9 Eylül 2014 Salı

KİŞİLERİN DÜŞDÜĞÜ HALLERİN SEBEBİ İHTİRAS...

Madem ki Allah’ın müslümanlara gönderdiği dinin hükümleri N ûh peygambere, İbrahim, Mûsa ve îsa peygamberlere gönderdiği hükümlerin aynısıdır. Öyle ise neden Mûsa peygamberin tabileriyle îsa Peygamberin tâbileri birbirlerine girip boğuşuyorlar. Ve neden kendilerinin İbrahim dinine mensup olduklarını sanan müşrikler müslümanlarla savaşıyorlar? Neden hepsi son peygamberin taşımakta olduğu bu biricik sancağın altında toplanmıyorlar, birbirine düşman kitleler olarak yaşıyorlar? Halbuki Allah’tan gelen emirler hepsine de hitap etmektedir ve: «Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin” hükmü hepsine de gelmiştir. Dine bağlanın, mükellefiyetlerini yerine getirin, sapıtıp geri dönmeyin, saf saf olarak bu dinin bayrağı altında toplanın ve bu bayrağı en son olarak Hz. Muhammed Mustafa (S.A.) ya gelinceye kadar Mûsa, îsa, İbrahim, Nûh peygamberler taşıyıp getirmişlerdir.

Ne var ki, kasabaların arasında ve onun çevresinde yaşayan müşrikler kendilerini İbrahim peygamberin dininden olduklarını ileri sürmelerine rağmen eskiden beri akıp gelen ve son olarak yeni şekliyle ortaya sürülen İslâm davetine karşı başka bir tutum takip ediyorlardı:

“Putperestleri çağırdığın şey onların gözünde büyümektedir.”

Aralarından bir fert olan Muhammed (A.S.) e vahyin indirilmesi onların gözünde çok büyüyordu ve istiyorlardı ki “İki şehrin büyüklerinden birisine” vahiy insin. Kısacası kendi şehirlerinin ekâbir takımına vahyin gelmesini bekliyordu. Hz. Muhammed (S.A.) in dürüst "ve güvenilir birisi olduğunu kabul etmekle beraber, onun kavminin ileri geleni olmaması yüzünden vahye mazhar olamayacağını düşünüyorlardı. Çünkü peygamberin soy itibarı ile Kureyş kabilesinin orta bir ailesine mensup olduğunu, kavminin reisi ve hakimi bulunmadığını belirtiyorlardı.

Ayrıca iptidaî kavimlerde yönetici güçlerin yegâne dayanağını teşkil eden efsaneler ve putperestlik devrinin kalıntısı putlar, hurafeler, İktisadî ve şahsî hayatın ve menfaatlerin üzerine dayandığı dinî esasların kökten yıkılması, onların gözünde çok büyümektedir. Onlar şirke alışık olduklarından bu yüce peygamberin ve şerefli insanın davet ettiği saf tevhit ve apaçık hakikatler dini onlara büyük görünüyordu, öte yandan kendilerinden önce şirk üzere ölen atalarının sapıklık ve cahiliyet içerisinde öldüklerinin söylenmesi onların gücüne gidiyordu. Bu yüzden onlar budalalığa teşebbüs ediyorlar, günahla gururlanıyorlar ve kendi elleriyle kendilerini cehenneme atıyorlardı. Bütün bunları babalarının ve geçmişlerinin sapıklık içerisinde öldüğünü kabullenmemek için yapıyorlardı. Bunun ardından Kur'anı kerîm peygamberleri Allah’ın beğenip seçtiğini ve buna kimi lâyık görüyorsa onu tercih ettiğini, dilediğini hidayete erdirip sapıklıktan ayırdığını beyan buyuruyor:

“Allah dilediğini kendine seçer. Kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”

Binaenaleyh, Hz. Muhammed (S.A.) i risalet için insanlar arasından seçmiş ve beğenmiştir. Ve 0 dilediğine yolu açar ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.

Bilâhare âyeti kerîme hep aynı dini getiren peygamberlerin peşinden gidenlerin bölük bölük olup parçalandıklarını belirterek bu hususu izah etmeye başlıyor:

Onlar kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da mutlak ondan bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

Bir kere bu bölük bölük olan insanlar cehaletleri yüzünden bölünmemişlerdir. Hepsinin birleştiren bir tek esası bulup göremedikleri için de tefrikaya düşmüş değillerdir. Bilâkis bildikten sonra tefrikaya düşmüş, hakikati ayaklar altına alarak kendilerine zulmetmek ve ihtiras için tefrika içerisine dalmışlardır. Gelip geçici arzuların, azgın isteklerin tesiri altında bölük bölük olmuşlardır. Sağlam bir amaca, doğru dürüst bir nizama dayanmadan tefrikaya düşmüşlerdir. Şayet inançlarında samimî, gittikleri yolda dürüst olsalardı tefrikaya düşmezlerdi.

Bunun için de Allah’ın bu tefrika ve ihtilâftan ötürü, ihtirasları yüzünden parçalanmalarından dolayı kendilerini yok etmesini haketmişlerdi. Ne var ki Allah’ın dilediği bir hikmet icabı olarak ezelde söylediği bir sözü vardı. Onları belli bir süreye kadar geciktirecekti.

 “Şayet belirli bir süre için Rabbinin belirli bir sözü olmasaydı aralarında hemen hüküm verilirdi”. Hak yerini bulur, bâtıl yok olur giderdi. Ve her şey bu kısacık dünya hayatında bitiverirdi ama bir hikmete mebni olarak belirli bir süreye kadar tehir edilmiş bulunuyorlar. Her peygamberin tâbileri arasında o fırka fırka olan ve tefrikaya düşenlerden sonra kitaba varis kılınan nesiller inanç ve kitablarina samimiyetle sarılmadılar. Çünkü daha önce geçenlerin bölük bölük olması, onların zihninde şüphe, kapalılık ve kararsızlık emarelerinin belirmesine sebep olmuştu:

“Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da mutlak ondan bir şüphe ve tereddüt içindedirler”. Akide böyle olmaz tabiî. Çünkü i-man inanan kişinin üzerinde güvenerek durabileceği sağlam bir kayadır. Çevresinde bulunan her yer yıkılabilir, sarsılabilir ama o, sarsılmaz kayanın üzerinde sapasağlam ayak üstü dikilir durur. İnanç, dalgaların ve tufanların arasında mü’minin yöneldiği ufku belirli-yen, şaşırıp kaybolmamasını sağlayan parlak bir yıldızdır. Mü’min yönünü ona bakarak tayin eder. Fakat inanılan şeylerde şüphe ve kararsızlık belirtileri görülecek olursa o zaman değişmez bir şey kalmaz. Hiç bir şeye güven bulunmaz. Yön tayini mümkün olmaz. Yol belirlenmesi imkânsızlaşır.

Bir kere inançlar inanç sahiplerine yollarını göstermek için gelmiş ve onları Allah’ın yoluna doğru götürmek istemiştir. Bundan sonra o inananların peşinde beşer kitleleri bocalamadan, tereddüt etmeden, sapıtmadan Allah’a doğru yönelir giderler. Ama inananlar şüpheye düşecek olursalar, inandıklarından kuşku içerisinde bulunurlarsa hiç kimseyi yönetecek, idare edecek güce sahip bulunamazlar. Kendileri şaşkın olanlar kumanda mevkiine aslâ geçemezler.

Bu yeni dinin geldiği günlerde diğer peygamberlere tâbi olan insanların hali böyleydi işte... Hintli üstadlardan Ebu-1 Hasen Ali en-Nedevî: “Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti?” adlı eserinde der ki:

“O günlerde büyük dinlerin mensuplan oyuncak ve eğlence idi sapıkların, münafıkların elinde, öyle ki kendi ruh ve inanç biçimlerini yitirmişler ve kendilerinden geçmişlerdi. O dinlerin ilk mensuplan dirilecek olsalardı onlan tanımazlardı. Medeniyetin, kültürün, idarenin, ve hükümetin yerini şimdi anarşi, düzensizlik.ihtilâl, yöneticilerin zulmü, ve bunalımlar almıştı. Bu din mensuplarından hiç birisi insanlığa bir gerçeği takdim edemez, bir milleti doğru yola çağıramazdı. Maneviyatları iflâs etmiş, hayat kaynaklari kurumuştu. O günkü dünya sahnesinde ne dürüst bir hüküm veren vardı, ne de beşerî hükümlerden sabit bir nizam koyabilen...

Batılı yazar G. H. Belison “medeniyetlerin temeli heyecanlar” adlı eserinde der ki:

“Beşinci ve altıncı yüzyıllarda medenî âlem korkunç buhranların, alevli ateşlerin ve uçurumların kenarına gelmişti. Çünkü medeniyetin yerleşmesine yardımcı olan inançlar yok olmuştu. Onların yerini alacak hiç bir şey kurulamamıştı. O sıralarda dört bin yıllık emekle kurulmasına çalışılmış olan en büyük medeniyet yıkılmak, yok olmakla karşı karşıyaydı. İnsanlık yeniden eski vahşet ve barbarlığa dönecekti. Kavimler arası çatışmalar, boğuşmalar kanun ve nizam tanımıyordu. Hıristiyanlığın kurduğu nizam birleştirici o-lacağına bölücü oluyor, yıkıma sebep oluyordu. O günlerde dünya medeniyeti kâinata gölgesini salmış dallı budaklı koca bir ağaca benziyordu. Ağaç yıkılmak üzereydi. Ağacın temeline kurtlar dadanmış-tı. İşte bu cihanşümul bozukluk içerisinde bir çocuk dünyaya geldi ki bu çocuk bütün yeryüzünü birleştirecekti”. Yâni Hz. M u h a m-m e d (S.A.) i kastediyordu. Peygamberlerin tabileri bilerek tefrikaya düşüp kendilerinden sonra kitaba miras kılınanlar da aynı kuşku ve endişe içerisinde bulunduklarından, beşeriyete kumanda edecek mevkie geçecek bir kumandan, insanlığı Allah’a götürecek bir rehber mevcut olmadığından yüce Allah Hz. M u h a m m ed (S.A.) i elçi olarak gönderdi ve vazifeyi ona tevcih etti. İnsanları doğru yola çağırmasını emrederek, dosdoğru davetinde daim olmasını bildirili. Kendisinin ve açık davetinin etrafında kurulmaya çalışılan boğucu heveslere ve arzulara aldırış etmemesini bütün peygamberlerin getirdiği bir tek yola insanlığı çağırarak imanlarını yenilemelerinin gerektiğini ilân etmesini buyurdu:

İşte bunun için sen davet et ve emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et. Onların heveslerine uyma. Ve de ki: “Allah'ın indirdiği kitaba inandım. Ve aranızda adalet etmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bire, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak hiç bir şey yoktur.Allah hepimizi biraraya toplar ve dönüşde O'nadır.








1 yorum:

  1. Bir kere inançlar inanç sahiplerine yollarını göstermek için gelmiş ve onları Allah’ın yoluna doğru götürmek istemiştir. Bundan sonra o inananların peşinde beşer kitleleri bocalamadan, tereddüt etmeden, sapıtmadan Allah’a doğru yönelir giderler. Ama inananlar şüpheye düşecek olursalar, inandıklarından kuşku içerisinde bulunurlarsa hiç kimseyi yönetecek, idare edecek güce sahip bulunamazlar. Kendileri şaşkın olanlar kumanda mevkiine aslâ geçemezler.

    YanıtlaSil