2 Haziran 2015 Salı

Allah’ü Taâlâ hidâyete ulaşmak için çalışanları şüphesiz hidayete erdirdiği gibi, vicdanlarını temizleyip arındırmak isteyenleri de felah ve sâadete ulaştırıp her kötülükten arındırır.

«Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki; Allah her halde ihsan erbabı ile birliktedir.»...1 buyurmaktadır. Başka bir âyeti kerîmede de :

«Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten ise elbette ziyana uğramıştır.» 2 buyurmaktadır. 

Allah’ü Taâlâ hidâyete ulaşmak için çalışanları şüphesiz hidayete erdirdiği gibi, vicdanlarını temizleyip arındırmak isteyenleri de felah ve sâadete ulaştırıp her kötülükten arındırır. 

Onlar ise hidayete yönelmemişlerdir ki, Allah hidâyet etsin! Bünyelerindeki alıcı verici fıtrî cihazlarını çalıştırmaya gayret etmemişlerdir ki, Hak’kı kabullenebilmelerini Allah kolaylaştırsın!.. 
Onlar daha başlangıçta, fıtrî cihazlarını çalışmaz hale getirdiklerinden; hidâyet ile aralarına Allah perde çekmiş ve ilk niyetleri ve amellerinin cezâsı olarak Allah'ın kaza ve kaderi bu şekilde cereyan etmiştir... 

Her şey ancak Allah’ın emriyle olmaktadır. Çalışanı hidâyete ulaştırmak, vicdanını temizleyeni felâha kavuşturmak Allah'ın emirlerinden olduğu gibi; Haktan yüz çevirenlerin de Kur’anı anlamamaları için kalplerine örtüler, kulaklarına ağırlık koymak gene Allah'ın emirlerindendir. Bütün mûcizeleri görseler de; artık inanamazlar. Hatalarının, sapıklıklarının ve şirklerinin sebeblerini Allah'ın irâdesine, kaza ve kaderine bağlamak hilekârlığını gösterenler, bu hilekârlıkta muğâlataya düşmektedirler ki, bu hususta söylemiş oldukları sözleri Allah’ü Taâlâ hakikatla karşılaştırarak yüzlerine vurmakta ve safsatalarını önlerine sermektedir:

«Allah’a şirk koşanlar dediler ki: “Eğer Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız kendisinden başka hiç bir şeye tapmaz, onsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık.” Kendilerinden evvelkiler de böyle yaptı idi. Peygamberlerin apaçık tebliğden başka bir vazifesi var mıdır!

And olsun ki, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin, putlardan kaçının” diye bir peygamber göndermişizdir. Sonra Allah içlerinden kimine hidayet vermiş, kiminin üzerine de sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde gezinin de tekzîb edenlerin sonu nice oldu bir görün.»...1

Bu âyetler; onların bu sözlerini Allah'ın şiddetle reddettiğini ve —ihtâr’a rağmen— sapıtmış olmalarının kendi fiillerinden doğduğunu açıkça beyan ediyor.

Meseleleri kendi akıllarının gösterdiği istikamete itmek için, hurâfeleri de karıştırarak; kaza ve kader, cebir ve ihtiyar, kulun kesbi ve irâdesi meselelerini münâkaşa konusu yapanlar. Bunlar, her şeyin ancak Allah'ın takdiriyle olabileceğini, insanın şu veya bu istikamete yönelmesinin, Allah'ın halk etmiş.olduğu fıtrat hududunda cereyan ettiğini inkâra kalkarlar. Bu yönelmelerine göre dünya ve âhirette, Allah’ın takdir ettiği neticenin tahakkuk etmekte olduğunu kabullenmeyip, basit, kat’î ve gerçek bir ifade ile bu hükümleri takdim eden Kur’an’dan kaçınırlar.

Evet; her şeyin sebebi Allah'ın takdirine rücu ettiği halde insanoğlu kendisine ihsan edilen iradenin hikmetini idrâk edememekte, fakat bu irâde Allah'ın kaza ve kaderinin gerektirdiği şekilde tahakkuk etmektedir. Bu kat’î takrir ve ifadenin gerisindeki iddialar lüzumsuz münakaşadan başka bir şey olamaz.

Hidayetin yolları, Hak’kın vasıtaları ve îmanın ilham kapıları müşriklere Kur’an-ı Mübîn’de açık açık beyan edilmişti. Kalplerini Kur’ana bağlasaydılar; âyetleriyle ufukları ve kalpleri saran Kur'an elbetteki onları da aydınlığa çıkaracaktı. O zaman; düştükleri derin gaflet uykusundan uyanacaklar, silkinip kalkarak Hak’ka kulak vereceklerdi.

Ne var ki: Onlar hidayeti bulmaya hiç uğraşmadıkları gibi; üstelik fıtrî cihazlarını muattal bir hale soktular; Allah da hidâyet ışıklarıyla onların arasına perde çekti... Artık Rasulullah’ı dinlerlerken, Hak’kı ariyan kişinin düşündüğü gibi, kulakları ve gözleri açık olarak düşünmek için değil de, reddetmek ve yalanlamak için sebebler aramak ve onunla münakaşa etmek kasdıyla dinlerlerdi.

«Nihayet sana geldiklerinde de seninle çekişirler, inkâr edenler; küfrü seçerler; “Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” derler.»
1. Nahl: 35-36.

Onlar Kur’an’ın; öncekilerin uydurduğu efsaneler olmadığını çok iyi bilmekteydiler. Bununla beraber ona karşı çıkıyorlar, «acaba şüpheli hususlarını bulabilir miyiz?» diye onu yalanlayıp reddetme çârelerini arıyorlardı.

Kendilerine okunan Kur’an âyetlerinde önceki peygamberler ve onları inkâr eden kavimlere ait bahisleri görünce, bu bahisler, hatta bütün Kur’an hakkında: «Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir» derlerdi.

Kur’an-ı Kerîm’in geçmiş zamanlara ait efsanelerden ibaret olduğunu ileri sürerek halkın zihnini bulandırmak ve Kur’an dinlemelerine engel olmak istiyorlardı...
 İran’lıların Rüştem ve İsfendiyar’a dair efsanelerini ezberlemiş olan Mâlik bin N a d r , Hz. Peygamber Kur’an okuduğu zamanlar gelip O’nun yakınma oturarak halka: »Muhammedi size eski efsaneleri anlatıyorsa, bende daha güzelleri vardır» diyor ve efsaneleri anlatıyordu. Bütün gayesi halkın Kur’an dinlemesine engel olmak ve bu suretle Kur’an’a bağlanmalarını önlemekti.

Kur’an’ın te’siri altında kalıp da ona uymalarından korktukları için müşriklerin ileri gelen büyükleri de Kur’anı Kerîm’i dinlemekten insanları menederlerdi.

«Onlar Peygamberden uzaklaştıkları gibi başkalarını da alıkorlar. Böylece yalnız kendilerini mahvederler de farkına varmazlar.»

Kur’an’ın eskilere ait efsane olmadığını yakînen bilmekte idiler... Ve eğer insanları dinlemeye bıraksalardı; onların: «Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» yolundaki iddiâları bir mâna taşımayacaktı... Kureyş büyükleri, taraftarlarına Kur’-an-ı kerîm’in tesir edeceğinden korktukları gibi, bizzat kendilerine de müessir olacağından korkuyorlardı. Dolayısıyla; cılız, köhne, bâtıl iddialarıyla gerçek Hak’kın kuvvetli nüfûzuna karşı giriştikleri savaşta Nadr bin Haris ’in oturup da insanlara eski efsaneleri nakletmesi kâfi sayılmazdı! Bunu bildikleri içindir ki: Te’sirine kapılıp davete icâbet etmekten korktuklarından, kendileri uzaklaştıkları gibi taraftarlarının da Kur’an-ı Kerîm’i dinlemesine mâni oluyorlardı...

Ahnes bin-Şürayk, Ebu Süfyan bin Harp ve Amr bin-Hişâm’ın; Kur’ân’ın cazibesine mukâvemet ettikleri halde, gizliden gizliye Kur’an-ı Kerîm’i dinlemekten kendilerini kurtaramadıkları tarihin meşhur hakikatlarındandır.1

Onların bu uğraşmaları; tesiri altında kalarak davetine icâbet etmemek için Kur’an-ı Kerim’i dinlemekten kendilerini ve başkalarını menetmeye çalışıp çabalamaları — Allah’ü Taâlâ’nın ifade buyurduğu gibi — hakikatte kendi kendilerini helâk etmekten başka bir şey değildi.

«Böylece yalnız kendilerini mahvederler de farkına varmazlar,» *

Kurtuluşun, iyilik ve doğru yolun aleyhinde uğraşanlar dünya ve âhiret hayatlarında kendilerinden başkasına ne zarar verebilecekler!..

Onlar hakikaten zavallıdırlar. Her ne kadar azılı ve zorba libasına hürünseler de; kendileriyle beraber insanların, Allah’ın hidâyetine karşı koymak yolunda çaba harcamalarını istedikleri için, zavallıdırlar.

Her ne kadar tutumlarına ve görünüşe aldananlara karşı bir müddet için; kazançta ve kurtuluştaymış gibi görünseler de; dünya ve âhirette yalnız kendilerini helâk ettiklerinden dolayı zavallıdırlar!..

Bu sahnede durumu açıkça göremeyenler şu âyeti kerimenin teşkil ettiği sahneye bir göz atsınlar...

«Ateşe sürükdükleri zaman “keşki bir daha dünyaya döndürülsek de, Rabbımızın âyetlerini inkâr etmeyip îman edenlerden olsaydık” dediklerini bir görsen.»

Bu sahne onların dünyadaki sahnelerine mukabildir... 
1. cSîretü Ibni Hlşamaın 1. ve Fîzılil-il Kur'an’ın 6. cüzlerine bakınız.


1 yorum:

  1. Hidayetin yolları, Hak’kın vasıtaları ve îmanın ilham kapıları müşriklere Kur’an-ı Mübîn’de açık açık beyan edilmişti. Kalplerini Kur’ana bağlasaydılar; âyetleriyle ufukları ve kalpleri saran Kur'an elbetteki onları da aydınlığa çıkaracaktı. O zaman; düştükleri derin gaflet uykusundan uyanacaklar, silkinip kalkarak Hak’ka kulak vereceklerdi.

    Ne var ki: Onlar hidayeti bulmaya hiç uğraşmadıkları gibi; üstelik fıtrî cihazlarını muattal bir hale soktular; Allah da hidâyet ışıklarıyla onların arasına perde çekti... Artık Rasulullah’ı dinlerlerken, Hak’kı ariyan kişinin düşündüğü gibi, kulakları ve gözleri açık olarak düşünmek için değil de, reddetmek ve yalanlamak için sebebler aramak ve onunla münakaşa etmek kasdıyla dinlerlerdi.

    «Nihayet sana geldiklerinde de seninle çekişirler, inkâr edenler; küfrü seçerler; “Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” derler.»

    YanıtlaSil