20 Eylül 2014 Cumartesi

“O gün müttakilerin dışında dostlar birbirine düşman olurlar”

76 — Biz onlara zulmetmemiştik ama, onlar zalim kimselerin kendileriydiler.

77 — “Ey nöbetçi, Rabbin hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin.” diye çağırırlar. O da “siz böyle kalacaksınız” der.

Tablo aniden gelen kıyamet sahnesiyle başlıyor. Onlar daha kıyametin gelip gelmediğini bilmiyorlar. Gaflet içerisinde yüzüyorlar: “Farkında değillerken o günün kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar?”

Bu ansızın gelen hadise çok garip oluyor. Ve dünya hayatında onların alışageldikleri her şeyi altüst ediyor:

“O gün müttakilerin dışında dostlar birbirine düşman olurlar” Dostların düşmanlığı dostluk kaynağından gelmektedir yine. Çünkü onlar dünya hayatında iken kötülük üzerine birleşmişler ve birbirlerini sapıklığa çekmişlerdi. Bugün ise levm ediyorlar birbirlerini. Ve sapıklığa düşmenin, kötülüğe dalmanın suçunu birbirlerine yüklüyorlar. Daha önce nasıl birbirleriyle sohbet eden dostlar olmuşlarsa, aynı sebeplere dayanarak şimdi de birbirleriyle çekişen düşmanlar oluveriyorlar. Ancak “müttakilerin dışında”. Çünkü bunların dostluğu bakidir. Çünkü bunlar doğru yolda buluşmuşlar. Birbirlerine hayrı öğütlemişler ve neticede kürtuluşa ermişlerdir.

Dünyada dost olanlar birbirleriyle çekişir ve didişirken bütün kâinat ve mevcudat müttakilere seslenen şerefli ve yüce bir seslenişle çınlıyor:

“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Ve siz üzülecek te değilsiniz. Onlar ki âyetlerimize iman etmiş ve mülüman olmuşlardır. “Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak cennete giriniz.”

Yani sevinciniz hareketlerinizde ve yüz çizgilerinizde, etrafa taşarak, yüzünüzden hürmet gördüğünüz okunarak giriniz cennete. Ve şimdi kendi zihnimizde hayali bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bir de bakıyoruz ki, altından kadehler ve tepsilerle çevrelerinde dönüyorlar onların. Ve işte şimdi cennette istedikleri ellerinin altında. Kendi isteklerinin de ötesinde öyle bir mükemmel güzellik ve ikram ki, onları gören gözler bile zevk alıyor:

“Onlara altın kadehler ve tepsiler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.”

Bu nimetlerin yanısıra onlardan çok daha büyük ve çok daha Üstün birşey var. Evet, bu da yücelerin yücesi kerem sahibinin hitabına mazhar olmak.

“Ve siz orada ebediyen kalacaksınız. İşte o cennet ki işlediklerinize karşılık size miras kılındı. Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz.”

Ya biraz önce birbirleriyle çekişirken ve yaka paça olurken bıraktığımız mücrimlerin hali nasıl acaba?

“Muhakkak ki mücrimler ebediyen kalacakları cehennem azabındadırlar.”

Sürekli bir azaptır bu. öyle zor, öyle şiddetli bir azap ki, bir an olsun durmaz, bir saniye olsun soğumaz. Burada kurtuluş emaresi taşıyan hiçbir parıltıdan eser de yok. Uzaktan, çok uzaktan bir ümit ışığı da yanmıyor. Bunun için onlar ümitlerini kesmiş ve me'yus haldeler.

“Azaplarına ara verilmeyecek ve orada tamamen ümitsiz kalacaklardır.”

Çünkü kendilerine bunu uygun bulmuşlardır. Ve kendi elleriyle bu acı âkıbete sürüklenip düşmüşlerdir. Onlar zulme uğramıyorlar. Bilakis kendi kendilerine zulmediyorlar:

“Biz onlara zulmetmemiştik ama onlar zalim kimselerin kendileriydiler”.

Ve birden havada çok uzaklardan bir sesin aksi duyulur. Bu seste üzüntü, sıkıntı ve ümitsizlik bütün mânasıyla mevcuttur:

“Ey nöbetçi, Rabbin hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin” diye çağırırlar.”

Çok uzaklardan feryat ile yükselen bir sesleniştir bu. Oralardan, evet cehennemin kapalı kapılarının ötesinden. Bu feryat, suçlu zalimlerin feryadıdır. Kurtulmak isteyişin veya yardım dileyişin çığlığı değil bu. Zaten bu hususta ümitlerini kesmişler, bekledikleri hiçbir şey yok. Bağırarak istedikleri tek şey yok olmak. İnsanı rahata kavuşturan çabucak bir yok oluş. Duygulara göre olacaktır elbette arzular. Bu çığlık onların içinde bulundukları sıkıntı ve ızdırabın üzerine yaygın bir ışık serpiyor ve biz bu çığlığın ötesinden azaba doğru uçuşan ruhları, dayanılmaz acılar içerisinde kıvranan vücutları görüyoruz. Bu tahammülü imkânsız acının çığlığıdır yükselen: 
“Ey nöbetçi, Kabbin hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin.”

Ama gelen cevap ümitsizliği daha da artırıcı, düşüklüğü daha da fazlalaştırıcı, kendilerine hiç değer ve önem verilmediğini ifade edici tarzda: O da; “Siz böyle kalacaksınız” der.

Kurtulmanız mümkün değil. Bir ümit belirtisi yok. ölmek ve yok olmak imkânsız... Kalacaksınız böyiece siz...


2 yorum:

  1. Peygambere tâbi olanlarla bunların arasını açan şey peygamberin getirdiklerinin gerçek olduğunu ve şüphe emaresi taşımadığını bilmemeleri değil, haktan nefret etmeleridir.
    Çünkü onlar bir kere olsun peygamberin yalan söylediğini görmemişlerdi. İnsanlara yalan söylemeyen zat Allah’a nasıl yalan atfedebilir?
    Ve kendi kendiliğinden bazı iddialar ortaya atabilirdi?
    Vakıa Hakka karşı savaş açanlar çoğunlukla onun hak olduğunu bilmemelerinden ötürü savaş açmamaktadırlar.
    Bilakis hakikatin kendi arzularıyle çatıştığını, isteklerinin önüne engel olarak dikildiğini ve menfaatleriyle oynadığını gördükleri için haktan nefret ettiklerinden dolayı onunla savaşmaktadırlar.
    Onlar istek ve arzularını yenemeyecek kadar zayıf olduklarından Hakka ve hak davetçilerine karşı gelme cüretini göstermektedirler.
    Arzu ve heveslerine karşı zaaf içerisinde bulunduklarından hakikatlere saldırabilmektedirler.
    Saldırılarının asıl kaynağı budur.
    Bunun için zaten onların gizledikleri ve açığa vurdukları bütün oyunları bilen kuvvet ve azamet sahibi zat, böyiece tehdit ediyor onları.

    YanıtlaSil
  2. 88— Peygamber der ki: “Ey Rabbim, bunlar iman etmeyen bir kavimdir”.

    Bu tabir, söylenen sözün ne derin işaretleri bulunduğunu, ne kadar kulak verilmesi ve dikkat edilmesi gerektiğini anlatmaktadır.

    Ve yüce Allah peygamberinin bu sözüne yine şefkatle cevap veriyor ve sevgili Resulünü onlardan yüz çevirmeye ve vazgeçmeye davet ediyor. Onlara önem vermemesini ve dikkate almamasını belirtiyor. İçinden emniyet içerisinde bulunmasını söylüyor. Memnuniyet, müsamaha ve selâmla mukabele etmesini anlatıyor. Bunların yanı sıra inat eden ve gerçeklerden yüz çevirenlere de gizlilerin açıklanacağı gün kendilerini bekleyen âkıbetler karşısında bir uyarı yer alıyor:

    89— Sen onları geç. Ve “selâm” de. Yakında bileceklerdir.
    zuhruf

    YanıtlaSil