24 Ağustos 2013 Cumartesi

İSLAMİ AKİDE

"Bir kavim nefislerindekileri değiştirmedikçe Allah onların halini değiştir­mez" (13/11) 
Fikri kaide oluşu:
Akide; insan, hayat ve kâinat hakkında, bunların öncesi ve bunların sonrası hakkında, bunlar ile öncesi arasındaki ve bunlar ile sonrası arasındaki münasebetler hakkında kapsamlı bir fikirdir.
Bu, temel fikirdir. Çünkü, bütün fikirler kendisine tabi olan insanların hayat sürecinde yaşam şekline yön verir ve insanın hayata bakış açısını belirler. İnsan bütün olaylara onun penceresinden bakar. İslâm akidesi bu anlamda fikri kaidedir. Çünkü, İslâm akidesi yukarıda belirttiğimiz bakış açısına uygun olarak insan, hayat ve kâinat hakkında bir fikir ortaya koymuş ve bu üç olguyu birbiri ile ilişkilendirmiştir. Bu ilişkilendirme öyle bir nizam ve inceliğe sahiptir ki, insan aklını ikna eder ve kalbi mutmain eder. Bu hassaslığı ancak aydın bir bakış açısı ile yakalayabiliriz. İşte bu aydın bakışın bizi götürdüğü yer bu fikrin bir alternatifinin olmadığıdır.
Düşünebilen aydın bakışlı şahsiyetin bu fikrin dışına çıkabilmesinin tek sebebi inadı olabilir. Bu yüzden İslâm akidesi fikri bir kaidedir. Düşünen ve doğruyu kabul etmeye hazır olan insanın bu fikrin dışında bir dünya görüşünü, hayat tasvirini kabul etmesi imkânsızdır.
Bu imkânsızlığın sebebi İslâm akidesinin ortaya koyduğu fikrin reddedilebilir özellikte olmaması ve tek doğru fikri kaide oluşudur.
Ruhi siyasi akide oluşu:
Dünyada İslâm akidesi dışında iki akide türü daha vardır. Bunlardan birincisi Hıristiyanlıktır. Akidesi sırf ruhani akidedir, kendisinden bir hayat nizamı çıkmaz, ancak ahiret ve bununla ilgili bazı fikirlere sahip olduğu için ruhani bir akide olarak kabul edilir. İkincisi ise kapitalist ve komünist akideler gibi sırf siyasi akidelerdir. Bu akideler ise, ruhani boyutu ya tam anlamıyla yok saymış ya da dünya hayatıyla ilişkisini kesmiştir. Bu sebeple yalnızca siyasi akide olarak kabul edilirler.
İslâm akidesi ise; bu iki akideden ayrılarak, her iki akide türünün özelliklerini bünyesinde bulundurur. Yani, siyasi aynı zamanda ruhani akidedir. Dünyada sadece İslâm akidesi böyledir. Çünkü, İslâm'daki hayat nizamı Allahu Teala tarafından indirilir. Bu akide her konuda Allahu Teala ile bağ kurmaktadır. Bundan dolayı ruhani siyasi bir akide olmuştur. Maddeyi ruh ile cezbeder. Çünkü İslâm'da işler Allahu Teala'nın emirlerine göre yürütülür. Nitekim siyaset;insanların dahili ve harici işlerini bir fikirle yürütmektir. İslâm siyaseti, kapitalist siyasetten ve komünist siyasetten farklıdır. İslâm siyaseti, insanların işlerini Allahu Teala'nın emirlerine göre yürütür. Diğer siyasetler ise, insanların işlerini akıl ve hevayı esas alarak yürütürler. İslâm dini diğer akidelerden farklıdır ve bu farkı onun akidesinden hayat nizamının çıkmasındandır. Diğer akideler Allah mefhumunu hayattan ve nizamlarından çıkarırlar.
"La İlahe İllallah" kelime-i tevhidi, İslâm'da temel fikirdir ve bu fikir siyasidir. Çünkü bunun manası "Allah'tan başka İlah yoktur" demektir.
"Muhammeden Rasulullah " demek; Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Allah Subnahehu Ve Teala'nın elçisi kabul etmektir. Elçi; kendisini görevlendiren tarafından mesaj getirir. Öyleyse, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Rasul olarak kabul etmekle getirdiği mesajı da kabul etmiş sayılırız. İşte, İslâm'ın temel siyasi kitabı, ruhani boyuttaki Allah inancını siyasi boyuta çekerek, İslâm dininin ruhani siyasi akide oluşunu ortaya koyar. Ruhani boyuttan gelen emir ve yasaklar bizim dünyevi işlerimizi sınırlandırır ve bir nizama koyar. Bu hususla ilgili bazı ayetlerde şöyle geçmektedir:
إن الحكم إلا لله "Hüküm ancak Allah'ın dır." (Yusuf 40)
فاحكم بينهم بما أنزل الله"Allah'ın indirdikleriyle hükmet."(Maide 48)
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir."(Maide 44) gibi ayetler yönetimle ilgili siyasi fikirlerdir.
وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal ribayı kıldı."(Bakara 275)

وأوفوا الكيل إذا كلتم وزنوا بالقسطاس المستقيم "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın." (İsra 35) gibi ayetler iktisatla ilgili siyasi fikirlerdir.

ياأيها الذين آمنوا لا تتخذوا اليهود والنصارى أولياء بعضهم أولياء بعض "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost ve yardımcı edinmeyin." (Maide 51)

ياأيها الذين آمنوا قاتلوا الذين يلونكم من الكفار "Size en yakın kafirlerle savaşın." (Tevbe 123)gibi ayetler dış siyasetli ilgili birer siyasi fikirlerdir.

وعاشروهن بالمعروف "Karılarınızla iyi geçinin." (Nisa 19)

ياأيها النبي قل لأزواجك وبناتك ونساء المؤمنين يدنين عليهن من جلابيبهن ذلك أدنى أن يعرفن فلا يؤذين وكان الله غفورا رحيما "Ey Nebi, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına cilbablarını üstlerine almalarını söyle." (Ahzab 59) gibi ayetler içtimai hayatla (kadın erkek ilişkileriyle) ilgili birer siyasi fikirlerdir.

والسارق والسارقة فاقطعوا أيديهما جزاء بما كسبا نكالا من الله والله عزيز حكيم "Hırsız, erkek olsun, kadın olsun onun elini kesin."(Maide 38)

الزانية والزاني فاجلدوا كل واحد منهما مائة جلدة "Zina eden, kadın olsun, erkek olsun ona yüz değnek vurun." (Nur 2) gibi ayetler ceza kanunlarıyla ilgili siyasi fikirlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız, düşünen, hayatı ciddi anlamda gözden geçirmiş, aydın fikirle tespitlerde bulunmuş kimseleri bu akidenin fikri kaide oluşuna ve siyasi ruhani akide oluşuna ikna eder. Ancak kâfirler ise buna yanaşmamakta ısrar edeceklerdir. Kâfirin manası gerçeği örten olduğu için her gerçeği örttüğü gibi bu gerçeği de örtmek isteyecekleri aşikârdır. Bununla da yetinmeyip insanları aldatır ve yalan söylerler. Ne yazık ki, Müslümanların evlatlarını da aldatabildiler. Bu aldatma işi Adem Aleyhisselam ile Havva validemizi İblisin aldatmasından bu güne kadar devam etmiştir. Bu günkü söylemleri; "Dinin siyasetle alakası yoktur, İslâm da bir din, öyleyse İslâm'ın da siyasetle alakası yoktur" dediler. Halbuki İslâm dini, diğer dinlerden apayrı bir düşünsel yer tutmaktadır ve yeryüzünde de bir benzeri daha yoktur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu akideden hayat nizamı fışkırır. Bu hayat nizamı, her problemin çözümü, bu çözümlerin uygulama metodu, akideyi koruma ve yayma metodundan ibarettir. Böylelikle İslâm ideolojisi, düşünce ve onun cinsinden bir metottan oluşur.
Görüldüğü gibi, İslâm'ın dünya hayatı ile ilgili siyaseti varolduğu gibi ahirette de alakalı siyaseti vardır. İslâm devleti bu iki siyaseti beraber yürütür. Dinini terk edeni öldürür, imanı yaymak için çalışır, ibadetlerin ikame edilmesini sağlar, hâlife namazı kıldırır, herkesi namazdan hesaba çeker, haccı yürütür ve haccın da emiridir. Nitekim İslâm'ın pratikte ilk uygulanışında da Allah Resulü Sallallahu Aleyhi Vesllem namazı kıldırıyor ve haccın da emiri oluyordu. Yine devlet zekâtı toplar ve dağıtırdı.
İşte, hâlife İslâm'daki yönetim nizamının başında bulunup yürüttüğü gibi, İslâm'daki iktisadi nizamı, içtimai nizamı, öğretim siyasetini, dış siyaseti de yürütür. Bu nizamların kanunlarına muhalefet edenlere İslâm'daki müeyyideleri uygular. Müslümanlar bunu iyi veya kötü 14 asır gibi bir süre uyguladılar. Böylece milyonlarca Müslüman, İslâm'ın yalnız ruhani bir akide olmayıp siyasi bir akide olduğunu idrak ettiler. Şu anda da birçok Müslüman onu tekrar kurmak için siyasi İslâm’i teşkilatları ile çalışmaktadırlar. Allah Subhânehu Ve Teala'nın izniyle Raşidi Hilâfet Devleti’ni kurduklarında İslâm akidesinin yalnız teorik değil pratik şekilde siyasi olduğunu tekrar göstereceklerdir.
İSLAM AKİDESİNE BİR BAKIŞ

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve selam Resullerin efendisi ve muttakilerin imamına, onun âli ve ashabına, onun davetini yüklenip yolunu takip eden, düşüncelerine ve amellerine İslam akidesini esas alan, şer-i hükümleri ölçü ve kaynak kabul edenlerin üzerine olsun.

Akidenin genel olarak kapsamı altına aldığı bakışı, çözüme kavuşturduğu önemli noktaları ve özellikleri tespit edecek olursak: Esas fikir, Lider fikir, Fikri kaide, Ana mefhum, nizamların kendisinden fışkırdığı Akide-ideoloji ve itikat edilen diğer noktalar şeklinde sıralayabiliriz.

Sahih akidenin tespitinde vakıası itibarı ile tespit edilmesi istenen doğruluk, itikatta mecbur tutan yönü ruhi esasa dayalı aklen siyasi bir temel fikir oluşu üzerinde aydın bir şekilde anlaşılması, kavranması, mefhumlaşması dediğimiz kesin tasdikle bağlanılması üzerinde ancak işaret edilen noktalar bu dar sütunlarla istenildiği kadar netlik kazanacağını zannetmiyorum. Fakat bu noktalar, konunun özü bakımından insanlara belirli bir bakış açısı çizecektir.

Akidenin sözlük manası:

Lügatlarda geçtiği kadarı ile (A-G-D) harflerinden oluşan bir sözcüktür. Akide; bir şeyi bağlamak, düğümlemek demektir. Misal; elleri veya benzeri şeyleri bir birine geçirmek, kenetlemek. Kaşları ve benzeri şeyleri çatmak, buruşturmak. Gözlerini dikmek kemer yapmak, üzerine kemer geçirmek. Toplanmak, kongre- oturum yapmak gibi manalara gelmektedir.

Bazı cümle içerisinde kullanılışı ise: Kadın ile nişanlanmak, her şeyden üstün görmek, üstün tutmak. Bir şeye başlamak, bir şeyi ilk defa başlatmak. Sormak çevrelemek kuşatmak. Kararına varmak, bir işi düğümlemek bağlamak. Akıntı ve rüzgar bu gibi şeylerle bulutları bir araya toplamak, düğüm ile bağlamak karmaşık kompleks içinden çıkılmaz olmak pelteleşmek katılaşmak, bir biri ile bağlanmak. Bir şeye inanmak -inanç- imanlı olmak itikat sahibi olmak, kesin inanç, itikat edilen inanılan şey prensip, öğreti, doktrin.

Görüldüğü gibi akide ve itikat lafızları kelime itibarı ile lügat manasında aynı kökten, yani (A-G-D) harflerinin oluşturduğu kökten gelip lügat ve ıstılah olarak aynı noktada birleştiklerini görürüz Özetleyecek olursak lügatta akide; üzerinde kalbin düğümlendiği şey demektir.

Akidenin Istılahı manası:

İnsan, hayat, kainat, dünya hayatının öncesi ve sonrası hakkında, hayatın öncesi ve sonrası ile alakası hakkında toplu, külli, bir düşünüş benimsemektir. Bu tarif her akide için geçerli olduğu gibi İslam akidesi içinde geçerlidir. Kapsamına mugayyibat ve hissedilmeyenleri de alır. Cennet, cehennem ve melekler gibi.

Başka bir deyimle akide; delile dayalı, vakıaya uygun kesin tasdik olarak ifade edilir.

Akidenin derin ve aydın kapsamlı, ruhi bir esas olması aklen tespit edilmesinde önemli sorgulamanın ve incelemenin yapılması gerekir. Bu noktada şu sorular sorulmalıdır. Ben bir insan olarak ve içinde yaşadığım bu dünya ve hayat, bu kainat nedir, nerden gelip nereye gidiyoruz? Başlangıç itibari ile dünya hayatının öncesi nedir, sonunda ne var? Bu muhteşem oluşum ve bizler niçin yaratıldık? Varılan neticelerin dünya hayatı ile olan ilişkisi benim hayatımla olan ilişkisi nedir? gibi sorular sorulup derinlik ve aydınlık sınırlarını maksimum seviyede aklen incelemeye tabi tutulması gerekir. Yoksa insanın en büyük sorununu temel meselesini ki, yukarıda tespit ettiğimiz hayatını yorumlayacağı bu akide üzerinde itikat dediğimiz veya kesin tasdik, tasdik-i cazim, çözüme kavuşmuş oluşmaz. Yani, esas fikir - fikri kaide - lider fikir - ana fikir ve kendisinden nizamların çıktığı akide olmaz. Halbuki akide, çözülmesi gereken, bütün konuları üzerinde toplayan ana düğüm en büyük düğümdür. Diğer konular bu akideden fışkıran veya ona bina edilen konular, dallar konumundadırlar.

Durum böyle olunca sorun, insanın en büyük düğümünü ta başta çözmesi gerekir. Mesele; insanın temel prensibini tespit etmesi, bunu değerlendirecek olanda muhakkak ki insanın kendisi olduğunu bilmesidir. Başka bir ifade ile, insan aklıdır. Çünkü, bütün bunlar tamamen akli bir meseledir. İncelenen konu (akide) hisle müşahede edilen, hisle algılana bilen ve üzerinde doğruluğuna kesin kanaat getirilmesi gerektiğinden, akli bir husustur.

İnsanı yanılgıdan kurtarıp, akide konusunda aydınlığa kavuşturacak olan, ancak akıldır. İşte burada aklın tarifini yaptıktan sonra önemli bir noktanın altını çizmek istiyoruz.

Akıl ameliyesi: Duyu organları vasıtası ile vakıanın beyne iletilmesi ve ön bilgileri aracılığı ile beyne ulaştırılan vakanın beyinde yorumlanmasıdır. Akli araştırma yapmak için şu dört unsur mutlaka bulunmalıdır.

1-Sağlam bir beyin.

2-Duyu organları.

3-Vakıa.

4-Vakıayı yorumlamaya yarayacak önbilgi.

Neticede derin ve aydın fikrin oluşmasında ısrarla dikkat edilmesi gereken önbilginin önyargıdan uzak olmasına hayati önem vererek dikkat edilmeli ki akletme işlerinde yanılgıya düşülmesin. Böylece diğer batıl inançlar, hurafeler, şirkler itikat haline getirilmesin.

İşte, bu noktada Rabbimize hamd-u senalar olsun ki, bizleri başı boş bırakmamış şanlı Resulüne gönderdiği İslam dininin ana kaynağı Kur-an’ı Kerim, meseleye ilişkin yeterince yol gösterme, uyarma ve doğru yönlendirmeyi yapmıştır. Şu lafızların geçtiği ayetler dikkatlice incelenirse mesele vuzuha kavuşacaktır. Sultan, burhan, ilim ve zan lafızlarının geçtiği bazı ayetler;

“Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, -ki bu hususla ilgili hiçbir burhanı yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kafirler iflah olmaz.” (Mü’minûn 117)

“Yoksa O'ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi burhanınızı getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab'ı ve benden öncekilerin Kitab'ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler.” (Enbiya 24)

“(Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız siz burhanınızı getirin!” (Neml 64)

“(O gün) her ümmetten bir şahit çıkarır, (kafirlere): burhanınızı getirin! deriz. O zaman bilirler ki hakikat Allah'a aittir ve uydura geldikleri şeyler (putlar) da kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır.” (Kasas 75)

“(Ehl-i kitap) 'Yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek' dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sahiden doğru söylüyorsanız burhanınızı getirin' de.” (Bakara 111)

“(Hûd) dedi ki: Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (Araf 71)

Ciddi bir inceleme sonucunda aklen vakıaya mutabık delilden neşet eden (çıkan) bu akide aydın bir şekilde ulaşılmış ve ondan çıkan ona bina edilen hayatın şekillenişi de ruhi esasa dayalı fikri yükseliş olarak ifade ettiğimiz kalkınmayı da beraberinde getirmiş olacaktır.

Bu noktada şu soruyu kendimize tekrar soralım; Derinlikten bahsedildi. İçeriği, kapsamı ve boyutu nedir? Bu derin tespitle aydın bakışa nasıl geçilir diye sorsak meseleye bu şekilde biraz daha hız kazandırarak bir sınırlama getirebiliriz.

İnsan ancak eşyayı, vakıaları hissedebilir ve bunlar üzerinde yine; sorgulama nedir, nasıl ve nerden geldi, nasıl oluştu, kendi kendine mi oluştu bir başkası tarafından mı yaratıldı? Eşyayı, hayatı, kainatı bunların hakikatını özelliklerini müşahede etmeye götürecek olan metod takip edildiğinde görülecektir ki, bunların hepsi aciz ve bir başkasına muhtaçtır. Kur-an’ı Kerimin ifadesi ile:

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!” (Hac 73)

Buradaki espri, aciz olan sinekten biz insanların daha da aciz kaldığı vurgulanmaktadır. Evet inceleme ve doğru araştırma neticesinde eşyanın kendi kendini yaratamayacağı ancak bir başkası tarafından yaratıldığı ortaya çıkar. O yaratıcıda eşyanın dışında, her şeyi yaratan, nizam ve düzen sahibi yüce Rabbimiz Allah (cc) dır. Allah tarafından yaratıldığımız bir hakikat. Kör düğümün çözülmesi, bu karanlık dünyanın Allah’ın nuru ile aydınlanması, yaratıcı olan Allah ile olan ilişkilendirme, bu hayatın sonunu, dünya hayatımızla ve Allah’la ilişkilendirilmesi ve doğru çözümü böylece elde etmek, aydın bakışın kendisi olmakla birlikte neticede doğru şahsiyeti elde etmeninde yolu açılmış olacaktır. Bizleri yoktan yaratan yüce Mevlamız bir çok ayet-i kerimesi ile bu dünya hayatındaki yaptığımız amellerle ahirette hesaba çekeceği, sorgulayacağı, razı olduklarını cennetle sevindireceği, razı olmadıklarını da cehennem azabı ile cezalandıracağını şimdiden bizleri dünya hayatı sona ermeden uyararak yüce merhametini göstermektedir.

İşte bu bakışla temel bir ilke ortaya çıkıyor. Bu varılan netice hayat hakkında ki kapsamlı düşünce olan akidedir. Hayatı evveli ve sonu ile ilişkilendirerek şümullü, kapsamlı açık ve net, bulanık olmayan su gibi tertemiz olan bu anlayış, bu kavrayış hayatımız hakkında esas fikir - lider fikir - fikri kaide - ana mefhum - nizamın kendinden fışkırdığı akli akide başka bir ifade ile ideoloji - ruhi esasa dayalı fikri yükseliş diye ifade ettiğimiz kalkınmanın temeli yani kendisine itikat ettiğimiz, Kitaplara, Peygamberlere, ahirete iman, kesin tasdik - tasdiki cazim - üzerine asla şüphe kabul etmeyen bir bağlanış ve hayatımızı yönlendiren hayat hakkındaki mefhumların temeli amel edilen her konunun ölçüsü siyasi yönelişimizin lider fikri - akıl danıştığımız kendisine ruhen ve fikren bağlandığımız temel fikir olmaktadır.

Bu itikadı bu inanışı kelimeyi şahadet ile ilan ediyoruz. Şahadet kelimesi yani ifade edilen fikirlerin manası, mefhum, yani zihinde tasavvur edilen ve tasdik olunan mefhum. Burada “eşhedü”derken mevzuya ilişkin olarak ben şahit oldum, ben gördüm, ben müşahede ettim diyerek, “la ilahe illallah” kelimeyi tevhidini eşhedü ile başlayarak kelimeyi şahadete çeviriyor. Yani Allah’ın varlığını, birliğini ve ondan başka ilah olmayacağına müşahede ederek aklen böyle benimsediğimizi ifade ediyoruz.

O güzide sahabeler Allah onlardan razı olsun İslam akidesini öyle anlamışlar ki uğrunda hayatlarını vermeye hazırlar. Ebu Bekir (ra) Sıddık unvanı ile anılır. Bunun nedeni İslam akidesine olan sadıklığı, güvenirliğidir. Ömer(ra) Faruk unvanı ile anılır. Osman hayası ile anılır. Ali (ra), Bilal (ra), ibn Mesud (ra), Mus’ab bin Ümeyr, (ra) Yaser ailesi, Yaser Sümeyye ve oğulları, Ammar ve Ensar (r anhüm) hepsi uğrunda hayatlarını vermeye hazır idiler. Akabe biatında “ne yaptığınızın farkında mısınız?”sorusu soruldu. Yani bütün insanlık ile mücadele edildiğini biliyor musunuz... Tepkileri ise“karşılığında ne var ya Resulullah” cevap olarak dünyalık hiçbir şey vaat etmeden; “cennet” oluyor.

Bu kararlılıkla ölüm uğruna bu denli gösterilen ciddiyetle bağlılık, aralarındaki rabıta ancak bu akidenin derin ve aydın bir anlayışla akıllarına tam bir kanaatin oturmuş olması gerek. İbni Mesud (ra) fetih ayetlerini Kabe’de okumak için gösterdiği çaba ve başına gelenlerle uyarılmasına rağmen canını hiçe sayarak ben okuyacağım ya Resulullah diye haykırışı ancak bu akidenin kazandırdığı bir enerji ile mümkün. Bugünkü akide yine eksiksiz ve tahrip olmamış bozulmamış Allah-u Teala tarafından korunmuş ve elimizde ve zihnimizde olmasına rağmen bizlerinde ölümüne uğrunda hareket ettirebiliyor mu?

Genelde ümmete baktığımızda görülen o ki maalesef bu İslam akidesi hareket etmesi gereken onu dava olarak taşıması gereken Müslümanları harekete geçirmiyorsa bunun nedeni nedir? diye sormak her halde isabetli bir soru olacaktır.

Bütün olumsuzluklara rağmen Sahabeler, tek vasıtaları kalem ve kelam yani elden ele, konuşarak ve izah ederek taşınan bu akide ve onun davası göz kamaştıran bir hızla yer yüzünde yayıldı. Öyle ki, ta Çin settine bu davayı bizzat o güzide sahabeler götürdü. Batıya yine sahabeler götürdü. Bu azim, bu enerji, bu güç nereden geliyor yoksa onlar farklı mı yaratıldılar?!. Bu akide bizlerden farklı şeyi değil, aynı şeyi talep ediyor. Aynı enerjik, coşkulu hareketi bizden de bekliyor. Ama bizler hala yatıyorsak hareket etmiyor canla başla çalışmıyorsak sebep nereden kaynaklanıyor?

Öyle ki, sahabelerdeki etkinliği geçmişte Hattabın oğlu, köleyi efendi yaptı. Bu akide aynı kalarak bugün bizde bu etkiyi neden bırakmıyor öyleyse sorun nerede? Sorun meselelere derin, aydın bir şekilde bakmamızdan ve taklitten uzak bir şekilde meselelere yaklaşmamızdan kaynaklanmaktadır.

Büyük düğümü çözmek ve bütün sorunları aşmak ancak meselelere derin ve aydın bakışla mümkündür. İslam akidesi ve özellikleri bu neticeye ancak derinlikle ve aydınlıkla ulaşılabilir. Yüzeyselliğin insanda pozitif hiçbir etkisinin olamadığını, ancak insanı alçalttığını insanı geri bıraktığını belirterek yazımızı noktalıyoruz.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.” (Bakara 164)

GENEL HÜKÜMLER

1- Ümmet, İslâm'a bir akide, bir nizam, muayyen bir yaşayış tarzı, ona göre hayatını sürdürdüğü, bir hayat bakışı, dünyada uğruna yaşadığı ve bütün dünyaya götüreceği bir fikrî liderlik ve alemşümul bir risalet olarak inanmıştır.

2- İslâm, insanın Rabbisiyle, nefsiyle ve başka insanlarla olan ilişkisini tanzim için Allahu Teâlâ'nın Efendimiz Muhammed (SAV)'e indirdiği semavî dindir.

3- İslâm, ancak Kitap ve Sünnet ile temsil edilir.

4- Kitap ve Sünnet, Allah tarafından vahy yolu ile Efendimiz Muhammed (SAV)'e indirilmişlerdir. Kitap, hem lafzı hem de manası Allah tarafından vahy edilendir. Sünnet ise, manası Allah'tan, lafzı Resul (SAV)'den olmak üzere vahy edilendir.

5- Mükellef olan her müslümanın, bütün fiil ve davranışlarında şerî hükümlere bağlı kalması farzdır. Allah'a kulluk vasfına haiz bir kimsenin fiillerinden herhangi birini Şari‘in hitabından gelenin dışında yani şerî hükmün dışında yapması helâl olmaz. Nitekim Allahu Teâlâ; "Hayır, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları müddetçe iman etmiş sayılmazlar..." [1] Hz. Peygamber ise bir hadisinde; "Bizim bu emrimize uygun olmayan bir işi işleyen bir kimsenin işi red edilir."[2]

Allahu Teâlâ: "Resul size neyi getirdiyse onu alın. Sizi neden yasakladıysa onu da bırakın."[3] buyurur. O halde şerî hükme bağlı kalmak İslâm akidesinin gereğidir. Bunun için Allahu Teâlâ;

"Hayır, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları müddetçe iman etmiş sayılmazlar..." [4] diye buyurmuştur.

6- İslâmî akide; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret Günü'ne, Hayrının ve şerrinin Allah'tan olduğu kadere iman etmektir.

7- Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur :

"Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5] Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır. Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur. Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]

8- Şerî hüküm, kesin delilden alınabildiği gibi zannî delilden de alınabilir. Nitekim, bütün şerî hükümlerde ahad haber delil kabul edilir. İbadete ait hükümler olsun, muamelâta ait hükümler olsun, cezalarla ilgili hükümler olsun veya bunun dışındaki hükümler olsun, ahad haberle sabit olmuşlarsa onunla amel vacip olur. Zira Resulullah (SAV); "Allah (C.C), benim sözümü işitip idrak ettikten sonra onu işitmeyenlere ulaştıran kulun yüzünü nurlu eylesin. Nice bilgi taşıyan kimse vardır ki, taşıdığını bilmez. Kendinden daha bilgili kimselere bilgi taşıyan bir çok insan vardır." [8] Bu hadiste Resulullah "kul" kelimesini çoğul değil tekil olarak kullanmıştır. (abd) "Kul kimse" kelimesi hem tek bir kimse için, hem de bir kişiden fazla kimselere kullanılabilir. Ayrıca Peygamber (SAV) aynı zamanda on iki elçiyi on iki krala İslâm Daveti'ni yaymak için her birini teker teker olarak göndermiştir. Eğer bir kişinin yaptığı davete uymak mecburiyeti olmasaydı, Peygamber (SAV) tebliğ için bir kişiyi göndermekle yetinmezdi. Şerî hükümlerde bir kişinin verdiği haberle amel edilebileceği üzerinde sahabenin icmaı gerçekleşmiştir.

9- Akide ve itikad, aynı anlamı taşırlar ki, bu da imandır. İman ise; bir delile dayalı vakıaya uygun kesinlik ifade eden tasdiktir. İmanın sahih olabilmesi yani akide olabilmesi için tasdik sırasında bu üç unsurun (kesin olması, vakıaya mutabık olması ve delile dayalı olması unsurlarının) bir arada bulunması lazımdır. Bunun için, Haber-i Ahadı kesin olmayan bir şekilde tasdik etmek haram olmaz. Çünkü, sadece tasdik itikat sayılmaz.

10- Şerî hüküm; iktiza ya da tahyir veya vaz‘i olarak Şari‘in kulların fiillerini ilgilendiren hitabıdır. Buna göre, Şari‘in hitabı, hüküm demektir. Bunun için Şari‘in hitabı olmayana şerî hüküm olarak itibar edilmez. Hüküm; kulun fiilini ilgilendiren mesele hakkında görüş ortaya koymaktır. Bu görüş, eğer Şari‘ tarafından gelmişse o, şerî hükümdür. Şari‘ tarafından gelmemişse o şerî hüküm değildir. Sahih bir içtihad neticesinde istinbat edilen şerî tarifler ve küllî kaideler de şerî hükümler olarak itibar edilirler.

11- Akide ve şerî hüküm, her biri birer fikirdir. Fakat bunlar, bu fikirle alakaları oranında değişiklik arzederler. Eğer fikir, kulun fiilini ilgilendiriyorsa bu şerî hükümdür. Bu, ister iman edilecek şeyleri ihtiva etsin isterse etmesin aynıdır. Eğer kulun fiilini ilgilendirmeyip sadece kalp ile ilgili fiillerle alakalı ise, yani tasdik etmeyi veya etmemeyi ihtiva ediyorsa bu, akidedendir. Meseleye Şari‘in hitabının geliş şekline göre bakılır. Eğer bu hitap bizden, iman etmeyi gerektiren şeyleri isteyip kıssalar ve gayb ile ilgili haberler gibi, amelle alakalı herhangi bir şeyi istemiyorsa, bu akideyi ilgilendirir. Eğer Şari‘in hitabında akide değil de amel ile ilgili bir husus isteniyorsa o takdirde bu, şerî hüküm sayılır. Meselâ ;

"Allah'a ve Resulü'ne iman ediniz." [9]

"Allah her şeyin yaratıcısıdır." [10]

"Hani İbrahim beytin temellerini yükseltiyordu." [11]

"Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır." [12] ayetlerinde olduğu gibi kapsamları itibarı ile bir ameli içermeyen naslar akide ile ilgilidir.

"Eğer o kadınlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse onların ücretlerini verin." [13]

"Allah alış verişi helâl, faizi haram kıldı." [14]

"Şayet onlar vazgeçer veya nikah düğümünü elinde bulunduran kimse vazgeçerse...." [15]

Ve Resulullah (SAV)'in;"Fatihasız namaz yoktur." [16] sözünde veya, "İki satıcı ayrılmadıkları müddetçe muhayyerdirler." [17]

"Biriniz son teşehhüdü bitirdiği zaman dört husustan dolayı Allah'a sığınsın; Cehennem azabından, Kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden ve Deccal-Mesih şerrinden." [18]

Bu ayet ve hadislerde de olduğu gibi, muhtevası herhangi bir amel yapmayı talep eden şerî nasslar, şerî hükümlerden sayılır. Eğer Şari‘in hitabında yeni fikirlerden bir husus gelmemişse; o takdirde o fikirlerin vakıaları anlayabilen uzman kişiler tarafından anlaşılır. Ondan sonra bu vakıanın neviyle ilgilenen şerî nass veya onun türünü ilgilendiren illeti içeren husus anlaşılmaya tabî tutulur. Eğer o olay nassın muhtevasına girerse, o nassın hükmü, o olaya (vakıaya) tatbik edilir. Bu hüküm amelle ilgili olabileceği gibi, akideyi ilgilendiren bir husus da olabilir. İlletinden dolayı nassın hükmü altına giren hususlar da Şari‘in hitabından sayılır. Çünkü Şari‘in hitabı, onun hükmünü ortaya koymuştur. İşte bütün fikirler böyledir. Kulun fiilini ilgilendiren her fikir şerî hükümlerdendir. Kulun fiilini ilgilendirmeyen her fikir akideden sayılır.

12- Ümmet; tek bir akidenin bir araya getirdiği, nizamlarının da o akideden kaynaklandığı ve fışkırdığı insan topluluğudur. İslâmî akidenin bir araya getirdiği toplum İslâm Ümmetidir. İslâmî akide ise, şerî hükümlerin kendisinden fışkırdığı asıldır ve müslümanlar da tek bir ümmettir.

13- Müslümanları birbirine bağlayan bağ, İslâmî akidedir. Bu akideden İslâm kardeşliği ortaya çıkar. Nitekim Allah (C.C);"Ancak müslümanlar kardeştir." [19] diye buyurur. Resulullah (SAV) ise;"Müslüman müslümanın kardeşidir." [20] diyor. Böylece İslâma iman ile müslümanlar kardeş olmuşlardır.

14- Devlete halkı bağlayan bağ ise İslâmî akide olmayıp tabiiyettir. Tabiiyeti taşıyan herkes tabî oluşundan dolayı hakettiği bütün haklara sahip olduğu gibi, mükellef olduğu bütün görevlerden Müslüman olmasa dahi sorumludur. Tabiiyet niteliğini taşımayan bir kimse, müslümanların sahip olduğu hakları ve mecbur olduğu yükümlülükleri taşımaz. Şeriat; bu hakları zimmîye garanti etmiştir. Resulullah (SAV)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Aç olanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri çözün." [21] Ebu Ubeyde bu hadisi naklettikten sonra şöyle demektedir : "Aynı şekilde zimmîler de öyledir. Onların haklarını korumak için savaşa gidilir, esir olanları serbest bırakılır, kurtuldukları zaman tekrar hür olarak zimmet ve ahitlerine dönerler. Bu konuda bir çok hadis mevcuttur." İslâm sultası altında yaşamak için bulunduğu yerden hicret etmeyen bir müslümanın, İslâm otoritesi altında yaşayan müslümanların sahip oldukları hak ve görevlerden mahrum olması tabiîdir. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilir :

"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara bildir." [22]

Bu hadis, küfür diyarında yaşayan müslümanların bizim sahip olduğumuz haklara sahip olabilmeleri ve yapmakla yükümlü bulunduğumuz şeylerden sorumlu olabilmeleri için göç etmeyi (ülkelerinden Dâr-ül İslâm'a göç etmeyi) şart koşan bir nasstır.

15- Tabiiyetlik; İslâm Devleti'ne ve İslâm Nizamına bağlılığı göstererek İslâm otoritesiyle idare edilen Dâr-ül İslâm'ı (İslâm ülkesini) daimi ikâmet yeri olarak ittihaz etmektir.

16- Kavmiyetçilik (milliyetçilik), çirkin bir çığırtkanlık ve İslâmî birliği parçalayan bir ırkçılıktır (kafatasçılıktır). İslâmiyet onu haram kılmıştır. Resulullah (SAV);

"Cahiliyye taassubu olan milliyetçilikle iftihar eden birisini gördüğünüz zaman kinaye kullanmadan ona babasının şeyini (zekerini) ısırtın." [23] buyuruyor. Cahiliyye taassubu olan milliyetçilik hakkında da; "Onu bırakın, zira o kokuşmuştur." [24] demektedir. Müslim, Resulullah (SAV)'den şöyle rivayet eder :

"Kim bir milliyete taassubundan dolayı kızgınlık göstererek ya da asabiyete (milliyetçiliğe) davet ederek ya da milliyetçiliğe yardım ederek savaşır ve öldürülürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur." [25]

Kâfir devletler, müslümanlar arasına bu kavmiyetçilik ve ırkçılık propagandasını yaydıkları zaman, müslümanların birliğini parçaladılar, onları çeşitli kavimlere ve ırklara ayırdılar. Müslümanlar arasında Türk Milliyetçiliği, Arap Milliyetçiliği, Kürd Milliyetçiliği ve İran Milliyetçiliği gibi duygular alevlenince İslâm ümmetinin safında çatlaklar meydana gelerek müslümanların birliğini dağıtıp, devletini kökünden parçaladı, memleketleri birbirinden ayırdı. Bu tehlike İslâm ümmetini helâk etti ve İslâm Devleti'ni yıktı. Milliyetçilik, müslümanlara tahakküm ettiği zaman onları çeşitli ümmetlere böldü. Ülkelerinin arasına geçilmesi hatta üzerine köprü kurulması dahi mümkün olmayan hendekler kazıldı. Aralarında kurşundan duvarlar gibi sınırlar konuldu ve birbirine karşı savaşır hale getirildiler. İşte bunun için milliyetçiliğe davet etmek büyük bir günah ve çirkin bir iştir. Milliyetçilik davasına sarılmak ve onu bir bağ olarak ittihaz etmek hem İslâm'ın hem de müslümanların hakkına karşı büyük cinayet ve günah işlemektir. Bu nedenle, milliyetçiliğe karşı savaşmak ve ona davete karşı koymak cihadın farziyeti gibi farzdır. Milliyetçilik, ne kadar günah ve şer ise, vatancılık ve mezhepçilik de o kadar günahtır. Bu gibi faaliyetlerin hepsi İslâm ümmetini parçalamaya ve zayıf düşürmeye götürür. Milliyetçilik, vatancılık ve mezhepçilik mefhumlarına çağıranlara, en büyük azabı görmeye müstehak mücrimler muamelesi yapılır.

17- İslâm beldeleri olsun olmasın bütün dünya iki statü içerisinde mütalaa edilirler. Dâr-ül İslâm ve Dâr-ül Harb veya Dâr-ül Küfür. Bir üçüncüsü ise kesinlikle yoktur. Dâr-ül İslâm; İslâmî otoritenin hakim olduğu ve İslâm hükümlerinin tatbik edildiği, emniyetin de müslümanların gücü ve otoritesi ile sağlandığı yerdir. Dâr-ül Küfür, bir başka ifade ile Dâr-ül Harb ise; İslâmî otoritenin hakim olmadığı, İslâm hükümlerinin tatbik edilmediği ve emniyetin müslümanlardan başka otoriteler tarafından sağlandığı yerdir. Çünkü "Dâr" kelimesinin "Harb" veya "Küfür" kelimesine izafeti, yahut "Dâr" kelimesinin "İslâm'a" izafeti hükme ve otoriteye izafedir. Orada oturanlara ve beldeye değil. (Hangi sistemin egemenliği hakim ise orası o sistem adıyla anılır. Orada oturanların kimliği önemli olmadığı gibi, ülkelerin durumu da önemli değildir. Önemli olan orada hakim olan otoritedir.) Zira Resulullah (SAV) İslâm otoritesi altında bulunan yeri Dâr-ül Muhacirin olarak kabul etmiş ve oraya gelenlerin İslâm ahkâmından yararlanabileceklerini ifade etmiştir. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste;"Sonra onları kendi ülkelerinden Dâr-ül Muhacirine göçe davet et." [26] diyerek İslâm'ın egemen olmadığı beldelerinden İslâm'ın egemen olduğu beldelere göç etmelerini emretmiştir. Ve devamla dedi ki: "Onlara bildir ki eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları bütün haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumluluklarına da ortak olmuş olurar." [27] Böylece Resulullah (SAV), hükümleri göç etmeye bağlı kılmıştır. Muhacirlerin, yani İslâm sultası altında yaşayanların sahip olduğu her türlü hak ve sorumluluklara sahip olabilmeleri için göçü şart kılmıştır. O halde "Dâr" (ülke) orada hakim olan egemenliğe, hükümlere ve emâna göre değerlendirilir. Eğer bu üç şart, İslâm'a göre var ise orası Dâr-ül İslâm, eğer küfre göre var ise orası da Dâr-ül Küfür olur.

18- Dâr-ül Harb'de yani Dâr-ül Küfür'de daimi olarak yaşayan bir kimse Dâr-ül İslâm'a ancak emânla (izinle) girebilir. Yani giriş için özel bir izin alması gerekir. Zira harbî, emânsız olarak Dâr-ül İslâm'a girmekten men edilir. Fakat ülkesi bir İslâm ülkesi olup kendisi Hilâfet'ten dışarıda olması ya da ülkesi Hilâfet'in sultasına (otoritesine) birleşmemiş olması gibi bir halden dolayı kendisi Halifenin otoritesi altında olmayan kimse emânsız yani izinsiz olarak Dâr-ül İslâm'a girer. Bu durumda olan bir kimse Dâr-ül İslâm'a girdiğinde ona uygulanacak olan hüküm Halifenin sultası altında yaşayanlarla aynıdır. Aralarında herhangi bir fark yoktur.

19- İslâm beldeleri; müslümanların oralarda İslâmî otorite ve egemenliği ile hükmetmiş oldukları ve İslâm hükümlerinin uygulanmış olduğu yerlerdir. Bu yerler ister Kafkaslar gibi müslümanların halen yaşadığı yerler olsun veya İspanya adıyla bilinen Endülüs gibi müslümanların kovulduğu ve kâfirlerin vatan edindikleri yerler olsun aynıdır. Madem ki müslümanlar oralarda İslâm'ın hakimiyeti altında hükmetmişler, öyleyse bu beldelerin hepsi İslâm beldeleridir. Bu beldelerdeki araziler İslâm'ın hakimiyeti altına girdiği zaman hangi hükmü taşımışsa bugün de aynı hükmü taşır. Eğer o topraklar Endülüs gibi fetih ile alınmışsa o arazi haracî arazi sayılır. Endonezya halkı gibi kendiliğinden müslüman olmuş ise, o arazi de öşrî arazî sayılır. Aynı şekilde geçmişte İslâm'ın hakimiyeti altına girmemiş fakat halkının çoğu müslüman olan yerler de İslâm beldeleridir. Çünkü orada yaşayan halk o topraklar üzerinde müslüman olmuşlardır.

20- İslâm beldelerini birleştirmek müslümanlar üzerine farzdır. Çünkü İslâm, birden fazla İslâm Devleti'nin bulunmasını haram kıldı. Zira birden fazla halifenin bulunması haram kılınmıştır. Nitekim Resulullah (SAV) bir hadisinde;

"Kim bir imama biat ederse avucunun içini verir ve kalbiyle ona bağlanırsa gücünün yettiğince ona itaat etsin. Eğer bir başkası da ortaya imam olarak çıkarsa onun boynunu vurunuz." [28] buyuruyor. Görülüyor ki bu hadis İslâm Devleti'nin iki devlete bölünmesini nehyediyor. Çünkü, halifenin çatışması ülkenin bölünmesine ve orada ikinci bir halifenin bulunmasına neden olur. Yine Resulullah (SAV): "İki halifeye biat edildiği zaman son biat edileni öldürün." [29] Bu nedenle İslâm beldelerinde iki halifenin bulunması yasaklanmıştır. Çünkü, iki halifeye biat etmek iki devletin kurulması demektir. Halbuki, bütün bu nasslar birden fazla devletin bulunmasının haram olduğuna açıkça delildir. Şayet, birkaç devlet ortaya çıkarsa haram bir iş işlenmiş olduğundan bunun ortadan kaldırılması ve bir devlet haline getirilmesi farzdır.

21- Müslüman olmayanlar, dinin usullarında da ve furularında da müslümanlarla eşit olarak İslâmî hükümlerin muhatabıdırlar. Zira İslâm bütün insanlar için gelmiştir. Allah (C.C); "Biz seni ancak bütün insanlara gönderdik." [30] buyurur. Allah Subhanehu ve Teâlâ onları furuatın bir kısmından açıkça sorumlu tutmuştur. İbadeti emreden ayetler kâfirleri de kapsamakta-dır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmuştur :

"Ey insanlar, Rabbinize ibadet ediniz." [31]

"Kâbe'yi ziyaret etmek (Haccı yapmak) Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." [32] Eğer onlar furuatla sorumlu olmamış olsalardı, Allah onların üzerine azabı vaadetmezdi. Allahu Teâlâ müşrikler için şöyle buyurmuştur:

"Zekatı vermeyen müşriklere yazık olsun." [33]

"O ne tasdik etti ne de namaz kıldı. O sadece yalanladı ve yüz çevirdi." [34]

"Sizi (sakara) cehenneme koyan şey nedir? Onlar; biz namaz kılanlardan değildik, miskine yedirmezdik, dalanlarla beraber dalardık ve biz ahiret gününü yalanlardık." [35] Bütün bu ayetler, kâfirlerin bazı emir ve nehiylerden sorumlu olduklarını sabitleştiriyor. Bu ayetlerde olduğu gibi, diğer emir ve nehiylerle de kâfirler İslâmî hükümlerden sorumludurlar. Böylece onlar usul ile sorumlu oldukları gibi furu‘ ile de muhatapdırlar. Ancak onlar hiç bir zaman inançlarını değiştirme mecburiyetinde bırakılmazlar. Aynı zamanda onlar akidelerinden kaynaklanan hükümleri değiştirmek için de zorlanmazlar. Resulullah (SAV)'in onların amellerinden görüp sükut ettiği hususlara sükut edilir. O öyledir. Zira, Allahu Teâlâ; "Dinde zorlama yoktur." [36] diye buyurmaktadır. Resulullah (SAV) ise bir hadisinde şöyle buyurur :

"Yahudilik ve Hıristiyanlık dininden olanlar bu dini terk etmek için zorlanmazlar." Buna göre onlar inandıkları ve ibadet ettikleri şeyler üzerinde terk edilirler. İçki içmeleri ve evlenmeleri gibi fiillerden Resulullah (SAV)'in kendilerini serbest bıraktığı herhangi bir fiilde biz onlara taarruz edip karışmayız. Bunların dışındaki, ukubatlarda ve muamelatlardaki hükümler, müslümanlara uygulandığı gibi onlara da aynen uygulanır. Yalnız diplomatik elçiler bundan müstesnadır. Diplomatik dokunulmazlık denilen bu husus Resulullah (SAV)'in, Müseyleme'nin gönderdiği iki elçisine söylediği şu hadisten anlaşılmaktadır :

"Eğer elçiler öldürülselerdi ikinizin de boynunu vururdum." [37]

22- Babaları İslâm'dan dönenler, babaları mürted olduktan sonra dünyaya gelenler, yani mürted ve kâfir ana-babadan doğanlar, mürted olarak değerlendirilmeyip, kâfir olarak değerlendirilirler. Zira onlar kendileri İslâm'dan dönmediler. İslâm'dan dönenler onların atalarıdır. Bundan dolayı onlara mürted hükmü tatbik edilmez. Onların kâfir olarak değerlendirilmeleri ise, kâfir ana ve babadan doğduklarındandır. Kâfir ana ve babadan dünyaya gelen herkes kâfirdir. Bu hususta İbni Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir :

"Nebî (SAV) Ukbe b. Ebî Muayt'ı öldürmek istediği zaman, 'çocuğun durumu ne olacak' denince; Resulullah (SAV) : Onun yeri ateştir." [38] dedi. Bir başka rivayette ise, o (SAV) dedi ki: "Ateş, hem onlar hem de babaları içindir." Nebî (SAV)'e müşriklerin arasında yaşarken kadın ve çocuklarına bir felaket gelen insanların çoluk-çocuklarının durumu sorulduğunda;"Onlar da onlardandır" [39] dedi. Babaları dinden dönmüş olan kimseler, dönmüş oldukları dine göre muamele görürler. Eğer bu din, Hıristiyanlık veya Yahudilik ise; yahudi veya hıristiyan muamelesine tabî tutulurlar. Yani ehli kitap muamelesi görürler. Eğer müşrik iseler müşriklere uygulanan muameleye tabî tutulurlar. Kestikleri yenmez ve kadınları ile nikahlanılmaz.

23- Kapitalizm, komünizm gibidir. Zira, her ikisi de küfürdür. Sosyalizm, bütün çeşitleriyle küfürdür. Nitekim, dini devletten ayırma inancı küfür akidesidir. Materyalizm (maddecilik) ve maddenin gelişmesi (madde tekamülü ya da evrim) inancı da küfür akidesidir. Devlet sosyalizmi veya ziraî sosyalizm ve bunlara benzeyen her türlü sosyalizm de küfürdür. Hıristiyanlık bir küfür dini olduğu gibi kapitalizm de bir küfür ideolojisidir. Yine yahudilik dini küfür dini olduğu gibi sosyalizm de bir küfür ideolojisidir. Çünkü bunların hepsi de küfür milletleridir. Küfür ise tek millettir.


[1] Nisa : 65

[2] Müslim, Akdiye, 3243

[3] Haşr : 7

[4] Nisa : 65

[5] Necm : 28

[6] En'am : 117

[7] Nisa : 157

[8] İbni Mace, Mukaddime, 232

[9] Hadid : 7

[10] Zümer : 62

[11] Bakara : 127

[12] İnsan : 15

[13] Talâk : 6

[14] Bakara : 275

[15] Bakara : 237

[16] Tirmizi, Salat

[17] Buhari, Buyu’, 1967

[18] Ebu Davud, Salat, 833

[19] Hucurat : 10

[20] Ebu Davud, İman, 2834

[21] Buhari, Mardi, 5217

[22] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[23] Ahmed b. Hanbel, Ensar, 20285

[24] Müslim, Birr, 4683

[25] Nisa, Tahrim, 4045

[26] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[27] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[28] İbni Mace, Fitne, 3946

[29] Müslim, İmarat, 3444

[30] Sebe' : 28

[31] Bakara : 21

[32] Ali İmran : 97

[33] Fussilet : 6-7

[34] Kıyamet : 31-32

[35] Müdessir : 42-46

[36] Bakara : 256

[37] Ebu Davud, Cihad, 2380

[38] Ebu Davud, Cihad, 2311

[39] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3282

İSLAM'DA YÖNTEMİN ÖNEMİ

Sonsuz nimetleri ile bizi nimetlendirmesi yanı sıra nimetlerin en büyüğü olan iman ve İslâm nimeti ile mü’minlerden kılarak onurlandıran, risaletinde bize Şeriat ve minhaç / yöntem vererek yolumuzu mustakim kılan Alemlerin Rabbı Yüce Allah’a sonsuz hamdü senalar olsun. Neye nasıl iman edeceğimizi bize öğreten, hayat ve izzet kaynağı İslâm’ı getiren şanlı Rasul Efendimiz Muhammed Mustafa’ya, âline, ashabına ve onlara ihsan ile tâbi olan tüm mü’minlere selât ve selâm olsun. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

“Ey iman edenler! Sizi size hayat verene çağırdıklarında Allah ve Rasulüne uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbini ayırır. Ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.”[1][1]

Bilindiği gibi Allah ve Rasulü’nün tüm iman edenleri ve hatta tüm insanları çağırdığı şey bir bütün olarak İslâm’dır. O halde Allahu Teâlâ bu ayeti kerimede İslâm’ı mü’minler için “hayat veren” olarak vasfetmiştir. İslâm; mü’minlerin güç, kuvvet, izzet, nusret, canlılık, aksiyon, dinamizm, kalkınma, ilerleme, lider ümmet olma menbaı, kısaca hayat iksiridir. İşte müslümanlar böylesine büyük bir nimete yani servete sahiptirler. Bu servetin kadri kıymetini ve ondan yararlanma yolunu bildikleri sürece müslümanlar hayat buldular. İnsanlık alemi içinde “vasat / seçkin ümmet”, “şahit ümmet” konumlarını muhafaza ettiler, kalkındılar, ilim ve teknolojide ilerlediler. Yeryüzünde Allah’ın kelimesinin / risaletinin yücelmesi, yani Allah’ın dinini hakim kılarak insanların kula kulluktan kurtulup sadece Allah’a kul olmaları, hidayete ermeleri için cihad eden “hayırlı ümmet” oldular.

Ne var ki, bugün itibarı ile müslümanlar, bu konumlarını kaybetmiş durumdadırlar. Zira onlar geri kalmış, sersefil, her türlü servete sahip olmalarına rağmen varlık içinde yokluk çekiyorlar, zayıf, dağınık, yenik, perişan durumdadırlar. Neden?!...

İşte bu sorunun cevabını iyice idrak etmedikçe, müslümanlar içinde bulundukları durumdan asla kurtulamıyacaklardır.. Onlar, kendilerine hayat veren dinlerini mi kaybettiler, İslâm yok mu oldu?!.. Elbette ki hayır. İslâm yok olmadı. İslâm ilk indirildiği gibi tertemiz, taptaze, hayat iksiri olarak varlığını devam ettirmektedir. Ona hiçbir zaman batıl ilişmeyecektir. Zira İslâm, Allah’ın bizzat korumasını üstlendiği “zikridir” / risaletidir. O halde bugün müslümanlar genel olarak neden ondan hayat bulamıyorlar?!... Neden?!... Bu sorunun cevabını şöyle özetlemek mümkündür:

* Müslümanların o hayat menbaına bakışları değişti. Ona bir hayat menbaı, bir hayat iksiri olarak bakmıyorlar. Dolayısıyla onun kadri kıymetini bilmiyorlar ve ona sımsıkı sarılmıyorlar. Dertlerinin devasını, hastalıklarının şifasını yani sorunlarının çözümünü ondan başka yerde arıyor- lar. Bu, İslâm’a bağlanma yani İslâm akidesine itikat / iman etmek yöntemine tâbi olmaktan kaynaklanmaktadır.

* Müslümanların o hayat menbaını ve iksirini izah eden kılavuzu anlamada ve hayatla irtibatlandırmada zaafiyetleri var. Bu da İslâmî düşünmek yöntemine tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır.

* Müslümanların o hayat menbaından yararlanma kılavuzunu doğru kullanmama zaafiyetleri var. Bu da fıkıh usulüne / yöntemine, ayrıca Kur’an ve Sünneti anlamak yöntemine hakkıyla vakıf ve tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır.

* Müslümanların bu hayat menbaını bireysel ve toplumsal hayatın her alanında uygulama ve tüm insanlığa taşıyamama zaafiyetleri var. Bu da İslâm’ın fertte şahsiyet ve toplumda sistem olarak uygulanması, korunması, taşınması yöntemine tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır

Görüldüğü gibi müslümanların asıl sorunu; fikir, din, çözüm, kaynak, ilim, servet, ilaç yokluğu sorunu değildir. Asıl sorun “yöntem” sorunudur. Bütün bu çözüm, şifa ve hayat kaynağını anlama, kullanma, uygulama yöntemini hakkıyla kavramama sorunudur. Zira;

-Yöntem; bilginin, ilmin, reçetenin yerinde ve verimli kullanılmasını sağlar. Böylece ferdî ve toplumsal bazda fikrî ve fiilî kalkınma hasıl olur.

-Yöntem olmaksızın bilgi, ilim, fikir, çözüm doğru bir şekilde kavranılmaz ve yerinde kullanılmaz. Dolayısıyla onlar hayata geçmez, semerileri de görülmez.

-Yöntem, kişiyi bilgi kirliliğinden ve zihinsel karmaşadan korur.

Allahu Teâlâ, her ümmete olduğu gibi İslâm ümmetine de dinini Şeriat ve Minhaç / yöntem bütünlüğü içinde bir sistem olarak göndermiştir. Nitekim şöyle demiştir:

لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا

“..Herbirinize bir Şeriat ve Minhaç / yöntem verdik...”[2][2]

Bu ayetin ışığında bakıldığında görüleceği gibi İslâm’ ın her konuda kendisine özgün yöntemi vardır:

- İtikatta / inançta yöntem,

- Fıkıhta / amelde yöntem,

- Düşünmede yöntem,

- İslâmî şahsiyet oluşturmada yöntem,

- Kur’an ve Sünneti anlamada yöntem,

- İslâm’ı uygulama ve taşımada yöntem.

Müslümanlar hemen hemen her konuda İslâm’ın yöntemini ihmal ettiler. Onun için İslâmî bilgi, ilim, kültür servetinden yararlanamaz hale geldiler.Bu servetten çözün üretme, bu menbaadan beslenme, şifa ve hayat bulma melekelerini kaybettiler. İslâm dışı bilgi, anlayış ve kaynaklar ile kirlenmekten korunamaz hale geldiler. Dolayısıyla cahiliyye / İslâm dışı anlayış ve kaynaklardan beslenmeleri neticesi hastalandılar ve hatta ümmet olarak komaya düştüler.

İşte müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz bu vahim durumdan kurtulmanın tek yolu olan hayat menbaımızdan tekrar beslenebilmemiz için, unutulan ya da unutturulan “usul / yöntem” konusuna dikkat çekmek ve bu husustaki bilgisizliği, belirsizliği, muğlaklığı giderme sürecine bir katkıda bulunmak niyet ve umudu ile yöntem hakkında karınca kadarınca misali çalışmalar yapmaktayız.

Rabbımızdan bu çalışmalarımızdaki niyet ve kastımıza ulaşmaya bizleri muvaffak kılmasını niyaz ediyorum. Yalnız O’na kulluk eder, yalnız O’ndan yardım dileriz...



[1]Enfal: 24

[2]Maide: 48

AHMED KILIÇKAYA tarafından yazıldı.

Pazar, 29 Kasım 2009 18:49

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder