16 Ekim 2014 Perşembe

ÖLÜM VE HAYAT

258 — Allah kendisine mülk verdiği için İbrahim ile Rabbı hakkında tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim : “Benim Rabbim hem öldüren, hem diriltendir.” deyince o; “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim : “Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir” deyince o küfr eden herif dona kaldı. Öyle ya Allah zalimler gürûhunu hidayete erdirmez.»

İbrahim peygamberle Rabb-i Zülcelâli mevzuunda tartışmaya ğiren bu kral, Allah’ın mevcudiyyetini inkâr etmiyordu. Sadece ilâhlık hususunda vahdaniyyetini, âlemlerin Rabbı oluşunu, kâinatta cereyan eden hâdiselerin yegâne müdebbiri ve mutasarrıfı olduğunu kabul etmiyordu. Tıpkı günümüzde Allah'ın mevcudiyyetini itiraf edip de, sonra pratik hayatlarında fiilî ve amelî yönden Allah’a benzer ilâhlar kabul eden cahiliyyet bataklığına düşmüş sapıklar gibi... Bunlar da ayni şekilde mutlak hakimiyyetin sırf Allah’a mahsus olduğunu, yeryüzünde ve İçtimaî hayatta O’nun hükmü İlâhisinden başka hükmün bulunamıyacağını kabul etmemektedirler...

Bu inatçı ve münkir kral hadd-i zatında îman edip, şükretmesi gereken sebeplere dayanarak inkâr yoluna sapmış idi. Bu adamı inkâra götüren sebep; Allah'ın kendisine mülk vermiş» olmasıydı. Allah hakimiyyet ve saltanatı onun eline vermişti. Onun için de şükredip, Rububiyyetini itiraf etmesi gerekirdi. Mal ve mülk, Allah'ın nimetini takdir edemiyen ve nereden geldiğini bilemeyen kimseleri şımartır, isyana sevk eder. Binaenaleyh şükretmeleri gerekirken küfrederler. Hidayetlerine vesile olması icap eden sebepler yüzünden dalâlete düşerler... Allah kendilerine hükmetme müsaadesi verdiği için hakim durumdadırlar. Ancak bu salâhiyyeti veren Hak Taâlâ hiç bir zaman kendi yanlarından hükümler vazetmelerine müsaade vermemiştir. Onlar da diğer bütün insanlar gibi Allah'ın kullarıdır. Tıpkı başkaları gibi hüküm ve şeriatı Allah’tan alırlar. Allah'ın şeriatından başka hiç bir hükmü ve şeriatı kabul edip, etmemekte hür değildirler. Hadd-i zatında insan halifelik makamındadır. Asalet, mertebesinde değildir.

Bütün bu sebeplerden dolayı Hak Taâlâ hazretleri o kralın durumunu Rasulü Zişanına arz ederken hayretkâr bir ifade kullanıyor :


«Allah kendisine mülk verdiği için İbrahim ile Rabbı hakkında tartışanı görmedin mi?»

«Görmedin mi?» Bir kerre bu; gayet küçük duruma düşüren, terzil eden bir ifade tarzıdır, inkâr ve istinkâr hem kelimenin lâfzî, hem de manevî bünyesinden doğar. Yapılan fiil gerçekten çirkindir: Allah'ın verdiği nimetten dolayı mücadeleye ve münakaşaya dalmak çok çirkindir. Bir kulun Rabb-ı Zülce-lâle mahsus olan bir sıfatı kendi nefsi için iddia etmesi, Allahü Taâlâ’nın kanununa uymadan bir hakimin kendiliğinden uydurduğu hükümler ile hükmetmesi etbette ki çirkin şeylerdir:

«İbrahim; “Benim Rabbim hem dirilten, hem öldürendir.” demişti.»

Öldürme ve diriltme ameliyesi insan hissinin ve aklının her an karşılaştığı, kâinatımızda her saniye tekerrür eden iki mucizedir. Ayni zamanda ölüm ve hayat insan aklını hayretlere düşüren birer İlâhî sırdır. Ölüm ve hayat karşısında insanoğlunun idraki bilmecburiyye beşerî olmayan bir başka kaynağa iltica etmek ihtiyacını hisseder. Mahlûkattan başkasına sığınma zaruretini kabul eder. Elbette bütün canlıların karşısında acze düştüğü bu problemin halli için var etme ve yok etme gücüne sahip bir Ülû-h i y y e t makamına koşup iltica etmek gerekir...

Şu ana kadar biz, ölüm ve hayat hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Sadece ölümün ve hayatın tezahürünü müşahede ediyoruz. Ölümün ve hayatın esas kaynağı mevzuunda alel itlak bildiğimiz kuvvet kaynaklarından başka kaynaklara müracaat etmek mecbu-riyyetindeyiz... Evet, Allah’ın kuvvetine...

Bütün bu sebeplerden dolayı İbrahim (A.S.) Rabb-ı Zülcelâlini tavsif ederken kimsenin onun benzeri olamıyacağını, hiç kimsenin böyle bir iddiayı ileri süremiyeceğini de zikr ediyor. Münakaşa ettiği kral ona hangi Rabbın kulu olduğunu sorduğu halde, İbrahim peygamber: «Benim Rabbim hem öldüren, hem diriltendir.» diyor. Binaenaleyh hüküm ve teşri yetkisinin de O’na ait olduğunu açıklıyor.

Bu cüzün başlangıç kısmında da belirttiğimiz gibi ledünnî mevhibelere mazhar olmuş bir peygamber olarak. İbrahim (A.S.) : «Benim Rabbim hem öldürür, hem diriltir.» derken, öldürme ve diriltme ameliyesi ile bu hakikatları yerleştirmekten başka bir şey yapmıyordu. Öldürmek ve diriltmek fiili kulları arasından kendisine asla ortak bulunamayan Mevlâ-yı Mütealm zatına münhasır bir fiildir. Ancak İbrahim peygamber ile Rabb-i Zül-celâli mevzuunda münakaşaya dalan kimse, kendi kavminin hakimi olmasından dolayı, kavmi içerisinde dilediğini öldürmeye, dilediğini canlı bırakmaya kadir olduğundan kendisinde rububiyyet alâmetlerinin var olduğunu iddia ediyor. O yüzden de İbra-h i m (A.S.) a : «Ben bu kavmin reisiyim, burada yegâne tasarruf sahibi benim, binaenaleyh senin de boyun eğmen ve hakimiyyetine teslim olman gereken Rab benim demişti.»

■O, ben de öldürür ve diriltirim demişti.»

O zaman İbrahim (A.S.) ölüm gibi müthiş bir hakikat karşısında polemiklere dalan bir adamla öldürme ve diriltme fiilinin mânası etrafında mücadeleye dalmak istemedi. Hayatın alınması veya verilmesi hakikati günümüzde bile esrarını muhafaza etmektedir. Hâlâ beşeriyyet onun mahiyyetini idrak etmiş değildir. Bunun üzerine İbrahim peygamber kâinatta cari olan bu gizli İlâhî kanundan gözle görülebilen başka bir İlâhi kanuna dönüyor. «Benim Rabbim hem öldüren, hem diriltendir» kavl-i şerifinde olduğu gibi Allahü Taâlâ’nın sıfatlarını ve kâinatta cari olan kanunlarını mücerred olarak arz etme metodunu bir yana bırakıyor... Meydan okumaya başlıyor. Allahü Taâlâ hakkında tartışmaya giren zalim münkirlere karşı Allah’ın gözle görülen kanunlarından birisini değiştirmesini taleb ediyor. Böylece ona Rabbi Zülcelâlin yeryüzünün bir bölgesinde yaşayan bir kavmin hakimi değil, bütün kâinatın mutasarrıfı olduğunu göstermek istiyor. Bütün kâinatın Rabbı olduğuna göre, kâinatta yaşayan insanların da Rabbı ve hüküm koyucusu olduğu böylece açığa çıkıyor.

«İbrahim; “Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir.” demişti.»

Bu vakıa kâinatımızda tekrar be tekrar vuku bulan bir hakikattir. Gözler ve şuurlar bu vakıaya her gün şahid olmaktadırlar. Bu bir gün tehir etmeyen ve takdimi mümkün olmayan bir hakikattir. — insanoğlu kâinatın yapısını bilmese veya astronomik nazariyye ve hakikatları öğrenmemiş de olsa— bu hakikat fıtrata hitab etmektedir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder