... Ve benzeri haller, bunların hepsi cezayı kaldırır...

Bilginler arasında şüpheli sayılacak meseleler hususunda da ihtilâf vardır. Meselâ: E b û Hanife, gizlenen suyun avlandıktan sonra av hayvanının çalınması gibi, aslı mübah olan şeylerin çalınmasında cezayı kaldırır. Çünkü bunların aslinin mübah olduğu ve aslı mübah olan şeyin, gizlense dahi mübah olacağı hususunda şüphe olduğunu söyler. Umumî ortaklıkta, mal gizlense dahi ortaklığın devamı şüphesi vardır.


Fakat lmam-ı Malik, lmam-ı Şafii ve Ahme d ibni Hambel, bu gibi hallerde cezayı kaldırmazlar lmam-ı Âzam ekmek, et ve sebze gibi çabuk bozulan şeylerden de el kesme cezasını kaldırır. Fakat lmam-ı E b û Yusuf ona karşı çıkar. E b û Yusuf, her iki görüşten farklı, üçüncü bir fikir ortaya atar.

Fukaha arasında bu husustaki ihtilâfları tafsilâtlı olarak zikretmek, burada imkânsız. Fazla malûmat arzu edenler, fıkıh kitaplarına müracaat edebilirler. Biz, şüphelerle insanların muaheze edilemeyeceği hususunda îslâmın gösterdiği dikkati ve onun engin müsamahasına işaret kabilinden bu misalleri kâfi görüyoruz. Resûlullah şöyle buyuruyor:

«Şüphelerle, cezaları kaldırınız.»

Hz. Ömer de der ki:

«Şüphelerle cezaların kaldırılması, bana o cezaların verilmesinden daha sevimlidir.»1

«D â r ü 1 i s 1 â m»da, İslâm Cemiyetinde her türlü korunma yolları ve âdil garantiler verildikten sonra buna rağmen
hırsızlık yapan insanın ciddî ve ağır şekilde cezalandırılacağı belirtildikten sonra, el kesme cezasının yumuşak bir ceza olduğu hakkında da birkaç söz söylemek herhalde uygun düşer... 

•Hırsızlık cezasının sebebi şudur ki; hırsız, yaptığı hırsızlığın, başkasının kazancı ile servetini çoğaltma imkânını verdiğini düşünür. Helâl yoldan kazanç sağlama imkânının az olduğunu hesap ederek haram yoldan servetini arttırmayı arzu eder. Yaptığı işten elde ettiği kazancı kâfi görmez. Başkasının kazançlarına göz diker. O bunu, ya daha çok harcamak kudretini elde etmek, yaş ve gayretin vereceği yorgunluktan kurtulup rahatlama, veya istikbalini garanti etmek için yapar. Onu hırsızlığa teşvik eden unsur, bütün bu düşünceleri, kazanç ve servetini artırmak fikrine çevirir. İşte İslâm, el kesme cezasını koyarak insan ruhûndaki bu hırsızlık içgüdüsü ile savaşır. Çünkü elin veya ayağın kesilmesi, daha az kazanmaya yol açar. Ne ulursa olsun el ve ayak çalışma ve kazanma vasıtasıdır. Kazancın azlığı da, tabiatıyle servetin azlığına sebep olur. Bu ise daha fazla harcama kudretini azaltır; işlerin çoğalmasına, yaraların şiddetlenmesine ve istikbalin garanti edilememesine yol açar.*

•İslâm şeriatı, el kesme cezasını koymakla, insanı suç işlemeye sevkeden ruhî âmilleri, hırsızlık suçundan alakoyacak zıt ruhi âmillerle söndürür. Suça teşvik eden ruhî âmiller galip gelir de, insan suç işleyecek ve bunun cezasını bir defa görecek ulursa; ondan sonra insanı suçtan alakoyan ruhî âmiller devamlı galibiyetini sürdürür ve insan, ikinci bir defa suç işlemeye teşebbüs edemez.

«Bu, İslâm şeriatında hırsızlık cezasının istinad ettiği bir esastır. Doğrusu, bu esas dünya yaratıldığından bugüne kadar hırsızlık cezalarının istinad ettiği esasların en hayırlısıdır.»

«Bazı kanunlar hırsızlık için hapis cezası koyarlar. Halbuki bu ceza, genel olarak suçlarla muharebe etmeyi başaramaz. Hususen hırsızlıkla mücadele edemez. Bunun sebebi şudur; Hapis cezası, hırsızın ruhunda, kendisini hırsızlıktan alakoyacak ruhi bir âmil meydana getiremez. Çünkü hapis cezası, hırsızla
çalışmanın arasını, ancak hapis-müddetince ayırabilir1. Zaten ihtiyaç ve arzuları bol bol karşılanırken hapishanede kazanmaya ne ihtiyaç var?.. Hapisten çıktığı anda ise, eskisi gibi çalışma ve kazanma imkânına sahiptir. Önünde sayısız fırsatlar vardır. Çünkü ona göre kazancını artırsın, servetini çoğaltsın da; ister helâl yoldan olsun, ister haramdan... Sonra o, insanları aldatmaya, şerefli bir insan gibi karşılarına çıkmaya, kendi  cephesinden emin olmalarını sağlamak ve kendisiyle yardımlaşabileceklerine inandırmak tıynetine de sahiptir. Şayet sonunda arzu ettiğini elde ederse ne âlâ!..- Elde edemezse de. Nasıl olsa bir şey kaybetmiyor, mühim hiçbir menfaati zail olmuyor.»
1. Hattâ bazıları hapishanede bile servetlerini artırmak için çeşitli yollarla kazanç sağlamaya devam ederler.

«Fakat el kesmek, işle hırsızın arasını tamamen ayırır. Ve-ya hiç olmazsa çalışmak ve kazanmak kudretini büyük ölçüde azaltır. Artık fazla kazanmak iyiden iyiye kaybolmuştur. Kazanç son derece azalmış veya ekseri halde mürâccah olan ölçüyü kaybetmiştir. Artık bu hırsız insanları aldatamaz. Kendisine güvenmelerine ve yardımlaşmalarına inandıramaz. Çünkü yaptığı suçun eserini vücudunda taşıyor; kesik eli, mazisini herkese ilân ediyor. Asla hata etmeyen sonuç şudur ki; el kesme cezasının varlığı, zarar ve hüsranın yok olması, demektir. Hapis cezasının varlığı ise, her türlü kazanç yollarının serbest bırakılması demektir. Sadece hırsızın değil, bütün insanların tabiatında, menfaat getiren şeyleri tercih etmek, zarara yol açacak işlere iltifat etmemek insiyakı vardır.»

«Bundan sonra, bazı kimseler çok acaip lâflar ederler ve derler ki: El kesme cezası, modern çağda insanlığın ve medeniyetin ulaştığı seviyeye uygun düşmemektedir. Sanki medeniyet ve insanlık; bizim, yaptığı suça mukabil hırsıza mükâfat vermemizi, sapıklığında devam etmesi için onu teşçi etmemizi, kendimizi de korku ve ızdırap içinde bir hayata mahkûm etmemizi.
’ hırsızların ve tembellerin kötülüklerine karşı yorgunluk ve meşakkate katlanmamızı emrediyormuş gibi!..»

«Hep aynı acaip lâfı tekrar ediyorlar: El kesme cezası, insanlık ve medeniyetin bugünkü seviyesine uygun değildir. San
kİ medeniyet ve insanlık; gurur ve sapıklıktan başka hiçbir delili bulunmayan bu sözleri rehber edinmemiz için modern ilmi ve ince mantığı inkâr etmemizi, beşer tabiatını unutmamızı, ||| milletlerin tecrübelerinden bihaber olmamızı, aklımızı yitirmemizi, tefekkür melekemizin elde ettiği neticeleri ihmal etmemizi emrediyormuş gibi...»

•Doğru bir ceza, gerçekten medeniyet ve insanlığa uygun cezadır. Hapis cezasının ilga edilmesi ve el kesme hükmünün baki  olduğu tescil edilmelidir. Çünkü bu hüküm, psikolojinin sağlam esaslarına dayanmaktadır. Beşer tabiatına, geçmiş milletlerin tecrübelerine, akıl ve eşyanın mantığına istinad etmektedir. Bunlar aynı zamanda, medeniyet ve insanlığın da isdinat ettiği esaslardır. Fakat hapis cezası ne ilmi, ne de tecrübî esasa dayanmamaktadır; mantığa ve eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir.»

«Şüphesiz el kesme cezası, ruhî ve aklî etüdlerle alâkalı-öyleyse o fertler için hafif, cemiyet için uygun bir cezadır.


«Fakat bütün bunlar, bazı insanlara göre el kesme cezası-gerekli olması için kâfi değildir. Çünkü onlar, bu cezaya kabalık ve sertlikle damgalanmış bir ceza nazarıyla bakıyorlar. onların ilk ve son delilleri budur. Halbuki bu, bâtıl -ve yetersiz bir delildir. Ukûbet kelimesi, zaten ikâb’dan müştaktır. Zayıflık ve gevşeklikle damgalanan bir ceza, hiçbir zaman gerçek bir ceza olamaz. Bilâkis faydasız bir iş, bir oyuncak veya buna yakın bir şey olur. Bir cezanın, ceza ismini taşıyabilmesi için, her şeyden önce sertlik vasfına sahip olması lâzımdır.»1

Merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah, hırsızlığın cezasını şiddetlendirerek şöyle buyuryor:

«Yaptıklarından ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin.!-»

Bu, Allah’ın kötülükten menedici bir cezasıdır. Nefsi, kendisini kötülüğü irtikâb etmeye sevkeden insanı, ondan alakoymakla da İlâhî rahmetin ifadesidir. Aynı zamanda bütün cemiyet için de rahmettir. Çünkü cemiyetin emniyet ve güvenini sağlar... Hiç kimse kendisinin, insanlara karşı, insanların Ha1 i k i ’nden daha merhametli olduğunu iddia edemez. Bu iddiayı ancak kalbleri körelmiş, ruhları sönmüş insanlar ileri sürebilir. Tarih şehadet etmektedir ki, el kesme cezası Sadr ı Islam da bir asra yakın bir zamanda ancak birkaç defa tatbik edil miştir. Çünkü cemiyetin İçtimaî nizamı, konuları cezaların |şiddetli oluşu ve her sahada yeterli garantilerin verilişi sebebiyle hırsızlık ancak birkaç defa vukubulmuştu.

Sonra Allah; pişman olan, yaptığından vazgeçen, bir daha bu menfî hududa yaklaşmayan, bilâkis salih amel işleyen, müspet bir hayrı rehber edinen ve yaptıklarından tevbe etmek istiyen insanlara karşı tevbe kapısını açık bırakıyor:

«Her kim ki, işlediği zulmün arkasından tevbe edip kendini düzeltirse, Allah onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz ki Allah 
G a f û r 'dur, Rahim ’dir.»
Zulüm; menfî ve kötü bir ameldir. Zâlimi, zulmünden alakoyup oturmak kâfi değildir, bilâkis onu müspet, hayırlı ve salih işlere sevketmek lâzımdır... İnsan ruhu, daima hareket halindedir. Ruh, kötülük ve fesattan uzaklaştığı halde, orada iyilik ve ıslah duygusu harekete gelmezse, bir boşluk görülecektir ki, sonunda ruhu yine kötülük ve fesada düşürür. Ama havra ve ıslaha doğru bir hareket başlarsa, artık tekrar kötülük ve fesada dönmesine karşı emin bir dayanak temin edilmiş olur Çünkü o menfî hareketlerin yerine bu müspet faaliyet yerleştirilmiş ve o boşluğa, bu doluluk hâkim kılınmıştır... İşte Allah, bu şaşmaz metodlarıyla insanları terbiye ediyor... O, yaratandır; yarattıklarını bilendir...

Suç ve cezanın, tevbe ve mağfiretin beyanından sonra, şcriatın dünya ve âhirette istinad ettiği külli bir prensip zikrediliyor. Bu kâinatın Hâlik ve Mâliki, en yüce irâdenin sahibidir... Bütün kâinatın neticesini tayin eden külli hâkimiyetin sahibidir... O; insanlar için hayatî kanunlar koyduğu, sonra dünya ve âhirette onları yaptıkları ile cezalandırdığı gibi, kâinatın ve içindekilerin âkıbetini de beyan ediyor.

40 Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'ın olduğunu
bilmiyormusun? Dilediğine azab eder, dilediğini bağışlar, Allah her şeye k a a d i r 'dir.

O, biricik hâkimdir... Mülkün hâkimidir... Dünyada şeriat ondan sadır olur; âhirette de cezayı o tayin eder. O, taaddüt ve bölünme kabul etmez. İnsanlar dünya ve âhirette, teşri ve ceza hâkimiyetinin birliğini kabul etmedikçe hiçbir şeyi halledemezler hiçbir meseleyi ıslah edemezler...

«Göklerde ve yerde Allah'dan başka ilâhlar olsaydı, gökde, yer de bozulur, karmakarışık olurdu.»1

«Gökte ilâh O'dur!.. Yerde de ilâh O'dur!»*











1 yorum:

  1. O, biricik hâkimdir... Mülkün hâkimidir... Dünyada şeriat ondan sadır olur; âhirette de cezayı o tayin eder. O, taaddüt ve bölünme kabul etmez. İnsanlar dünya ve âhirette, teşri ve ceza hâkimiyetinin birliğini kabul etmedikçe hiçbir şeyi halledemezler hiçbir meseleyi ıslah edemezler...

    «Göklerde ve yerde Allah'dan başka ilâhlar olsaydı, gökde, yer de bozulur, karmakarışık olurdu.»1

    «Gökte ilâh O'dur!.. Yerde de ilâh O'dur!»*

    YanıtlaSil