26 Ağustos 2014 Salı

DOĞRU, SAHİH BİR İSLÂM'İ KİTLEDE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER

Doğru bir İslâm’i kitlede bulunması gereken özelliklere geçmeden önce, asrımızdaki kalkınma hareketlerinin, İslâm’i cemaatlerin neden yanıldıklarını belli başlı birkaç noktada özetlemekte fayda vardır. Bunlar;

a- Sınırlandırılmamış genel bir düşünceye dayanıyorlardı. Hatta bu düşünceler berraklık ve safiyetten uzak, kapalı düşüncelerdi. İnsanlara neleri anlatacaklarını, nelere çağıracaklarını açık ve net bir şekilde bilmiyorlardı.

b- Düşüncelerini uygulama metodundan yoksun idiler. Sahip oldukları düşünceleri uygulayabilmek için, sahip oldukları akidelerinden kaynaklanan metodu uygulamaktan ziyade, içerisinde yaşadıkları toplumun, hayat şartlarının ortaya koyduğu çözümleri, metotları uyguladılar.

c- Hareket sahih bir irade ve uyanıklığın yerleşmediği kişilere dayanıyordu. Bu kişilerde ise, sahih bir fikirden kaynaklanan fikirler değil, sadece istek ve heyecan hakimdi. Diğer bir ifade ile başlangıçta hareketin başlatıcısı konumundaki insanlar, insanlara neyi, nasıl götüreceklerini, daha doğrusu İslâm'ı tam anlamıyla bilmediklerinden dolayı heyecanla, duygularıyla hareket ediyorlardı. Çevrelerinde gördükleri birçok olay onları etkiliyor ve ardından da başkalarının yapmakta oldukları işleri bunlar da yapmaya kalkışıyorlardı.

d- Bu hareketlerin yükünü üzerine alan şahıslar arasında doğru bir bağ bulunmamaktaydı. Onları bir araya getiren şey sadece sözde işler ve çeşitli isimler altında oluşan teşkilatlanmalardı.

Bu kısa girişten sonra sahih bir kitlede bulunması gereken özellikleri sıralayabiliriz:

1- Başlangıçta ideolojiyi tam anlamıyla kavramış, duyguları fazla gelişmiş bir kişinin varlığı:

Sahih bir kitleleşmenin olabilmesi için başlangıçta bu kitleyi oluşturup inandığı fikirleri topluma götürecek ve bu fikirlerle toplumu değiştirecek olan bir kişide, ideolojinin çok açık ve net çizgileri ile ortaya konulmuş olması gerekir. Genelde bütün kitleleşmeler başlangıçta bir kişinin ortaya attığı fikirlerle başlar. Diğer bir ifade ile duyguları ileri düzeyde gelişmiş, çevresinde gelişmekte olan olayları çok süratli bir şekilde kavrayan, toplumun içerisinde bulunduğu çöküntüyü hisseden, değişikliğin yapılması gerektiğine karar veren bir kimse sahip olduğu düşünceleri çevresindekilere açıklar. Böylece kitlenin ilk hücresini oluşturmaya çalışır. Kitleleşme hareketini başlatan kişide ideolojinin, yani inandığı akidenin ve insanların problemlerini çözmeye yönelik olarak bu akideden çıkan çözümlerin tam bir açıklıkla bulunması gerekir. Eğer liderde bu özellikler bulunmazsa başlatılan kitleleşmenin başarısızlığa mahkum olması kaçınılmazdır. Bu konuda Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatına baktığımız zaman Allah'ın Resulünün şahsında bu özelliklerin tamamının var olduğunu görürüz.


Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Mekke'de peygamberlikle görevlendirilmesinin ardından Allahu Teala'nın;

قم فأنذر "Kalk ve uyar" (Müddessir 2) emrine uyarak hemen insanları uyarmaya başladı.

İçerisinde yaşadığı toplumu değiştirmek ve onları sahih bir toplum haline getirmek, diğer bir ifade ile kula kulluktan yalnızca Allah'a kul olma haline getirmek için görevlendirilen Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem insanlara neleri, nasıl anlatacağını, ne zaman ve nerede neleri yapması gerektiğini Allahu Teala'dan gelen vahiy ile çok net bir şekilde biliyor ve kitleleşmesini de buna göre tanzim ediyordu. Allahu Teala'dan gelen vahye istinaden başlangıçta insanları İslâm'a gizlice davet ediyor, Ebu Bekir, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebu Talip, Osman b. Affan, Zübeyir b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah gibi insanların İslâm'ı kabullenmeleri ile ilk çekirdek kadroyu oluşturuyor ve bu kadro ile Allahu Teala'nın;


فاصدع بما تؤمر وأعرض عن المشركين "Emrolunduğun şeyi onların kafalarını çatlatırcasına anlat ve müşriklerden yüz çevir." (Hicr 94) ayeti ininceye kadar gizli olarak kitleleşmesini sürdürüyordu.


Bu ayet indikten sonra kırk kişiye ulaşmış olan kitlesini iki saf halinde Erkam b. Ebil Erkam'ın evinden tekbir sesleriyle çıkartarak Kâbe'ye kadar götürüyordu. Bu aşamadan sonra ise yukarıdaki ayet gereğince toplumda varolan her türlü bozuk fikirle mücadeleye girişiyordu. Müşriklere liderleri hakkında inen ayetleri okuduğu gibi, kendilerinin ve tapmakta oldukları ilahlarının cehennemin odunları olduğunu bildiren ayetleri, ekonomik yaşantıları ile ilgili olarak inen ayetleri ve sosyal hayatları ile ilgili olan ayetleri de okuyordu. Müşriklerin liderlerinin Müslümanlara ve Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem’e karşı ne tür komplolar hazırladıklarını bildiren ayetleri de okuyarak onların tuzaklarından habersiz olmadıklarını ve hazırladıkları tuzaklara düşmeyeceklerini onlara anlatıyordu. Kendisine yapılan başkanlık, para ve kadın tekliflerini elinin tersi ile bir kenara iterek onlara asla yumuşaklık göstermiyordu. Peygamberliğin dokuzuncu yılından sonra kendisini hac için Mekke'ye gelen kabilelere arz ediyor, kendisine iman etmeleri ve devlet başkanlığını kabul etmeleri şartıyla kendisine yardım etmelerini onlardan istiyordu. Yine bu çerçevede Taif'e gidiyor ve aynı teklifi Taiflilere de yapıyordu. Taiflilerin kendisini çok çirkin bir şekilde karşılamaları ve dönüşte taşlattırmalarının ardından ellerini açarak en içten gelen duygularla Rabbine şöyle dua ediyordu:
"Ey Allah'ım kuvvetimin zayıflığını, takatımın azlığını ve insanlara karşı çaresizliğimi sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf düşmüşlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Bana kötü muamele yapan hidayetten uzak kimselere mi? Yoksa işimi eline verdiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı senden bir gazap yoksa ben bunların hiçbirine aldırmam. Senin af ve merhametin bunları bana göstermeyecek kadar geniştir. Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızana uzak kalmaktan, o karanlıkları aydınlığa kavuşturan, dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan senin ilahi nuruna sığınırım. Allah'ım sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah'ım her kuvvet ve her kudret ancak seninle kaimdir."
 

Bu görüşmelerin birinde Medine'den gelen Evs ve Hazrec kabilesinden altı kişiye de aynı teklifi yapıyor ve onlar İslâm'la şeref sahibi oluyorlardı. Ertesi sene gerçekleşen birinci Akabe biatı ve daha sonraki yıl gerçekleşen ikinci Akabe biatının sonucunda İslâm Devletinin ilk temeli atılmış oluyor, hicret dönemi başlıyordu. Hicret emrine istinaden sahabeler tek tek veya guruplar halinde Medine'ye hicret ederlerken biran önce hicret etmek isteyen Ebu Bekir'in; "Hicret ne zaman ya Rasulullah" sorusuna Allah'ın Resulü; "Acele etme belki Allah sana bir arkadaş bulur." diyerek vahye göre hareket ediyordu.

Kendisine de hicret izni geldikten sonra Ebu Bekir ile birlikte on iki günlük bir yolculuktan sonra Medine'ye varıyor ve hemen devlet başkanlığı vazifesini ifa ediyordu. Daha Medine'ye geldiği ilk günden itibaren Medine'de bir İslâm Devletinin kurulduğunu çevredeki diğer kabilelere kabullendirmek ve İslâm devletine karşı harekete geçmelerini önlemek üzere Hamza b. Abdülmuttalib, Muhammed b. Ubeyde b. El Haris, Sa’d b. Ebi Vakkas gibi çeşitli şahısların komutasında seriyeler gönderiyor, bir taraftan da Medine'de bir arada yaşamakta olan üç farklı din mensuplarının yaşantılarını düzenlemek üzere birtakım hususları dikte ettiriyor ve öncelikle Medine'de İslâm toplumunu oluşturmaya gayret ediyordu. Medine'deki bu İslâm toplumu içerisinde ortaya çıkan birtakım problemlerin çözümü için vahyin gelmesini bekliyor ve gelen vahye göre onların problemlerini çözüyordu. Hudeybiye anlaşması esnasında sahabelerin tümünün itirazlarına ve anlaşma şartlarından duydukları hoşnutsuzluğa rağmen onlara; "Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm, kesinlikle onun emrine muhalefet etmem." diyerek vahyin dışında hiçbir iş yapmadığını vurguluyordu.

Örnekleri daha da artırmak mümkündür. Ancak bütün bu örneklerden ortaya çıkan çok net birkaç husus vardır:
1- Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem yaptığı bütün işleri vahyin ışığı altında yapıyordu.
2- Nerede, ne zaman ve ne yapması gerektiğini biliyordu. Mekke'de başlatmış olduğu bir çalışmadan Medine'de devleti kurmasına ve vefatına kadar geçen süre içerisinde Allahu Teala'nın Resulünün hayatında kapalı, meçhul vb. hiçbir nokta yoktur.

Öyleyse günümüzdeki sahih bir kitlenin de bu özellikleri bünyesinde taşıması gereklidir. Ancak bunun için öncelikle kitlenin başındaki liderin bu özelliklere sahip olması gerekir. Lider nerede, ne zaman, hangi hareketi yapması gerektiğini her şeyden önce vahyin ışığında bilmelidir ki, hem kendisi hem de kitle doğru bir yol üzere yürüyebilsin. Elbette ki bu husus liderin öncelikle İslâm'ı çok mükemmel bir şekilde bilmesi ile gerçekleşebilecek bir husustur. Bugün bizlere vahy gelmeyeceğine diğer bir ifade ile hangi lider olursa olsun ona vahy gelmeyeceğine göre liderin, Allah'ın Resulünün vahiy ile bize bıraktıklarını yani Allahu Teala'nın Kitabını ve Resulünün Sünnetini mutlaka çok iyi bilmesi gerekir.

2- Sahih bir uyanıklığa sahip olmak:

Sahih bir uyanıklığa sahip bir kitle bu uyanıklığı sayesinde ana başlıklar altında aşağıdaki avantajları elde eder:


a- Sahih bir uyanıklık kitleyi ve kitlenin elemanlarını gerçek hedefe götürür.
b- Kitleyi ve kitlenin elemanlarını doğru görüşe götürür.
c- Mevcut devletin, İslâm düşmanlarının saptırmalarından korur.
d- Doğru çalışmaya sevk eder.
e- İslâm'a ve Müslümanlara düşman olanların hazırlamış oldukları tuzaklara düşmekten korur.

Sahih bir uyanıklığa sahip olmak kitlenin faaliyeti esnasında kitle içinden ve dışından, kasıtlı veya kasıtsız olarak kitleyi hedefinden saptıracak türden ortaya atılan fikirleri ve önerileri doğru bir değerlendirmeye tabi tutarak kitlenin asıl hedefinden sapmasına engel olur. Aynı zamanda samimi olanları veya olmayanları daha iyi değerlendirme imkânı elde eder. Örneğin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem içerisinde bulunduğu Mekke toplumuna davasını anlatırken Mekke'nin önde gelenleri Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e amcasını göndererek; "Yeğenine söyle bizim ilahlarımıza hakaret etmesin de ona ne isterse verelim. Ona Mekke'nin en güzel kızlarını verelim, başımıza lider olmak isterse onu başımıza lider yapalım. Zenginlik isterse onu zengin yapalım." gibi tekliflerle Allah'ın Resulünü davasından vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Yine Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 'e gelerek; "Bir ay sen bizim ilahlarımıza bir ay da biz senin ilahına ibadet edelim veya bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet et bir yıl da biz senin ilahına ibadet edelim." diyorlardı. İşte Mekkeli müşriklerin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e yapmış oldukları bu önerilerinin tamamının altında Allah'ın Resulünü gerçek amacından saptırma amacı yatıyordu. Ancak her defasında Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem onların getirdikleri teklifleri geri çeviriyor, bir keresinde müşriklerin tekliflerine reddiye olarak Kafirun suresi iniyor, bir başka teklif üzerine de Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem amcasına şöyle diyordu: "Ey amcacığım! Allah'a yemin olsun ki, bu davayı terk etmem şartıyla onlar sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Allah bu dini zafere erdirinceye ya da ben bu uğurda helak oluncaya, öldürülünceye kadar bu işe devam edeceğim."
 

Bu konuda Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatından daha birçok örnek vermek mümkündür. Ancak burada önemli olan husus elbette ki günümüzdeki İslâm’i hareketlerin durumudur.

İslâm düşmanları hazırladıkları çeşitli planları özellikle hareket içerisindeki samimi veya gayri samimi kişiler vasıtasıyla uygulamaya koymalarının sonucunda bazı İslami hareketlere sızmışlar, bu hareketler zamanla gerçek faaliyet alanının dışında farklı alanlarda yoğunlaşarak tamamen hedefinden sapmış veya kendi kendini yiyip bitirmiştir.

Özellikle şu anda içerisinde yaşadığımız ortamdaki İslâm’i hareketlere, cemaatlere, guruplara baktığımız zaman onların faaliyet alanlarını, olması gereken gerçek iş değil de ikinci, üçüncü derecedeki işler hatta ve hatta yer almaması gereken işlerin meşgul ettiğini görmekteyiz. Şu anda aktif durumdaki vakıfların çalışmalarına baktığımız zaman neredeyse onların hiçbirinin faaliyet alanının İslâm ümmetini şu anda içerisinde bulunduğu çöküntüden, zilletten kurtaracak köklü bir çözüme yönelik olmadığını açıkça görmekteyiz. Şu anda kimi Müslümanlar okullar, yurtlar hatta önümüzdeki günlerde devletinde teşvikiyle üniversiteler açmak gibi özellikle para ağırlıklı alanlarla uğraşmakta, kimileri Müslümanları fikren zehirlemeye yönelik olarak hoşgörü, sivil toplum, yürek devleti gibi kavramlar ve bu kavramlara bağlı saptırıcı düşünceler üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Gerçekten de Müslümanların gündemini teşkil eden olaylara dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman bunların hemen hemen tamamının kâfirler tarafından veya onların uşağı durumundaki kişiler tarafından ele alınıp ortaya atılmış konular olduğu görülmektedir.

Sahih bir kitlede bulunması gereken sahih bir uyanıklığı sağlamak için ise aşağıdaki hususlara dikkat etmek ve kitlede bu özelliklerin bulunmasına çalışmak gereklidir. Bu özellikler şunlardır:

a- Olayları derin bir şekilde düşünmek ve tahlil etmek. Olaylara aydın bir düşünce ile bakmak. Etraflıca bunların öncesi ve sonrası ile olan alakasını, nedenini araştırmak. Ortaya atılan fikirlerin içerisinde bulunduğumuz vakıaya uygun olup olmadığını düşünmek.
b- İleri sürülen fikirlerin İslâm'a uygunluğunu araştırmak. Bunların Şer'î delilini araştırmak yani her ne türlü konu olursa olsun her meseleye İslâm’i bakış açısıyla, İslâm’i düşünme metodu ile yaklaşmak, eğer ileri sürülen veya ele alınması gereken konu doğrudan doğruya Şer'î hükümleri ilgilendiren bir mesele ise konu hakkında herhangi bir yargıya, hükme varmadan, akli değerlendirmelere gitmeden önce Şer'î hükmü araştırmak, delilini öğrenmek ve ona göre hareket etmek.

3- İster devlet kurulmadan önce olsun, ister kurulduktan sonra olsun hayatta karşılaşacağı her konu ile ilgili olarak elinde İslâm’i çözümlerin bulunması gerekir:

Bu hususlar akidesi ile ilgili olabileceği gibi devlet kurulmadan önce takip edeceği metotla alakalı veya devlet kurulduktan sonraki dönemlerde mutlaka ama mutlaka İslâm'a göre çözüme kavuşturması gereken, bir gün dahi olsa Allahu Teala'nın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmesine yer bırakmayacak şekilde ekonomi ile ilgili, iç ve dış siyasetle ilgili, eğitim ve sağlıkla ilgili, sanayi ve tarım politikaları ile ilgili, devletin gelir kaynaklarının neler olacağı ve elde edilen bu gelirin nasıl ve nerelerde harcanacağı ile ilgili vb. konular hakkında kitlenin elinde açık ve net çözümler bulunmalıdır. Allahu Teala bizlere Hilâfet devletini nasip ettikten sonra elbette ki İslâm düşmanları kafir devletler ve onların işbirlikçileri İslâm'a ve Müslümanlara karşı ellerinden gelen her türlü güçlüğü çıkarmaya, İslâm'ı hayattan söküp atmaya bütün güçleri ile çalışacaklardır. Bu esnada ise Müslümanların yani Hilâfet devletinin o zaman karşılaşacağı problemleri çözebilmek için çoğu kere başını kaşıyacak vakti bile olmayacaktır. Dolayısıyla bu çözümlerin açık ve net bir şekilde şimdiden araştırılıp bulunması ve hazırlık yapılması gerekir. Örneğin işsizlik meselesinin nasıl çözüleceği, eğitim ve sağlık sorununun nasıl halledileceği ile ilgili olarak genel hatları ile olsa bile elde çözümlerin bulunması lazımdır.


İslâm’i bir kitlenin hedefi ümmeti fikren kalkındırmaktır. Çünkü doğru bir kalkınma ancak fikren gerçekleşir. Dolayısıyla karşılaşılan her konuda İslâm’i fikir göstermek hem kitleyi hem de ümmeti kalkındırır. Böylece kitle İslâm’i bakış açısıyla hedefini doğru bir şekilde tespit ettikten sonra kendisini bu hedefe ulaşmaktan alıkoyacak milliyetçilik, vatancılık, mezhepçilik, tasavvuf, felsefe, mantık, menfaatçilik, liberalizm, sosyalizm, laiklik vb. düşüncelerin hepsinden soyutlanarak tamamıyla Şer'î hükümlerden kaynaklanan Şer'î çözümlere bağlanmış olur. Bunun için ise ümmeti kalkındırmayı ve İslâm'ı yeniden hayata hakim kılmayı hedeflemiş olan kitle hareket halinde kullanacağı fikirlerini, takip edeceği metodunu, hedefini açık ve net bir şekilde tespit etmeli ve ümmeti bu hususlara çağırmalıdır. Hareket halinde takip edeceği metotta karanlık hiçbir nokta bulunmamalıdır. Başlangıçta halletmesi gereken bir meseleyi hiçbir zaman zamana terk etmemelidir. Düşüncelerinde kapalılık bulunmamalı, fikirleri güneşin aydınlığı kadar açık ve net olmalıdır. İnsanlar o kitlenin kendilerini neye ve niçin davet ettiğini açık ve net bir şekilde bilmelidir. Hedefini gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar hakkında da ümmette net fikirler bulunmalıdır. Şu anda ümmeti çağırdığı fikirlerle hedefini gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar arasında en ufak bir farklılık dahi bulunmamalıdır. Örneğin; devlet kurulduktan sonra Müslüman olsun olmasın bütün kadınların genel hayatta tesettürlü gezmelerini emredeceğini, zina edenin, içki içenin, namaz kılmayanın, zekâtını vermeyenin kısacası Allahu Teala'nın emir ve yasaklarına karşı gelenin yine Şer'î ölçüler çerçevesinde cezalandırılacağının şimdiden ümmete açık ve net bir şekilde açıklanması gerekir. Yoksa insanların karşısına çıkıp biz hiç kimseyi zorlamayacağız, dinde zorlama yoktur, herkes dilediği gibi yaşamakta serbesttir, başını örtmek istemeyen, tesettürlü gezmek istemeyen kadınlar zorlanmaz gibi İslâm'a uygun olmayan safsatalarla ümmet asla kandırılmamalıdır. Zira Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem Mekke'de iken müşriklere neyi söylüyor idiyse, vefat edinceye kadar geçen süre içerisinde devlet haline geldikten sonra Medine'de de onlara aynı şeyleri söylüyordu. Mekke'de iken onların taptıkları hakkında inen;

إنكم وما تعبدون من دون الله حصب جهنم أنتم لها واردون "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz oraya gireceksiniz." (Enbiya 98)  ayetini, Kafirun suresini, müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkında inen diğer ayetleri hiçbir değişiklik yapmadan aynen okuyordu.


Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatına baktığımız zaman onun düşüncelerinde kapalı kalan bir noktayı asla bulamayız. Onun ortaya koyduğu düşünceler ve hükümler davasını insanlara anlatmaya başladığı zamandan vefatına kadar geçen süre içerisinde daima açık ve netti. Hayatta iken hiçbir şekilde başkalarına şirin görünmek amacıyla yağcılık yapmadı, yalan söylemedi, dini ile ilgili olarak insanların arkasından neleri söylüyor idi ise onların yüzlerine karşı da aynı şeyleri söylüyordu. Hiçbir zaman için kâfirlere karşı hoşgörülü davranmadı. Müşriklere ve onların liderlerine karşı nasıl davranması gerektiğini Allahu Teala'nın kalem suresinde belirttiği şekilde aynen müşriklere okuyordu:

فلا تطع المكذبين(8)ودوا لو تدهن فيدهنون(9)ولا تطع كل حلاف مهين(10)هماز مشاء بنميم(11)مناع للخير معتد أثيم(12)عتل بعد ذلك زنيم "Öyle ise sen yalanlayanlara uyma. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da kendileri de yumuşaklık göstersinler. Sen, yemin edip duran, izzeti nefsi bulunmayana uyma. Daima ayıplayıp, laf getirip götürene, durmadan hayra engel olana, haddi aşana, çok günahkâra, kaba, haşin ve bunlardan başka kulağı kesik (veled-i zina) olana." (Kalem 8-13)


Ayetlerde de belirtildiği üzere kâfirler daima Müslümanların yumuşak, hoşgörülü, kendiler ile diyalog halinde bulunmalarını, atalarına, putlarına, akidelerine, sistemlerine, liderlerine, yöneticilerine hakaret edilmemesini, karşı gelinmemesini, onların istekleri doğrultusunda hareket edilmesini isterler. Ayıplarının, ihanetlerinin, ümmete ve halklarına karşı işledikleri cinayetlerin yüzlerine vurulmasından asla hoşlanmazlar. Dolayısıyla da, Müslümanların veya İslâm’i hareketlerin sözlerinde açık sözlü, hedeflerinin net olması onları kızdırır. Oysa Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hareketlerine ve Allah Subhânehu Ve Teala'nın kitabına baktığımız zaman fikirlerimizin kılıç kadar keskin, güneşin aydınlığı kadar berrak ve parlak olması gerektiğini görürüz.

Eğer İslâm’i hareketler, başlarındaki yöneticilerin ve İslâm düşmanlarının istedikleri gibi onları incitmezler, kızdırmazlar, saltanatlarını sarsacak söz ve davranışlarda bulunmazlarsa onların da müsamahalı davrandıkları görülmekte hatta ve hatta bu türden hareketlerin, çalışmaları için imkânlar hazırladıkları, çalışmalarını engellemedikleri, çeşitli yollarla onlara destek verdikleri, onlar hakkında basın-yayın organlarında övgü dolu sözler sarf ettikleri dahi görülür.

4- Sahih irade:
Sahih iradeden kastedilen bu davanın ölüm kalım meselesi haline getirilmesi, bu davanın bu dünyadaki bütün işlerden öne alınmasıdır. Ya zafer ya da bu dava uğrunda şehadet düşüncesi vazgeçilmez bir unsur olmalıdır. Zira bu dava öyle kolay kolay halledilebilecek bir iş değildir. Çünkü bu dinin hakim kılınmasının önünde dava adamı birçok sıkıntılarla, ailesinden, çevresinden, devletten gelen baskılarla karşılaşacaktır. Bu baskılara göğüs germesi, taşıdığı davanın hak dava olduğuna inanması, takip ettiği yolun doğru bir yol olduğuna inanması gerekir. Davetçinin davasını taşıma esnasında birtakım sıkıntılarla karşılaşacağını Allahu Teala şöyle bildirmektedir:


لتبلون في أموالكم وأنفسكم ولتسمعن من الذين أوتوا الكتاب من قبلكم ومن الذين أشركوا أذى كثيرا وإن تصبروا وتتقوا فإن ذلك من عزم الأمور "Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda deneneceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu azme değer işlerdendir." (Ali İmran 186)
 

Çünkü bu davanın zafere ulaşması kısa sürede olmayabilir. Yıllarca zaman alabilir. Zamanın uzayıp gitmesi asla dava adamının azmini, kararlılığını kırmamalı, bilakis onun doğru yolda olduğuna dair inancını pekiştirmelidir. Sahih bir iradeye, azme, kararlılığa sahip olmazsa karşılaşabileceği birtakım güçlükler veya zaferin gecikmesi nedeniyle ümitsizliğe düşebilir ve bu ümitsizlik onu davayı terk etmeye, dolayısıyla da günah işlemeye yol açabilir. Gerçekten de şu anda günümüzdeki İslâm’i hareketlerin ve bu hareketler içerisinde faaliyet gösteren Müslümanların durumuna baktığımız zaman genellikle onların büyük bir kısmının özellikle hayatlarının gençlik çağlarında birtakım hareketler içerisinde aktif rol aldıklarını fakat taşıdıkları fikirlerin doğruluğundan emin olmadıklarından veya doğru bir metot takip etmediklerinden veya açık ve net bir hedefe davette bulunmadıklarından zamanla ümitsizliğe düştüklerine Allahu Teala'nın üzerine farz kılmış olduğu davayı taşımaktan uzaklaşıp dünyaya dalıp gittiklerine çoğu kere şahit olunmaktadır. Hatta kendilerine hak bir davayı götüren kimselere de; "Bir zamanlar biz de senin gibiydik. Zamanla sen de bu işlerden vazgeçersin." gibi İslâm'la bağdaşmayan sözler sarf ettikleri görülür.

Bu nedenle hem davetçi hem de davetçinin içerisinde bulunduğu kitle hak yol üzere olduğu sürece, her ne surette olursa olsun asla davasını terk etmemelidir. Karşılaşabileceği güçlükler karşısında daima kendinden önce hak davayı taşıyan peygamberleri, onların çektikleri sıkıntıları ve yinede davalarını terk etmediklerini düşünmelidir. Örneğin; Nuh Aleyhisselam 950 sene yaşamış olmasına rağmen hiçbir zaman davasını terk etmemiştir. Derin bir şekilde düşünüldüğü zaman insan ömrü için 950 senenin hiç de küçümsenecek bir zaman olmadığı bilakis insan hayatı için çok uzun bir süre olduğu unutulmamalıdır.

Aynı konu ile bağlantılı olarak kitlenin elemanlarında dava ciddiyeti bulunmalıdır. Kendilerine verilen görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirme konusunda azami derecede hassasiyet göstermelidirler. Davalarını daima dünyevi işlerinin önüne almalıdırlar. Dava onların zihinlerinin ve rüyalarının süsü olmalıdır. Davası için gerektiğinde işini gücünü terk edebilmeyi göze alabilmelidir. Davasını dünyalık işleri için bir basamak değil, dünyalık işlerini davası için bir basamak olarak kullanmalıdırlar. Dava adamı bu davanın yalnızca kendi eliyle zafere ulaşacakmışçasına kendini davasına vermelidir. Ben çalışmasam dahi benden başka çalışanlar, bu davayı yüklenenler vardır gibi kişide tembelliği, davadan uzaklaşmayı doğuracak düşüncelerden tamamen uzak durmalıdır. Davasını kendinden kendini de davasından ayrı görmemelidir.

5- Elemanlar arasında bağ, ideolojik bağ/akidevi bir bağ olmalıdır. Kitlenin bütün elemanlarını birbirine bağlayan bağ akrabalık, arkadaşlık, hemşehrilik, aynı dili konuşuyor olma, menfaatçilik, mezhepçilik veya bunların dışında akidevi, ideolojik bağdan başka hiçbir bağ olmamalıdır. Kitlenin elemanları birbirlerine ancak Müslümanlar oldukları, aynı fikre inanan, aynı davayı taşıyan kimseler olduklarından dolayı bağlanmalıdırlar. Vatancılık, milliyetçilik, akrabalık, menfaatçilik, bunlarda görülmemelidir. Dava asla bunların üstüne bina edilmemelidir. Zira bu dava ne belli bir kabileye veya ırka, ne belli bir bölgede yaşayan insanlara, ne de belli bir dili konuşan insanlara inmiş bir dava değildir. Bu dava insan ve Müslüman olmasında dolayı bütün Müslümanlara farz olan bir davadır. Tıpkı namaz, oruç, hac, zekât ve diğer Şer'î hükümler gibi, bu da bir Şer'î hükümdür. Dolayısıyla dünyanın hangi bölgesinde bulunursa bulunsun, hangi dili konuşursa konuşsun, derisinin rengi ne olursa olsun aynı fikri, aynı metodu, aynı inancı taşıdığı ve aynı kitle ile birlikte çalışmayı kabul ettiği sürece akidesinden ve akidesinden kaynaklanan Şer'î hükümlerin dışında hiçbir şey o kimseyi etkilememelidir. Allahu Teala'nın;

إنما المؤمنون إخوة  "Ancak müminler kardeştir." (Hucurat 10) ayetinin ortaya koyduğu hüküm esas olmalıdır.


Yine Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ve sahabenin hayatına baktığımız zaman onlar arasında İslâm akidesinden başka bağlayıcı hiçbir bağın bulunmadığını görürüz. Nitekim sahabeden Bilal b. Rebah (Bilal-i Habeşi) Habeşistanlı, Selman-ı Farisi İranlı, Süheyb Er Rumi de Bizanslı olmasına rağmen onların diğer sahabelerden hiçbir farkı yoktu. Hatta Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem çeşitli vesilelerle; “Selman bendendir” şeklindeki ifadeleri ile onları diğer sahabelerden ayırmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Dolayısıyla dünyanın hangi bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar sahih bir kitlenin elemanları her zaman aynı özellikleri bünyesinde taşımalı ve birbirlerine Şer'î hükümler açısından bakmalıdırlar. Bir duvarın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmelidirler.

6- Davayı yüklenme esnasında gücün ve kuvvetin yalnızca Allahu Teala'da olduğuna inanmak:

Gücün sayıca çoklukta olduğuna veya parasal zenginlikte olduğuna güvenmeden yalnızca Allahu Teala'ya dayanmak. Yalnız başına olsa bile Allah'ın kendisi ile beraber olduğuna, en sıkıntılı anlarda kendisine ancak Allahu Teala'nın yardım edeceğine kesin olarak iman etmek. Zira İslâm'ın hayata hakim kılınması emri Allah'tan gelmiştir. İnsanlar, gücün sayıca çoklukta veya parasal güçte olduğuna kanaat getirdikleri zaman yani bizler sayı bakımından çok ve parasal zenginlik bakımından kuvvetli olduğumuz zaman ancak düşmanlarımıza karşı üstünlük sağlayabiliriz inancına sahip olurlarsa Allahu Teala'nın gücünü ve kudretini bir kenara itmiş sayılırlar. İşte o zaman Allah'ın yardımı onlardan uzak olur da onlar kendi hallerine kalırlar. Zafere ulaşmaları da kesinlikle söz konusu olmaz. Bu hususu teyit eden birçok ayet ve hadisi şerif mevcuttur. Bunlardan bazıları ise şunlardır:


ياأيها الذين آمنوا إن تنصروا الله ينصركم ويثبت أقدامكم "Ey iman edenler eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz Allah'ta size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir. " (Muhammed 7)


Allahu Teala sayıca az olmalarına ve zor durumda bulunmalarına rağmen Bedir savaşında Müslümanlara nasıl yardım ettiğini Ali İmran suresi 123-126 ayetlerde şöylece bildiriyor:


ولقد نصركم الله ببدر وأنتم أذلة فاتقوا الله لعلكم تشكرون(123)إذ تقول للمؤمنين ألن يكفيكم أن يمدكم ربكم بثلاثة آلاف من الملائكة منزلين(124)بلى إن تصبروا وتتقوا ويأتوكم من فورهم هذا يمددكم ربكم بخمسة آلاف من الملائكة مسومين(125)وما جعله الله إلا بشرى لكم ولتطمئن قلوبكم به وما النصر إلا من عند الله العزيز الحكيم "Andolsun ki siz düşkün bir durumda iken Bedir'de Allah size katî bir zafer vermişti. Allah'tan korkun ki şükretmiş olasınız. Hani sen Müminlere; İndirilmiş üç bin melekle Rabbınızın size yardım etmesi yetmez mi? diyordun. Evet, sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabbınız size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir. Bu yardımı Allah, size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, ancak aziz ve hakim olan Allah'tandır." (Ali İmran 123-126)


Dolayısıyla davayı taşımada zaferin ancak Allahu Teala'nın yardımı ile gerçekleşeceğine kesin bir şekilde kanaat getirmek ve ihlasla amel etmek gerekir. Sayıca çokluk zaferin kazanılması için sebep değildir. Kitlenin çalışıp bu davayı taşıyacak yeni kimseler kazanmaları ancak bir Şer'î hükmün yerine getirilmesi içindir. Samimiyet ve ihlas olmadığı müddetçe, yapılan çalışmalar sırf Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik olmadıkça, gerçek güç ve kudretin yalnızca Allah'ın elinde olduğuna kesin bir şekilde kanaat getirilmedikçe, sayı ve para bakımından ne kadar büyük miktarlara sahip olunursa olunsun zafer elde edilemez. İslâm tarihinde bunun birçok örneği vardır. Sayıca çokluğun zaferi kazanmak için yeterli bir sebep olmadığının en büyük göstergelerinden birisi Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanındaki Huneyn gazvesidir. Huneyn'de Müslümanlar sayıca çoklukları ile övünüyorlar ve Huneyn'e yönelmiş olan İslâm ordusunun asla mağlup olmayacağını konuşuyorlardı. Sayıca çoklukları onların çok fazlası ile hoşlarına gitmişti. Ancak İslâm ordusu henüz Huneyn vadisine girer girmez tepelerine yağmur gibi yağmakta olan oklar karşısında çil yavrusu gibi dağılmaya başlamıştı. Böylece sayıca çokluklarının zafer kazanmaları için yeterli olmadığını Allahu Teala hemen orada onlara gösteriyor ve bu hususu ayeti kerimede şöylece açıklıyordu:


لقد نصركم الله في مواطن كثيرة ويوم حنين إذ أعجبتكم كثرتكم فلم تغن عنكم شيئا وضاقت عليكم الأرض بما رحبت ثم وليتم مدبرين "Andolsun ki Allah, size birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de size bir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra gerisin geri dönüp gitmiştiniz." (Tevbe 25)


Öte yandan az sayıda ancak daha samimi ve ihlaslı bir kitlenin zaferin kazanılmasında daha etken olduğunu gösteren olaylar vardır. Yalancı peygamber Müseyleme ve beraberindeki orduya karşı Yemame'de Halid b. Velid komutasındaki İslâm ordusu ile kırk bin kişilik Müseyleme'nin ordusu arasında şiddetli bir çarpışma olmuştu. Halid b. Velid Müseyleme'nin ordusuna karşı yaptığı ilk hamlede başarı elde edemeyince ordusunu geri çekti ve ardından ikinci bir hamle yaptı. İkinci hamlede de başarı elde edemeyince ordu içerisindeki askerler arasında ayrım yaparak onların bir kısmını geri gönderdi. Orduda İslâm'a ilk girenleri, Ensar'dan ve Muhacir'den olanları bıraktı. Daha az sayıda ancak daha samimi, ihlaslı bir kitle ile Müseyleme'nin ordusuna karşı yaptığı üçüncü hamlede zafer elde etti. Bu nedenle samimiyet ve ihlas kitlede bulunması gereken en önemli özelliklerden birisidir.
Daima Allah'a tevekkül halinde bulunmak, Allah Subhânehu Ve Teala dilemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğine, Allah Subhânehu Ve Teala dilemedikçe hoşumuza gitmeyen sıkıntıların bize isabet etmeyeceğine kesinlikle iman etmek olmazsa olmazlardandır. Allah Subhânehu Ve Teala şöyle buyurdu:


قل لن يصيبنا إلا ما كتب الله لنا هو مولانا وعلى الله فليتوكل المؤمنون "Deki; Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez. O bizim Mevla'mızdır. Onun için müminler Allah'a tevekkül etsinler."  (Tevbe 51)


7- Taşıdığı fikirler dava adamında açık ve net bir şekilde yerleşmiş olmalı:

Belli bir kitle ile çalışan kişilerde insanları neye ve ne için çağırdığına dair fikirler tamamen yerleşmelidir. Sırf birileri söylediği için veya kendisine birtakım fikirleri anlatan kişiyi sevdiği için veya insanları birtakım fikirlere davet edenlerin toplum içinde çokça meşhur olmuş kişiler olmasından dolayı körü körüne taklitçilik yaparak değil bilinçli bir şekilde davasına inanmalı ve taşıdığı fikirler kendisinde mefhum haline gelmelidir. Nerede bulunursa bulunsun yalnız da olsa fikirlerini topluma rahat bir şekilde aktarabilmeli. Anlattığı, insanları çağırdığı fikrin delillerini karşısındaki insana aktarabilmelidir. Zira Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi Vesellem sahabesini böyle yetiştiriyordu. Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar Necaşi'nin kendilerine İsa ve Meryem Aleyhisselam hakkındaki sorularına şöyle cevap veriyorlardı; Bu konuda bize Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bildirdikleri dışında bir şey bilmiyoruz diyerek konu ile ilgili Meryem suresindeki ayetleri okuyorlardı. Gerek Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatında olsun gerekse Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vefatından sonra olsun sahabeler taşıdıkları fikirleri hiçbir zaman körü körüne taşımadılar. İnsanları neye davet ettiklerinin her zaman bilincinde idiler. Anlattıkları konunun delilini biliyorlar ve delilini bilmedikleri bir konu hakkında konuşmaktan çekiniyorlardı. Günümüzde de doğru bir kitlede ve kitlenin elemanlarında aynı özelliklerin bulunması gerekir. Bilinmesi gereken temel konular hakkında ben bilmem ağabeyim bilir, hocam bilir vb. sözler hiçbir şekilde geçerli mazeretler değildir ve doğru da değildir. Dava adamının, hem insana neler götürmesi gerektiğini yani o anda üzerine farz olan hususun ne olduğunu bilmesi, hem de götüreceği fikirler hakkında yeterli bilgiye sahip olması mutlaka şarttır.


Buna göre bugün İslâm davasını taşıma görevini ifa ettiğini iddia eden Müslümanlar şu hususu çok iyi bilmelidirler. Şu anda Müslümanların üzerine düşen farz, ne Müslüman olmayanların Müslüman olmalarını sağlamak, ne fakir öğrencilere yardım toplayıp onlara yurtlar, dershaneler açmak veya Kur’an kursları açıp oralarda hafız öğrenciler yetiştirmek, ne de özel okullar veya üniversiteler açmaktır. Bugün Müslümanlar arasında cari olan bu ve benzeri faaliyetlerin hiçbiri Müslümanların üzerlerine düşen farzlardan değildir. Herhangi bir Müslüman veya cemaat bunlardan herhangi birisini yaparsa Allahu Teala katında sevap kazanır. Ancak kesinlikle Allahu Teala'nın üzerine farz kılmış olduğu İslâm’i hayatı yeniden başlatma farziyetini yani Raşidi Hilâfet Devleti'ni kurma farzını eda etmiş sayılmayacağı için Allah'ın huzuruna günahkar olarak çıkacaktır. Çünkü bu türden çalışmaların hiçbiri Hilâfet Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirme çalışmasından sayılmaz. Nasıl Ramazan ayının dışında nafile bir oruç tutan kimse farz olan Ramazan orucunu tutmuş sayılmıyorsa, geceleyin gece namazı kılan veya kuşluk namazını kılan bir kimse kıldığı bu namazlardan sevap kazanmış olsa bile üzerine farz olan beş vakit farz namazlarını kılmadığı sürece bunların sorumluluğundan kurtulamıyorsa, yukarıda saydığımız birtakım hayır amellerini yapan bir kimse de Hilâfet Devleti'ni kurma farzını yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü bunların her biri hakkında İslâm'ın hükmü ve edasında İslâm'ın ortaya koyduğu metod farklıdır. Namaz kılmanın şekli farklı olduğu gibi oruç tutmanın veya hac etmenin şeklide birbirinden farklıdır. Aynı şekilde Hilâfet Devleti'ni kurmanın metodu da bunların hepsinden farklıdır.

Üstelik bunların tamamı bu işlerle uğraşan Müslümanların veya bu hareketlerin başında bulunan şahsiyetlerin yukarıda da belirttiğimiz gibi hedeflerinin ne olduğunu, neyi, ne zaman ve nasıl yapmaları gerektiğini de bilmediklerinin göstergesidir. Zira bu türden faaliyetlerin tamamı İslâm'a uygun oldukları sürece kişiye Allahu Teala katında sevap kazandırsa bile Hilâfet Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirmediği için de Müslümanların enerjilerinin başka alanlarda harcanmasına, hedefin saptırılmasına Müslümanların kafalarının bulandırılmasına neden olmaktadır.

Genel bir çerçeve içerisinde sahih bir İslâm’i kitlede bulunması gereken özellikler bunlardır. Herhangi bir Müslüman Allah'ın üzerine farz kıldığı İslâm’i hayatı yeniden başlatma farziyetini yani Hilâfet Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirmek istediği zaman beraber çalışacağı kitlede bu özelliklerin bulunmasına dikkat edilmelidir ki, çalışması boşa gitmesin. Yaptığı çalışma hem Allahu Teala katında hem de bu dünyada zikre değer bir çalışma olsun.

ربنا لا تزغ قلوبنا بعد إذ هديتنا وهب لنا من لدنك رحمة إنك أنت الوهاب(8)ربنا إنك جامع الناس ليوم لا ريب فيه إن الله لا يخلف الميعاد "Ey Rabbimiz; hidayetine erdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet lütfet. Şüphesiz en çok lütfeden Sensin. Ey Rabbimiz; muhakkak ki geleceğinden şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak Sensin. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez." (Ali İmran 8-9)

 


 

1 yorum:

  1. Buna göre bugün İslâm davasını taşıma görevini ifa ettiğini iddia eden Müslümanlar şu hususu çok iyi bilmelidirler. Şu anda Müslümanların üzerine düşen farz, ne Müslüman olmayanların Müslüman olmalarını sağlamak, ne fakir öğrencilere yardım toplayıp onlara yurtlar, dershaneler açmak veya Kur’an kursları açıp oralarda hafız öğrenciler yetiştirmek, ne de özel okullar veya üniversiteler açmaktır. Bugün Müslümanlar arasında cari olan bu ve benzeri faaliyetlerin hiçbiri Müslümanların üzerlerine düşen farzlardan değildir. Herhangi bir Müslüman veya cemaat bunlardan herhangi birisini yaparsa Allahu Teala katında sevap kazanır. Ancak kesinlikle Allahu Teala'nın üzerine farz kılmış olduğu İslâm’i hayatı yeniden başlatma farziyetini yani Raşidi Hilâfet Devleti'ni kurma farzını eda etmiş sayılmayacağı için Allah'ın huzuruna günahkar olarak çıkacaktır. Çünkü bu türden çalışmaların hiçbiri Hilâfet Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirme çalışmasından sayılmaz. Nasıl Ramazan ayının dışında nafile bir oruç tutan kimse farz olan Ramazan orucunu tutmuş sayılmıyorsa, geceleyin gece namazı kılan veya kuşluk namazını kılan bir kimse kıldığı bu namazlardan sevap kazanmış olsa bile üzerine farz olan beş vakit farz namazlarını kılmadığı sürece bunların sorumluluğundan kurtulamıyorsa, yukarıda saydığımız birtakım hayır amellerini yapan bir kimse de Hilâfet Devleti'ni kurma farzını yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü bunların her biri hakkında İslâm'ın hükmü ve edasında İslâm'ın ortaya koyduğu metod farklıdır. Namaz kılmanın şekli farklı olduğu gibi oruç tutmanın veya hac etmenin şeklide birbirinden farklıdır. Aynı şekilde Hilâfet Devleti'ni kurmanın metodu da bunların hepsinden farklıdır.

    YanıtlaSil