4 Nisan 2015 Cumartesi

AKIL VE VAHİY-YAHUDİLER VE HZ. MUHAMMED (A.S.)

Burada âyetlerin umumî akışı bir kere daha kesiliyor ve bir hususun zarurî açıklaması yapılıyor: Yahudi milleti bir taraftan Hz. Muhammed ’in, Allah’ın Resûlü olmadığını iddia ederken, diğer taraftan geçmiş Peygamberler arasında da tefrik yapıyordu. Sonra Resûlullahdan ısrarla mucizeler istiyorlardı. Kendilerine gökten bir kitap indirilmesini talep ediyorlardı. İlâhî vahiy bütün bunları karara bağlıyor; Resûlullahın, uydurma birtakım safsatalarla insanları sapıtan bir bid’atçı olmadığını, Risâlet müessesesinin de bilinmeyen bir şey olmadığını, aksine Hz. N u h ’dan Hz. Muhammed ’e kadar devam eden bu müessesenin, Allah’ın koymuş olduğu değişmez kanunlarla işlediğini sarahaten beyan ediyor. Bütün Peygamberlerin, beşeriyete Allah'ın rahmetini müjdeleyici ve azabından korkutucu olmak sıfatıyle gönderildiklerini de açıklıyor. Ve bu da, Allah’ın, kullarına olan merhametinin ifadesidir. Hesap günü gelmeden, o günün dehşetinden insanları korkutmanın ve herhangi bir mazerete imkân vermemenin tabiî muktezasıdır. Bütün Peygamberler, tek bir kaynaktan geldiler; tek bir vahiy ile tek bir hedef için geldiler.., Aralarında bir tefrik yapmak için hiçbir delil mevcut değildir. Bu, sadece inançsızlığın ve taannüdün ifadesidir.. Ama onlar inkâr etseler de, inad etseler de; bunun böyle olduğuna Allah şâhittir.. Melekler de şâhittir. Allah’ın ve Meleklerin şehâdetinden daha sağlam bir delil düşünülebilir mi?

163 — Nuh 'a, ondan sonra gelen Peygamberlere vahyettiğimiz, 
İbr a h i m 'e, I s m a i l'e, İ s h a k 'a, Y a k u b 'a ve torunlarına, 
İ s a ' ya, E y y u b 'a, Y u n u s 'a, H â r u n 'a Ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebûr verdik.

164-165 — Peygamberlerden sonra, insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı Peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmış, bir kısmını ise anlatmamıştık. Allah, M u s a 'ya hitab etmişti. Allah Aziz 'dir, Hakim 'dir.
Şu halde hepsi de bir kafilenin fertleridir. Birbirine bağlanıp uzanan beşer tarihinin muhtelif devrelerinde yol üstünde görünmektedirler. Aslında hepsi de korkutucu ve müjdeleyici olmak üzere tek bir hidâyet kafilesine mensupturlar ve tek bir risâlet vazifesinin hamilidirler. Tek bir kafile.. Beşer cinsinin arasından bu seçkin ve saf kimseleri safları arasına almaktadır. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. 1 s h a k, Hz. Y a k u b ve onun torunları, İsa Peygamber, E y y u b (A.S.), Yunus Peygamber, Hz. H â r u n, Hz. S ü 1 e y m a n, Hz. D a v u d, Hz. Musa, ve daha başka Allahü Taâlânın Kur’-anı Kerîminde Habîbi Ekremin anlattığı diğer Peygamberler...

Bunlardan ayrı da Kur’anda zikri geçmemiş olanlar... Farklı cinslerden, muhtelif kavimlerden meydana gelmiş bir kafile. Ayrı ayrı bölgelerden başka başka diyarlardan muhtelif zamanlarda ve farklı anlarda ortaya çıkan bir kervan. Cins, soy, arazi ve bölge farkı yok aralarında. Zaman ve nesil ayırımı yok Hepsi de aynı yüce menbadan feyezan edip geliyorlar. Ve hepsi de aynı hidâyet yolunu gösteren nurdan meşale tutuyor elinde. Hepsi de korkutma ve müjdeleme vazifesini ifa ediyor. Hepsi de beşer kafilesinin ipini aynı nûra çekmek istiyor. İster bir aşirete gönderilsin, ister bir kavme. İster bir şehre gönderilsin, ister bir bölgeye. Sonra da bütün insanlığa gönderilen... Hatemül enbiya Hz. Muhammed Mustafa...

Evet onların hepsi de Allah’tan aldılar vahyi. Kendiliklerinden bir şey getirmedüer. Hz. Musa; Allah tarafından hitap edilmek gibi bir saadete erdi; ki bu da, bir vahiy çeşididir, fakat keyfiyetini hiç kimse bilmiyor!.. Tafsilâtına hiç kimse muttali değil! Çünkü hiçbir şüphenin toz konduramadığı en sağlam kaynaktan olan Kur’anı Kerîm, bu hususta fazla malûmat vermiyor. Biz, bunun sadece bir hitap, bir kelâm olduğunu biliyoruz. Ama mahiyeti nedir, nasıl olmuştur, hangi hasse ve kuvvetle Musa (A.S) onu telâkki etmiştir, bilemiyoruz.. Bunlar mugayyebata ait meseleler; çünkü Kur’an susuyor.. Kur’anın sustuğu yerde, hiçbir delile istinad etmeyen masal ve hurafeden başka hangi şey vücud bulabilir?..

Allah, o Peygamberleri gönderdi. Kur’anda bir kısmından 
bahsetti, bir kısmından etmedi... Fakat gönderilmelerinin elbetteki bir hikmeti var. İşte bu hikmet, İlâhî rahmet ve adâletin tecellisidir. Onları gönderiyor ki; itaatkâr müminlere ne mükâfatlar, ne hoşnud edici nimetler hazırlandığını müjdelesinler diye.. Onları gönderiyor ki; isyankâr kâfirlere ne korkunç bir cehennemin, ne şiddetli bir azap yurdunun hazırlandığım hatırlatsınlar diye...

«Ve Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın diye...»

Âfakta ve enfüste Allah’ın varlığına delâlet eden açık hüccetler vardır. Allah, insana akıl vermiştir. İnsan, akliyle düşünmek, âfakta ve enfüste ilhana taallûk eden delilleri görüp anlamak iktidarındadır. Fakat Allah'ın kullarına olan merhametinden ve arzuların bazan aklı mağlup ettiğini bildiğinden ve O’nun hudutsuz rahmetı, enğin hikmetinden'dolayıdır ki; insanlara Resuller göndermiştir.. (Korkutucü ve müjdeliyici) Resuller!.. İnsanlara duğruyu ânlatan ve daima hakkı hatırlatan Resûller... Fıtrî duygularını uyandırmak, akıllarını şehvet bataklığından kurtarıp hür ufuklara çıkarmak için çırpınan Resûller.. Âfakta ve enfüste imana götüren delilleri perdeleyen şehvete ve onun öldürücü hâkimiyetine savaş açan Resûller...

«Allah Aziz 'dir, Hakim 'dir..»

Evet, Allah güçlüdür; yaptıklarından dolayı insanları hesaba çekmeye kâdirdir. Hakimdir; her şeyi hikmetle idare eder, her emri, hikmetinin zaruri tecellisidir... Allah'ın rıza ve takdirinde, kudret ve hikmetinin şüphesiz ki büyük tesirleri vardır.


«Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hücceti olmasın diye...»

Âyetinin derin ve lâtif ilham yığınlarının önünde birazcık duralım ve kısaca üç noktaya temas edelim;

Önce, insanın en mühim problemi olan Allah’a iman kaziyesinde beşer aklının kıymeti, vazifesi ve fonksiyonu üzerinde
duralım. Hakikatte Allah’a iman kaziyesi arzdaki hayatı devam ettiren en köklü ve sağlam esaslardan biridir. Hayata ait bütün tasarruflara bütün hâdiselere ve bütün prensip ve müesseselere onun sayesin de şekil verilir. Keza bu kaziyye, âhiret hayatının da yegâne geçer akçesidir.

Yarattığı insanın takat ve iktidarını en iyi şekilde bilen, beşer aklının hususiyetinden haberdar olan Allah, insanın hidâyete ulaşması, hayatını ıslah etmesi, dünya ve âhiret saadetini elde etmesi için aklın kâfi gelmeyeceğini bildiğindendir ki; insana hidâyet yollarını gösteriyor, âfakta ve enfüste imana vesile olacak işaretler serpiştiriyor.. İnsan hayatını tanzim ediyor; hayat nizamı vaz ediyor. Beşeriyete hakkın ve doğru yolun istikametini gösteriyor.

Evet, sadece akıl kâfi gelseydi, bütün tarih boyunca beşeriyete Peygamberler göndermek zaruretini hissetmezdi. Kâinatın hakikatim insanlığa duyurmak, kahharı zülcelâlin varlığını en sağlam hüccetlerle beşeriyete ispat etmek ihtiyacını hissetmezdi. Peygamberler göndermek süreriyle insanların ileri sürebilecekleri mazeretin kapısını kapatmazdı.

«Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hücceti olmasın diye...»

Evet, sadece akıl kâfi gelseydi, Peygamber göndermediği takdirde böyle bir hüccetin var olacağına işaret ezmezdi. Yüce Allah, insanoğluna vermiş olduğu aklın, haddi zâtında basit bir alet olduğunu, onunla doğrudan doğruya hidâyete ulaşmanın mümkün olmadığını, aklın kusurlu ve mahdut olduğunu, risalet müessesesinin yardımı olmadan bu noksanlarını tedavi edemeyeceğini elbetteki herkesten iyi bilir. Akıl; yardımcısız ve rehbersiz olarak, başlı başına hakka ulaşabilecek iktidarda değildir! Beşer hayatının menfaatini tahakkuk ettirecek, şümullü ve mükemmel bir nizam koyabilecek ve inşanı dünya ve ahirette kötü âkibetlerden kurtarabilecek güçte değildir!.. Allah, yine bilir ki, beşeriyete elçiler göndermek, İlâhî hidâyet ve rahmetin muktezasıdır. Tebliğ ve risâlet olmadan insanları muaheze etmemek, en tabiî bir adalet kaidesidir.

«Biz peygamber göndermedikçe azab edici değiliz.»1

İşte bu husus, nassı İlâhînin ihtiva ettiği bedîhi hakikatlerden biridir. Bedîhi bir hakikat olarak kabul etmesek dahi, ulûhiyetin kesin muktezalarindan biri olarak kabul etmeğe mecburuz...

Öyleyse... O beşer aklının vazifesi nedir?.. İman ve hidâyet meselesinde onun fonksiyonu ne olabilir?.. Hayata taallûk eden nizam ve sistemler mevzuunda ne gibi tesirleri düşünülebilir?..

İnsan aklinın en büyük fonksiyonu; risâlet kanalıyle gelen İlâhî emirleri almasıdır. Vazifesi de; almış olduğu bu emirlerin şuuruna ermesidir. Peygamberin vazifesi ise; tebliğdir, açıklamadır, beşer fıtratını dalmış olduğunu derin uykudan uyandırmaktır. Afakta ve enfüste tecelli eden imana ait işaretlere, hidayete müteallik delillere insan aklının dikkatini çekmektir. İlâhî emirlerin nasıl telakki edildiğini göstermektir. Sağlam bir düşünce sistemi kurmaktır. Dünya ve âhirette hayra götürecek olan amelî hayat nizamının kaidelerini talim etmektir.

Aklın vazifesi; hiçbir zaman dinin hâkimi olmak, sıhhat veya butlanı, kabul veya reddi cihetinden dinî emirlerin nâzımı ve müdebbiri olmak değildir.

Akıl, dinin bizzat Allah tarafından geldiğini kabullenip ondaki gaye ve hikmeti anladıktan sonra; dinin ve dinî emirlerin sahih veya batıl olduğu hakkında, onu kabul veya red hususunda hakemlik rolü oynayamaz. Yani; akıl; —her ne kadar kabul veya red hususunda hür ise de— ilâhî kelâmın lügat ve ıstılah manalarını anlayıp onun delalet ettiği hikmeti kavradıktan, Hak'kın beyanına vakıf olduktan ve onu küfranla karşılayana Allah tarafından azab edileceğini bildikten sonra ona baş eğip kabul etmesi gerekir. Evet; din ve dinî emirler insanoğluna şek ve şüphe götürmeyen en sahih yolla ulaşmış ve akıl da ondaki hikmet ve gayeyi kavramışsa ona teslim olmaktan başka bir yol aramaması gerekir.

Bu İlâhî risâlet; daima akla hitap eder, aklı ikaz eder, ona
yön ve istikamet verir. Akıl için sağlam bir düşünce sistemi ikame eder. Onun manası budur... Yoksa akla risâlet müessesinin kabul veya reddine sıhhat veya butlanına hükmedecek bir selahiyet verilmemiştir!... Nassı İlâhî nasıl tecelli etmişse, hüküm öyledir... İlâhî kelâmın dışında hüküm mevcut değildir. Beşer aklı, bu hükmü kabul edip, itaat infaz etmekle mükelleftir. Âyeti kerîmelerin medlûlü; ister alışılmış bir kanunu ihtiva etsin, ister alışılmamış, görülmemiş, duyulmamış bir hükmü ihtiva etsin.. Hepsi müsavidir; akıl, hepsine aynı şekilde inanmakla mükelleftir.

 Öyleyse aklın bütün fonksiyonu, İlâhî kelâmın hakiki maksadını anlamaktır. İbârelerin lügavî ve ıstılahî manalarını da göz önüne alarak âyetlerin medlûlünü öğrenmesidir. İşte bu noktada aklın vazifesi biter, bütün fonksiyonu sona erer. Çünkü âyetlerin hakiki medlûlünü anlamış olmak keyfiyeti, aklın 'hakemlik yapabilmek vazifesini sona "erdirir; Allah’dân~gelen " Sahih bir kelâmın, Beşer akli Vasıtasıyla red veya butlanına hükmedilmesine katiyen imkân vermez.. Şu âyet, Allah’dan gelmiştir. Bu da, iman aklıdır.. Evet ama, akıl, Allah’dan gelen âyetin sıhhat veya butlanına, kabul veya reddine hükmedecek bir ilâh değildir!. Böyle bir hükme hak kazanmak, Allah’dan  daha büyük, daha bilgili ve daha kudretli bir ilâh olmayı iktizâ  eder!...

Şimdi bu ince noktada yeni bir mesele daha ortaya çıkıyor. / Bir kısım insanlar, dini emirlerin sıhhat veya butlanına hükmetmek vazifesini akla veriyorlar ve böylece aklı ilâhlaştırmış oluyorlar. Diğer bir kısmı da var ki, tamamen ilga ediyor, iman ve hidâyet mevzuundaki bütün fonksiyonunu nefyediyorlar.. Bunların her ikisi de dalalettir... Her ikisi de çıkmaz sokaktır... Vasat yol, bu ikisinin ortasıdır.

Doğrusu şu ki; risâlet akla hitab eder. Takrirlerini idrak etsin diye onu muhatap alır. Gerek bu takrirler hakkında ve gerek bütün hayata taallâk eden meselelere dair, akıl için sağlam bir düşünce sistemini ikame eder. İlâhî emirlerin gerçek maksadı akıl tarafından idrak edilip anlaşılınca, artık aklın
yapacağı yegâne iş, onu tasdik edip itaat etmek ve ahkâmıni infaz etmektir. Bu tasdik, itaat ve infaz amelıyesini sağlamıyan, bir idrak ve anlayışın, varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. Bu idrak ve anlayış, o derece müstakar bir mahiyet arzetmelidir ki, artık akıl ilâhî emirlerin münakaşası diye bir mevzuu hatırına bile getirmemelidir. Bu münakaşa; ister İlâhi emirlerin kabul veya reddi ile alâkalı olsun, ister bu emirlerin sıhhat ve butlanına müteallik bulunsun... Akıl bilmelidir ki; bu emirler Allah'dan gelmiştir ve Allah'dan gelen şeyin münakaşası yapılmaz! Allah'dan, hakdan gayri bir söz sadır olmaz!.. Ondan, hayırdan başka bir emir gelmez! Hangi akıl, bunların münakaşasını yapabilmek iktidarını haizdir?..

Allah’dan gelen emirlerin telakkisi hususunda en sağlam yol; dinî emirlerin maksadı akıl tarafından anlaşıldıktan sonra, bir takım indî nazariyelerle bu emirlerin karşısına çıkmamaktır. Bu nazariyeler, ister bir takım mantıkî sözlerden ibaret olsun, ister bazı mahdut mülahazalar tarzında ortaya çıksın ve ister basit ve nâkıs tecrübelerin mahsulü olsun... Hepsi müsavidir. İnsana yakışan en sağlam yol; İlâhî emirleri almak ve bütün indî nazariyeleri bu emirlere dayandırmaktır. Çünkü İlâhî emirler, şahsî mülâhazalardan çok daha sağlam ve hatasızdır. İlâhî nizam, beşerî sistemlerden çok daha metin ve ölümsüzdür... Bundan dolayıdır ki, akıl, dinî emirlerde hakemlik yapamaz. Ne olursa olsun Allah’dan geldiği sabit olan bir meselede hüküm vermek selâhiyetine hâiz değildir!..

İlâhî emirlere aykırı düşen akli ve beşerî bir anlayışın karşısına, bir başka aklî ve beşerî anlayışın dikilmesi her zaman için mümkündür.. İşte aklın sahası budur... Akıl için zorluk veya muayyen bir sahada donup kalmak yok! Çünkü farklı anlayış sistemi, onun aslında mevcut!. Beşer aklı için konulan düşünce hürriyeti bu derece geniş bir sahaya şamildir. Aklı muayyen bir sahada donduracak hiçbir sulta, hiçbir şahıs, hiçbir cemiyet mevcut değildir. Kimse onun düşünce sahasının önüne set çekemez... İlâhî emirlerin maksadını idrak etmek ve onların tatbik sahasını düşünmek hususunda akılları dumura uğratmak, kimsenin harcı değildir... İşte risâlet, akla bu manada hitap eder...

İslâm, akıl  dinidir. Evet... Fakat şu manada; İslâm hükümleri ve prensipleri ile âklı hedef alır, onu muhatap kabul eder. Bir takım maddî mucizelerle aklı öldürmez. İslâm, mucizeleri kabul eder, fakat ona, beşerî yaşayışın zarurî bir kaidesi nazariyle bakmaz...

İslâm, akla hitap eder. Evet... Ama şu manada; İslâm, lağlam bir düşünce sistemini ikame eder. Aklı, âfakta ve enfüste imana ait işaretleri, hidâyete ait delilleri düşünmeye çağırır. Böylelikle onu, acemilikten, adet ve alışkanlığın esaretinden sapık şehvete mahkûmiyetten kurtarmağa çalışır...

İslâm, akla hitap eder. Evet... Ama şu manada; İslâm, İlâhî emirleri ihtiva eden nassların medlulünü anlamayı ona havale eder. Anlamadığı, idrâk edemediği şeylere iman etmeye zorlamaz onu.. Zaten anlamıyanın, selim bir akılla merzuk olmayanın imanı mevzubahis değildir. İlâhî emirlerin medlûlünü idrak ettikten sonra, ya ona teslim olup inanacaktır, ya da inkâr edip yüz çevirecektir. Teslim olursa, mümin sıfatına hak  kazanır. İnkâr ederse de, kâfir olur...

Akıl; İlâhî emirlerin kabul veya reddi hususunda kati kararı verecek bir hakem değildir, asla! Sıhhat veya butlanını tayin edecek bir merci de değildir!.. Bu; ancak aklı ilâh olarak kabul edenlerin arzularıdır. Aklın hoş gördüğü dinî emirleri kabul edip diğerlerini inkâr eden zavallıların, istediğini alıp istemediğini terkeden bedbahtların istekleridir... Alemlerin Rabbı ne güzel ifade buyuruyor!

«Siz, kitabın bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr mı edersiniz?
Yüce Allah böylelerine küfür sıfatını izafe ediyor!. O müthiş akibeti, o cehennem azabını onlara tayin ediyor!

İzzet sahibi olan Allah, bir meselede karar verirse, mutlaka kabul edilsin diye verir. Kâinata, insana veya diğer bütün mahlûkata ait bir hakikati, farzlara veya yasaklara dair bir
meseleyi karara bağlarsa, bunun manâsı şudur ki, o karara mutlaka iman edilecektir! Kabulü vaciptir!. İtaati şarttır!.

Bakınız, Allah yaratılış hakkında neler buyuruyor:

«O Allah'dır ki yedi gök yaratmış, Arzdan da onların mislini...»1 2 3

«O küfredenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde idi de biz onları ayırdık. Her şeye de sudan hayat verdik.»

«Allah her canlıyı sudan yaratmıştır.»’

«O; insanı, yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yarattı. Çamuru da dumansız bir ateşten yarattı.»4 5

Bunlara benzer daha bir çok âyeti kerîmeler; varlığın, kâinatın, eşyanın ve hayatın tabiatını dile getiriyor. Şüphesiz ki hak söz, Allah’ın söylediğidir. Şimdi, âyetlerin medlûlünü(Delilini) anladıktan sonra, akıl kalkıp anlayamıyorum bu hükümleri çıkaramıyorum diye itiraz ve inkâra tevessül ederse, elbetteki İlâhî azabı hak etmiş olur. Akıl çalışır, neticeler çıkarır; ama bütün neticelerde isabet ihtimali olabileceği gibi, en az onun kadar hata ihtimali de vardır. Halbuki Allah’ın hükmünde haktan ve isabetten başka ne düşünülebilir?...

Allah yine buyuruyor ki:

«Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.»’

«Ey iman edenler! Allah'dan korkun ve faizden kalan kısmını birakın; eğer gerçekten mümin iseniz... Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Resulüne karşı harp ilan ettiğinizi bilin! Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sîzindir.. Böyle ne zulmolunur, ne de zulme uğrarsınız.»6

«Evlerinizde oturun ve ilk cahiliyette olduğu gibi sokaklara dökülmeyin.»7
1. Talâk : 12
2. Enbiya : 30
3. Nûr : 45
4. Rahman : 14-15
5. Maide : 44
6. Bakara : 278-279
7. Ahzab ; 33

•Kadınlar, baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar ve zinetlerini göstermesinler...»1

Bunlara benzer daha bir çok âyeti kerîmeler, yeryüzünde beşer hayatının nizamını kuruyor. Şüphesiz ki sözlerin en doğrusu, Allah'ın söylediğidir... Şimdi, akıl kalkar; İçtimaî ve hayati bir takım maslahatlar sebebiyle bu hükümleri kabul edemeyeceğini ileri sürerken, öbür taraftan Allah’ın emrine muhalif olan veya O’nun izin vermediği veya O’nun meşru görmediği hükümleri daha uygun gördüğünü iddia ederse... Sonu karanlıktır bu gidişin!... Aklın gördüğü her maslahatta, hata da sevab da muhtemeldir... İhtiraslar, şehvetler insanı çok kere yanıltır... Ama Allah’ın hükmünde mahza maslahat ve doğruluktan başka bir şey yoktur.

Allah, bir mesele hakkında karar veriyor... Bu karar, düşünce sistemine ait olabileceği gibi, itikadî esasa da ait olabilir. hayat nizamına da... Hattâ beşer aklının zayıf muhakemesine de aykırı düşebilir. Fakat kararın Allah’a ait olduğunda şüphe yoktur... Delâleti kat’îdir ve zamanla da mukayyed değildir... Şimdi, akıl kalkar da; ben itikada ve ibadete ait esasları kabul ediyorum ama zamanın değiştiğini görüyorum ve hayat nizamının da değişmesinde zaruret olduğuna inanıyorum derse, bu İddiaya ne derece hak verilebilir?.. Allah; emirlerinin muayyen bir vakte tahsis edümesini dileseydi, şüphesiz ki bunu da yapardı. Mademki muayyen bir zamana tahsis etmemiştir ve mutlak olarak inzal buyurmuştur, o halde bunun hükmü her zaman câridir, her zaman geçerlidir. Allah’ı, gelecek zamanı görememe, bilememe diye bir töhmet altında bırakmaktan, ona bir nevî cehâlet izafe etmek sür’etinden şiddetle sakınmak lâzımdır. îlmi dâhinin kusurlu ve yetersiz olduğu vehminden kaçınmak lâzımdır. Allah, bu iddialardan münezzehtir... O. çok yücedir! Yalnız: Ayetlerdeki bazı umumî ifadelerin, içtihad yoluyla cüz’î meselelere tatbiki, keyfiyeti var ki bu gayet tabiîdir. Çünkü burada umum ifade eden hükmün kabul veya reddi diye bir şey mevzubahis değildir; cüz’iyata tatbiki bahis konusudur. Çeşitli nesillerde, aklî istidlallerle, farkları çok basit ve cüz’i hükümler çıkarılması da normal bir şeydir...

Yukardanberi anlattıklarımızda aklın değerini küçültmek ve beşer hayatındaki fonksiyonunu inkâr etmek zehabına kapıldığımız düşünülmemelidir. îslâm. hiçbir zaman akla bu nazarla bakmaz. İslâm'ın getirmiş olduğu sağlam düşünce sistemi ve dini İlâhînin ölçüleri iyice zaptedildikten sonra, artık aklın önünde hiçbir mania bulunmaz! Zuhur eden farklı meselelere dair İlâhî ahkâmın tatbikinde asla güçlük çekilmez. Çünkü sahası son derece genişlemiştir. Varlığın kuvvetini, takatini, kâinatın tabiatını ve hayatı rahatça düşünüp tefekkür edebilecek istidada ermiştir. Kâinatta, Allah'ın beşeriyete müsahhar kıldığı nimetlerinden faydalanmak şuuruna ermiştir. Hayatın şartlarını değiştirmek ve tekâmül ettirmek iktidarına malik olmuştur. Ama bu değişiklik ve tekâmül, ilâhı nizamın ışığında olacak; aklı sapıtan, fıtrî yaratılışı bozan şehvet ve ihtirasların arzusuna göre olmayacaktır!..

TEBLİĞ VAZİFESİ

«Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir hücceti olmasın diye...» âyeti kerimesi üzerinde bir kere daha duruyoruz.

Önce Peygamberlerin omuzlarına yüklenen ağır mesuliyeti düşünüyoruz. Peygamberlerden sonra da müminlere tevdi edilen ve bütün beşeriyeti ilgilendiren bir ilâh! davayı; Peygamberlere verâset davasım tefekkür ediyoruz. Bu; büyük bir dava olduğu kadar da ağır mükellefiyetleri ihtiva ediyor.

Bütün beşeriyetin âkıbeti. dünya ve âhiret saadeti, önce Peygamberlere, sonra da Peygamber dâvasmın varislerine bağlıdır. Onların, İlâhî emirleri beşeriyete tebliğ etmelerine bağlıdır. Onların sevap veya ikablan, saadet veya şekavetleri tebliğ müessesesine matuftur.

Bu; çok büyük ve çok önemli bir davadır. Peygamberler.
1. Bakınız; «îslâm Düşüncesinin Hususiyetleri, Rabbani Nizam» bölümü.
Şüphesiz ki mükellef oldukları mesuliyetin ağırlığım bilirler. Allah da tevdi ettiği İlâhî emanetinin hakikatini onlara tanıtır. İşte Yüce Mevlâ, Aziz Peygamberine şöyle hitap ediyor:

«Şüphesiz biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.»1

Sonra buna nasıl hazırlacağını, kendisini nasıl alıştıracağını, tahammül gücünü nasıl arttıracağım da şöyle izah buyuruyor:

«Ey örtülere bürünüp yatan; gecenin birazı müstesna kalk! Gecenin yarısını kalk, veya yarıdan biraz eksilt!. Yahut o yarıya biraz ilâve et. KuPan'ı da yavaş, açık ve güzelce oku. Şüphesiz ki sana ağır bir söz vahyedeceğiz.»1

«Gerçekten biz, KuPan'ı sana âyet âyet indirdik. O halde Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkâra veya nanköre boyun eğme. Sabah akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir kısmında da O'na secde et. Bir de geceleyin uzun ‘ müddet onu teşbih et!.»1 3

Allah, bunları Peygamberine öğretiyor. Ona, konuşmasını, fakat söylediklerinin şuuruna ermesini emrediyor:

«De ki: Beni Ailah'dan kimse kurtaramaz. Ondan başka bir sığınak da asla bulamam. Ben ancak Ailah'dan ve gönderdiklerinden, tebliğle mükellefim.»4 5

«O, bütün gaybı bilendir. Gaybe dair ilmini hiç kimseye açmaz. Ancak bir Peygamber olarak seçtiği müstesna... Şüphesiz Allah, Peygamberin önünden ve ardından muhafız melekler tayin eder... Peygamber şunu bilsin ki, o elçiler, Rablerinden risâletlerini tamamen tebliğ etmişlerdir. O, elçilerin nezdinde-ki ilmi kuşatmış ve her şeyi de saymıştır.»1

Evet, bu çok büyük bir dâva... O nisbette de büyük bir mesuliyeti var... Çünkü bu, bütün insanlığı ilgilendiren bir mesele... Hayat ve ölümleri saadet ve şekavetleri, mükâfat ve mü-
1. Müzemmil: 5
2. Müzemmil : 1-4
3. İnsan : 23-26
4. Clnn : 22-23
5. Clnn : 26-28 <







cazâtları ile alâkalı bir dâva... 

Bütün beşeriyetin dâvası o!... Ya bu yolu kabul edip emrince amel eder ve böylece dünyada da, âhirette de saadete erersin, veya ondan yüz çevirip inkâr edersin dünyada da, âhirette de zillete mahkûm olursun... Ama Peygamberlerin varlığından haberdâr olmayan, kendisine İlâhi emirler ulaşmamış olanlara gelince; onların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir hüccetleri, bir mazeretleri vardır. Onların, dünyadaki şekavet ve sapıklıklarının mesuliyeti» tebliğle mükellef oldukları halde bu vazifeyi yerine getirmeyenlere aittir!.

Allah Resullerine gelince; onlar bu emanetin hakkını verdiler, risâleti tebliğ ettiler ve bu ağır mükellefiyeti yerine, getirmenin vicdanî huzûruyla Rablerine kavuştular. Onlar, sadece dilleriyle insanları davet etmediler; bizzat fiilen yaşadılar, canlı bir örnek oldular. Her güçlüğe tahammül ettiler. Önlerine dikilen maniaları gece gündüz yaptıkları cihatla bertaraf ettiler. Her zaman insanları şaşırtan müessir şüpheler ve müzeyyen sapıklıklarla savaştılar. İnsanları daveti ilâhiyeden alıkoyan zalim kuvvetler ve dinde fitneler iras eden fesat yuvaları ile mücadele ettiler. Son tebliğci olan Hâtemül Enbiya da böyle yaptı. Risâlet müessesesinin en son ve en mütekâmil şeklini getiren o büyük insan da böyle mücadele etti. Güçlükleri, maniaları sadece dille bertaraf etmeye çalışmadı; bizzat kılıçlarla karşı çıktı!.

«Fitne kalmayıncaya ve din, yalnız Allah için oluncaya kadar...»Bakara : 133

Evet, onlar böyle çalıştılar... Ve gittiler... Fakat vazifelerini götürmediler... Risâlet mesuliyetini müminlere bırakıp gittiler... Peygamberlik dâvasının mücadelesini. Peygamberlere inandıklarını iddia edenlere bıraktılar... Peygamberden sonra nesiller birbirini kovaladı. Biri gitti, arkasından bir başkası geldi. Resulullah’a tebaiyyet iddiası; her neslin, birbirine ve kendilerinden sonra gelenlere, Allah Resulunun dâvasını tebliğ etmekle gerçekleşir... Resulullah’dan devraldıkları emaneti elden ele aktarmaktan, İlâhi dâvayı tebliğ etmekten başka hiç
 bir kurtuluş imkânı yoktur onlar için!. Bu; Allah’ın, onlar üzerindeki en büyük hüccetidir. Allah, onlardan; insanları dünyada şekavetten âhirette de İlâhi azabın dehşetinden korkutacaklarına dair söz almıştır... Ve bu mesuliyeti onlara vermiş, bu emaneti onlara tevdi etmiştir... Onlar da, bu vazifeyi yerine getirmeğe mecburdurlar!. Tıpkı,Allah Resulunun yaptığı gibi mücadele etmek zorundadırlar... Çünkü Resülullah’ın elindeki risâlet dâvası, aynen onlara aktarıldı. Sonra insanlar, aynı insanlar; aynı hayat kanununa tabi yaratıklar... Dalalet, ihtiras, şehvet ve şüphelere gelince; onlar her devirde mevcut... Kuvvet; her zamanki azgın, zâlim ve taşkın kuvvet... Kuvvet ve dalaletle dinde fitneler icad eden zihniyet, yine aynen mevcut... Yeryüzü, her zamanki yeryüzü... Zorluklar, her zamanki zorluklar... İnsanlar, her zamanki insanlar...

Her halükârda tebliğ zarûrîdir!. Emanetin hakkını vermek mecburidir!. Bizzat lisanla dâvayı açıklamak şarttır! Bu kadarla da iktifâ etmeyip bizat yaşamak, tatbik etmek lâzımdır. Dâvanın canlı birer tercümanı olmak lâzımdır. İlâhî davetin önüne dikilen maniaları izale etmek, insanları fitne ve fesada boğan zihniyeti yıkmak gerektir... Bunları yapmak lâzımdır ki, tebliğ vazifesi yerine gelmiş olsun... Aksi halde ne tebliğ, ne de emanetin hakkını vermek gibi bir sıfatı, kendimize izafe edemeyiz...

Bu; vazgeçilmesi imkânsız bir farizadır. Vazgeçmek halinde, tahammülü imkânsız büyük mesuliyetler zuhûr eder. Bütün beşeriyetin, dalâlette kalmasının mesuliyeti! Dünyada şekâvete mahkûm olmalarının mesuliyeti!. Bütün bu mesuliyetleri omuzlamak ve cehennem azabından kurtulmak!..

Kim, bu mesuliyeti hafife alabilir?.. Belleri, kıran, göğüsleri çatlatan, mafsalları titreten bir yük...

Kendilerine «M ü s 1 ü m a n* adını verenler, ya bu vazifeyi eda edip tebliğ mükellefiyetini yerine getirecekler, yahut ta ne dünyada, ne de âhirette kurtuluş diye bir şeyi akıllarına getirmeyeceklerdir. «Müslümanım!» dedikleri halde bu vazifeyi edâ etmeyen ve bütün şekilleriyle tebliğ mükellfiyetini yerine getirmeyenler, müntesibi olduklarını iddia ettikleri îslâm’ın tamamen zıddına hareket ediyorlar; İslâm’a karşı çıkıyorlar demektir... İslâm’ın lehinde şehadet etmeleri lâzım gelirken aleyhinde şehâdet ediyorlar demektir. lşte kelâmullahın "Beyanı:

«Sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerine şahid olasınız; Peygamber de size şahid olsun...»1Bakara: 143,-

İnsan, İslâm için şahitlikte bulunurken önce kendi şahsından başlamalıdır. Sonra evine ve ailesine, daha sonra da akrabasına ve mahallesine intikal etmelidir. Hepsi de, müntesibi olduklarını iddia ettikleri İslâm’ın canlı birer tercümanı ve yaşayan mümtaz örnekleri olmalıdırlar... Bu, ilk adımdır!. 
Aile, akraba ve mahallede daveti ilâhiyeyi edâ ettikten sonra, davetin hedefini bütün millete tevcih etmek lâzımdır. Millet hayatında şahsî, İçtimaî, iktisadi ve siyasî cepheleriyle İslâm nizamının tahakkukuna gayret etmeli, onu beşer hayatına hakim hale getirmeğe çalışmalıdır. Bu da, ikinci adımdır!. 
Sonra insanları sapıtan ve fitnelere sebep olan her türlü maniayı izâle için mücahede etmelidir. İşte bu da, üçüncü adımdır!. 
Şahidlik vazifesini bu üç merhalede de hakkıyle yerine getirenlerdir ki, «İ s1 â mı n Şahidleri» vasfını ibrâz etmeye hak kazanmışlardır. Evet; İslâm’ın Şahidi, sadece onlardır!.

ALLAHIN RAHMETİ

Nihayet bir kere daha Aziz ve çelil olan Allah'ın yüce azameti önünde tevakkuf ediyoruz. Şu âsi ve münkir insanlara, Allah’ın ihsanını, fazlını, merhametini, himâyesini, adaletini ve ilmini temaşa ettiriyoruz.

İlmi İlâhînin ve O’nun, şu varlıktaki tecellilerinin önünde hürmetle eğiliyoruz. Kâinata verilen küvet ve enerjiyi, insan bünyesine tevdi edilen hidâyete ve dalâlete vesile olacak işaretleri hayretle seyrediyoruz. Sadece akılla iktifa edilmeyip, aklı harekete getirecek emârelerin mevcudiyetini görüyoruz. Âdemoğluna verilen en büyük ihsanlardan olan akıl nimetinin yanında, afâkta ve enfüste iman ve hidâyete vesile olacak bir çok alâmetlerin varlığını hissediyoruz. Allah, şüphesiz bilir ki, akıl bir âlettir ve türlü türlü arızalar, şehvetler, hakkı görmesine mani olur. Arzu ve ihtiraslar, ruhun derinliklerinde ve kâinat tabakalarında yayılmış olan delilleri, çok kere perdeleyebilir... Cehâlet ve kusur, imana götüren yolları tıkanabilir... Bundan dolayıdır ki Allah, hidâyet ve dalâletten, doğrudan doğruya aklı mesul tutmamıştır. Ancak risalet ve tebliğden sonra, onu bu mesuliyete muhatap kılmıştır. Yüce Allah, tebliğ ve hidâyetten sonra dahi olsa, nizam vaz’etmek selâhiyetini akla vermemiştir; ancak Allah’ın vaz’ettiği nizamı tatbik selâhiyetini vermiştir. Allah, nizamını vaz etmiş ve ötesini insanoğluna bırakmıştır. Ona, istediğini ibda edip istediğini tağyir edeceği, istediğini tahlil edip istediğini terkib edeceği geniş bir mülk, vâsi bir hareket sahası vermiştir. İnsanoğluna müsahhar kıldığı şu kâinattan faydalanmasını emretmiştir. Akıl bazan isabet eder, bazan da hata eder; bazan inşanı müstakîmen yürütür, bazan da dosdoğru yolda ayaklarını kaydırır!.

Şimdi de. adaleti ilâhiyyenin önünde huzura kapanıyoruz. Allah’a karşı insanoğluna verilen hücceti seyrediyoruz. Şayet Allah, insanlara Peygamber göndermeseydi, insanların ileri sürebilecekleri haklı bir mazeretin varlığını, yine Allah’dan öğreniyoruz... Gerçi kâinatın engin sahifelerinde ve insan ruhunun derinliklerinde, şu âlemin bir Haliki olduğuna ve O’nun bir olduğuna, kudret ve ilminin hudutsuz, takdir ve tedbîrinin mutlak olduğuna delâlet edecek bir çok ibretler, bir çok alametler mevcuttur... Ruhta ve kâinatta Allah'ın varlığına götürecek delillerle fıtrî yaratılış arasında bir intizam, bir câzibe. bir münasebet kurulmuş ve fıtrat; insanı Allah'ın varlığına bağlayacak, O’nun huzurunda boyun eğdirecek hatiften sesler ve ilhamlarla doldurulmuştur... Nihayet insana akıl verilmiş, kâinatı müşahede edecek ve müşahede ettiklerinden doğru neticeler istinbat ederek, onu Allah’ın varlığına götürecek imkânlar lütfedilmiştir... Ama lütfü İlâhi, bütün bunlara rağmen yine de, insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olduğunu hatırlatıyor. Çünkü Allah bilir ki; insandaki çeşitli zaaf ve illetler, bütün bu delilleri yok edebilir, gözlerden gizleyebilir; aslını bozabilir; aksi neticeler intâc eyleyebilir; veya onlara bir takım hata ve sapıklık emareleri irac edebilir... İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, Allah; kâinat fıtrat ve akıl hüccetlerinden insanları beri kılarak; bunları imana götürücü kati birer hüccet olarak kabul etmiyor. İnsanlara Peygamber göndererek akıl gibi basit aletlere yol göstermedikçe, İlâhî hakikatin ölçülerim belirtmedikçe ve İlâhî nizamın ölçülerini istikametle yürütecek ahkâmı sıhhate kavuşturmadıkça, insanları mesul tutmuyor. Ne zaman ki bütün bunlar yerine getirilir, işte o zaman İlâhî nizamı kabul etmesi, ona itaat ederek hükmüne ittiba etmesi insana farz olur. Aksi halde Allah’a karşı bütün hüccetleri sakıt olur ve İlâhî azaba müstahak olur.


Nihayet ilâhı rahmetin, faziletin, ihsanın ve muhafazanın büyüklüğü karşısında bir kere daha tevakkuf ediyoruz. .Allah’ın en mükerrem varlık olarak halkettiği insana bahşettiği lütufları tefekkür ediyoruz.

Allah, şüphesiz ki insanın kusur ve zaaflarını bilir. Buna rağmen şu uçsuz bucaksız âlemi onun emrine müsahhar kılmıştır... Arzda hilafet vazifesini ona tahsis etmiştir. Şu kâinat, her ne kadar Allah’ın hudutsuz mülkünün yanında bir zerreden ibaret ise de, insana kıyasla şüphesiz çok büyük bir mülktür. Allah; rahmeti, fazileti, ihsanı ve muhafazasının icabı olarak insanı yalnız başına bırakmamayı, ruhî ve nefsi kıpırdanışlarının tabiî neticelerine sürüklememeyi murad etmiş, fıtrî hidâyetin bazan sürçebileceğini, akıl pusulasının bazan sapıtabileceğini bildiği için, lütfü İlâhîsinin eseri olarak birbiri peşinden Peygamberler göndermiştir... Fakat insanoğlu bu!. Lütfü İlâhîyi tepeliyor... Allah elçilerini tekzib edebiliyor... Taannütle karşılarına dikilebiliyor... Getirmiş oldukları hakikatin şaşmaz istikametinden yüz çevirip sapıtabiliyor... Ama O; Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır!.. İnsanları, günah ve hataları sebebiyle hemen muaheze etmiyor... Onu lütuf ve ihsanından da mahrum etmiyor... Birbiri arkasından Peygamberler göndermek sûretiyle hidayetten ebediyen mahrum kalmalarını önlüyor... Sonra, kendilerine Peygamberlerin tebligatı ulaşmadığı müddetçe
ne dünyada, ne de âhirette onları azaba mahkûm etmiyor... Ama Peygamberlerin tebligatı kendisine arzedildiği halde küfrü iltizam eder ve tevbe de etmeden kâfir olarak ölürse o zaman, azabı İlâhînin kendisini kuşatmasından daha tabiî ne olabilir?..

Burada adeta şöyle bir temsil yapılıyor: Henüz tam manasıyle yürüyemeyen küçük bir çocuk, artık bacaklarının tam kuvvet kazandığına inanıyor ve ellerinin yardımı olmadan da yürüyebileceğini tahmin ediyor. Tekebbürle, böbürlenerek adımlarını atmaya başlıyor; fakat daha ilk adımını atmadan yüzüstü kapanıveriyor. Lâkin her şeye rağmen buradaki sabi, yukardaki münkir insandan daha çok hakikati görüyor ve fıtratın emrine daha çok itaat ediyor. Çünkü ellerin yardımı olmadan yürümek, insan bünyesinde maknûz olan bir takatin varlığını ifade eder ve fıtrî yaratılışa da yüzde yüz uygundur. Zaten insanda, zamanla da olsa bu ' kudret ortaya çıkıyor; kemikler, adaleler, kaslar zamanla gelişip şertleşiyor, mukavim hale geliyor ve ellerin yardımı olmadan, sadece ayaklarla yürümek kâbil oluyor. Demek ki bu kudret; asılda, yaratılışta mevcut!...

Allah’ın kudret elini kendisinden uzaklaştırmağa çalışan, O’nun in’am ve İhsanı olmadan da hayatını devam ettirebileceğini zanneden ve İlâhî hidâyetten yüz çeviren bugünün insanına gelince... Bütün kuvvet unsurları ile beraber insanoğlunun hiçbir zerresinin Allah’dan müstağni olmadığını. Yüce Mevlâ çok iyi biliyor. Allah’ın lütuf ve İhsanı, hidâyet ve rahmeti olmadan hayatını devam ettirmesinin mümkün olmadığını da biliyor... Bunun içindir ki Allah, insan bünyesindeki bütün kuvvet ve kudret unsurlarını, eksik taraflarını, İlâhi risalete tamamlıyor, kemâle erdiriyor. Şayet insan, Allah’ın hidâyetinden sarfı nazar eder ve kendi varlığını kendisi için yeterli görürse, hüsrana mahkûm olur, muztarip olur, sapıtır...

Asıl hata ve sapıklık; «îyi derecede akıl sahibi olan kişiler, risaletin ulaştırmak istediği hedefe, risalet olmadan da ulaşırlar» şeklindeki iddialardır... Halbuki akıl, ancak risâletle beraber sağlam bir düşünce sistemine erebilir. Şayet bundan sonra da hataya düşecek, tatbik safhasında yanılacak olursa; bu hal kurulmuş bir saatin hatası gibidir. Bir takım müessir âmillerin ona galebe edebileceğine şüphe yoktur. Çünkü onun madeni. bu âmillerden müteessir olacak bir tabiate sahiptir... Evet, o kurulmuş bir saatin hatası gibidir: kurulmamış bir saatin hatası gibi değil!. Tesadüflerin, ihtimallerin kurbanı da değil!..

Risaletle tamamlanıp kemâle eren şeyin, başka bir şeyle kemâle ermesine katiyen imkân yoktur. Bunun içindir ki, beşeri aklın risaletten müstağni olması asla mümkün değildir. Basit veya orta derecede bir aklın, risalet müessesesinin yardımıyle ulaştığı hidâyet menziline; dünyanın en üstün., en mükemmel ve en ileri aklına sahip birinin, risâletin yardımı olmadan ulaşabildiğini beşer tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir... Ne itikadi tasavvurda, ne ruhi olgunlukta, ne hayat nizamında ve ne de bu nizamın her hangi bir teşriî kaidesinde...

Eflâtun ve Aristo üstün ve mükemmel aklın temsilcisi idiler. Hatta Aristo; aklın, beşeriyet âleminde zuhur eden en büyük mümessili idi. Risalet müessesesinden ve İlâhi hidayetten de uzak bulunuyordu. Şimdi biz A r i s t o’nun Allah tasavvuruna baktığımız zaman; risalet müessesesinin yardımıyla hidayet bulmuş olan basit bir müslümanın Allah tasavvuru ile onun ki arasında korkunç bir mesafenin var olduğunu görürüz.

Eski Mısır 'da aklın en kuvvetli temsilcilerinden biri olan Akhenaton, tevhid akidesine ulaşmıştı. Gerçi o zaman Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf 'un risâletleri yardımıyle tevhid akidesi yayılmış bulunuyordu. Fakat biz yine de Akhenaton 'un, etrafa yayılmış bulunan bu risâletin tesiri altında kaldığını bir an için unutalım. Ama yine de onun akidesinde o derece efsane ve boşluklar göze çarpıyor ki, basit bir müslümanın tevhid anlayışıyla onunkini kıyas etmeye bile insanın vicdanı razı olmuyor.

İslâm'ın hâkimiyet devri olan Sadri İslâm'da, Resulullah'ın terbiye süzgecinden geçen nice orta seviyede insanları görüyoruz ki. bütün beşer tarihi boyunca dehâlarını herkese kabul
ettirmiş kişiler, onların ulaştıkları seviyeye hiçbir zaman ulaşamamışlardır.

Nizamların, kanunların ve prensiplerin İslâm’da ulaştığı o muvazene ve uygunluğa, o yücelik ve üstünlüğe hiçbir beşerî ve akli sistemde ulaşamamıştır. Ebediyen de ulaşamayacaktır!. İslâm'ın meydana getirmiş olduğu o içtimai hayat, o beşeriyetin şeref tablosu olmaya lâyık insanlardan mürekkep cemiyet; ne daha önce, ne de daha sonra yeryüzüne ayak basmamıştır, öyle bir muvazene, öyle bir intizam ve öyle bir yaşama kolaylığına sahip cemiyeti görmek, insanoğluna nasip olmamıştır. Ebediyen de olmayacaktır!..

Aslında maddî medeniyet, idari nizamın, istinad edeceği bir dayanak değildir. Maddî medeniyet; derleyen ilmin inşa ettiği bir takım vesilelerle gelişir, tekâmül eder. Fakat, hayatın ölçüsü bu değildir; beşerî hayatın bütün şubeleri ve bütün cepheleri arasında kurulacak olan muvazenedir, intizamdır... Bu muvazene beşeriyete saadet bahşeder, ruhları itminan duygusuyla doldurur. Herhangi bir zulüm ve baskı olmadan faaliyetini yürütebilmesi için beşerî takat ve enerjiyi hürriyetine kavuşturur... İslâm'ın mevcut olduğu herhangi bir asırda, bu İlâhî risaletten uzak kalan, kendilerine İslâmî davet ulaşmayan insanlardan mürekkep cemiyetlere gelince... Şunu katiyetle beyan edelim ki, İslâm nizamının hâkim olmadığı bir İçtimaî hayatın değişmez vasfı, anarşi, karışıklık ve muvazenesizliktir. O hayatın bir cephesi huzur ve aydınlığa ersede, terakki edip büyüse de, maalesef hakikat budur. Hayatın bir cephesinde meydana gelen bu gelişme, diğer cepheleri iflasa mahkûm edecek, bozacak, ifsâd edecektir... Âdeta hayatî müesseseler, birbirleri ile ters bir nizam içine sokulmuştur... Ve beşeriyette, bu terslik içinde bocalayıp durur, huzursuz olur, sapıtır, bedbaht olur...1


Burada tekrar duracağız, insan ruhunda derin ve kuvvetli tesirler icrâ eden şu kelâmı İlâhî önünde bir kere daha tevakkuf etmeye kendimizi mecbur hissediyoruz:
1 Bakınız: Müellifin «islam ve Medenlyyetln Problemleri» adlı eserine.






4 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. İslâm, akıl dinidir. Evet... Fakat şu manada; İslâm hükümleri ve prensipleri ile âklı hedef alır, onu muhatap kabul eder. Bir takım maddî mucizelerle aklı öldürmez. İslâm, mucizeleri kabul eder, fakat ona, beşerî yaşayışın zarurî bir kaidesi nazariyle bakmaz...
    İslâm, akla hitap eder. Evet... Ama şu manada; İslâm, lağlam bir düşünce sistemini ikame eder. Aklı, âfakta ve enfüste imana ait işaretleri, hidâyete ait delilleri düşünmeye çağırır. Böylelikle onu, acemilikten, adet ve alışkanlığın esaretinden sapık şehvete mahkûmiyetten kurtarmağa çalışır...
    İslâm, akla hitap eder. Evet... Ama şu manada; İslâm, İlâhî emirleri ihtiva eden nassların medlulünü anlamayı ona havale eder. Anlamadığı, idrâk edemediği şeylere iman etmeye zorlamaz onu.. Zaten anlamıyanın, selim bir akılla merzuk olmayanın imanı mevzubahis değildir. İlâhî emirlerin medlûlünü idrak ettikten sonra, ya ona teslim olup inanacaktır, ya da inkâr edip yüz çevirecektir. Teslim olursa, mümin sıfatına hak kazanır. İnkâr ederse de, kâfir olur...
    Akıl; İlâhî emirlerin kabul veya reddi hususunda kati kararı verecek bir hakem değildir, asla! Sıhhat veya butlanını tayin edecek bir merci de değildir!.. Bu; ancak aklı ilâh olarak kabul edenlerin arzularıdır. Aklın hoş gördüğü dinî emirleri kabul edip diğerlerini inkâr eden zavallıların, istediğini alıp istemediğini terkeden bedbahtların istekleridir... Alemlerin Rabbı ne güzel ifade buyuruyor!
    «Siz, kitabın bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr mı edersiniz?.»
    Yüce Allah böylelerine küfür sıfatını izafe ediyor!. O müthiş akibeti, o cehennem azabını onlara tayin ediyor!
    İzzet sahibi olan Allah, bir meselede karar verirse, mutlaka kabul edilsin diye verir. Kâinata, insana veya diğer bütün mahlûkata ait bir hakikati, farzlara veya yasaklara dair bir
    meseleyi karara bağlarsa, bunun manâsı şudur ki, o karara mutlaka iman edilecektir! Kabulü vaciptir!. İtaati şarttır!.
    http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2015/04/yahudiler-ve-hz-muhammed-as.html?spref=fb
    https://www.facebook.com/video.php?v=786742534679893&set=vb.100000324607185&type=3&theater

    YanıtlaSil
  4. BU GİBİ GENEL TANIMLAR KİŞİNİN HEDEFİNİ BELİRLEMEDE YANLIŞ İSTİKAMETLERE YÖNLENDİRİR.
    HALBUKİ AKIL İLE YARADAN VE İNSANLIK İÇİN GÖNDERİLEN GÖREVLİNİN KENDİSİ, GETİRDİĞİ SÖZLEŞME (KONTRAT) İDRAK EDİLİR.
    SONRA VAHYE TESLİM OLUNUR.
    https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1053746524646158&set=a.999957770025034.1073741906.100000324607185&type=3&theater

    YanıtlaSil