3 Eylül 2014 Çarşamba

“Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik.” dediler.

“Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik.” dediler.

Bunun üzerine iki gün içerisinde yedi gök varetti. Ve her göğün işini ona bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık. Ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, Alîm ve Azız olan Allah’ın takdiridir.”
Metinde geçen ( ) yönelme ve kasıt mânasınadır. Al

lah’ına yönelmesi ise iradesinin teveccühü demektir. Metindeki ( f ) kelimesi zaman bakımından bir sırayı değil, manevî yüceliği ve merhaleyi ifade etmiş olabilir. Bilindiği gibi sema kelimesi hissen bir yücelik ve üstünlük anlamı taşır.

“Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi”. Bazıları yıldızlar ya- ratılmazdan önce kâinatımızda nebula denilen gazlar bulunduğunu, bunun da bir nevi duman olduğunu kabul ederler.

“Nebula, yıldızların oluşumundan sonra arta kalan gaz ve toz yığınıdır. Nitekim günümüzdeki yaratılış teorileri şöyle demektedir: Galeksi gaz ve tozdan meydana gelmiştir. Bu ikisinin teharütü sonucu yıldızlar oluşmuş ve geriye fezada bir takım kalıntılar kalmıştır ki işte nebula denilen gök cisimleri bu kalıntılardan ibarettir. Geniş ve büyük galeksimizde fezaya yayılan o kadar gaz ve toz kalıntıları bulunmaktadır ki, bunlar yıldızları oluşturanlardan hiç te az değildir. Ve halen yıldızlar çekim güçleriyle bu fezadaki tozlara tesir etmektedirler. Hep gök yüzünden çekilip toplanmaktadırlar.” 1
----Dr. Ahmet Zeki'nin “Gökte Allah ile** adlı eserinden---

Bu ifadeler doğru olabilir. Çünkü Kur’anı kerimin “Sonra, bu- i har halinde olan göğe yöneldi.” Fermanına yaklaşmaktadır. Gök- | yüzünün uzun bir süre içerisinde vücut bulduğu ve Allah’ın miktarını bildiği günlerden iki gün içerisinde meydana geldiğini belirtmektedir. Şimdi de bir nebze şu korkunç gerçek karşısında dura- lim: “isteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin.” buyurdu. İkisi de: “isteyerek geldik.” dediler. Bu ifade çok hayret verici bir şekilde kâinatın kanunlara uyduğunu ve bu kâinatın aslında yaratıcısına tam olarak teslim olduğunu, O’nun emir ve iradesine bağlandığını ima etmektedir. Şu halde kâinatta çoğu kere zorla bu kanunlara boyun eğen insandan başka hiç kimse bu emrin dışına çıkmamaktadır. İnsanoğlu zorla da olsa bu kanunların mahkûmudur. Onların dışına çıkamaz. Çünkü korkunç kâinat çarkında çok kü- . çük bir dişliden başka bir şey değildir o. İstese de istemese de külli olan kâinat kanunlarının mahkûmudur. Ne var ki insanoğlu gökyüzünün ve yeryüzünün emre itaat edişi gibi itaat etmeyen bir varlıktır. Kaçmak ister, kolay ve karmaşık noktalardan sapmak ister ama en sonunda muhakkak yenileceği kanunlara çarpar. Ço- * ğu kere ezilen ve büzülen kendisi olur ve boyun eğmeden teslim I bayrağını çeker. İnsanlar arasında yalnızca Allah'ın salih kullandır ki onların kalbleri, varlıkları, vücutları, hareketleri, düşünce- I leri, iradeleri, arzulan ve hedefleri... Hepsi kâinatın külli kanun- larıyle uyuşur. Ve onlara isteyerek boyun eğer. Rahatça onlann istediği doğrultuda yürür. Bu korkunç kâinat çarkı ile birlikte akıntıya kapılarak Rabbine yönelir. Bütün gücüyle kendisini o enerji kaynağına bağlar. Ve işte o zaman harikalar yapar, fevkalâde hal- ( 1er meydana getirir. Çünkü kendi bünyesi kâinat kanunlarına uy- l gun düşer. Korkunç gücünü ondan alır. Onunla birlikte onun bir parçası olarak Allah’a doğru kendi isteği ile yola koyulur.


Biz istemeyerek boyun eğeriz. Ama keşke isteyerek boyun eğ- seydik. Keşke gökler ve yeryüzü gibi tamamen âlemlerin Rabbi o- lan Allah’a teslim olan mevcudatın ruhuyla birlikte emre boyun eğip itaat etmiş olsaydık.

Gerçekten çok kere biz gülünç hareketler yaparız... Kader

Fızılil-il Kur’ao, C: 13 — F: J

çarkı durmadan aynı hızla aynı hedefe doğru yol alır gider. O çarka ayak uyduran kâinattaki sabit kanunlar uyarınca hareket eder. Biz ise gelir ve bu çarkı hızlandırmak için çabalarız. Evet şu korkunç ve muazzam kafilenin arasından sadece biz bu çarkı yavaşlatmak veya hızlandırmak için çabalarız. İşte bu çarkın dışına çıkıp bu seyir hattından uzaklaşınca bir buhrandır sarar ruhumuzu. Acelecilik, enaniyet, tamahkârlık, korku ve arzularla dolarız. Kafile yol alırken bir şuraya bir buraya kaçamak yapanz. Bir şu dişliye bir bu dişliye çarpar yaralanır ve acı çekeriz. Bir oraya bir buraya kafamızı vurarak parçalarız. Ama her şeye rağmen çark döner, bütün hızıyla hedefine doğru yol alır. Ve o zaman bizim çabalarımız, kuvvetimiz boşa gitmiş olur. Ama kalbimizi Hakka verecek ve O’na teslim olacak olursak mevcudatın ruhuyla hakikaten bir bağlantı kuracak olursak o zaman bu çark içerisindeki kendi durumumuzu iyice kavrar, kendi adımımızla kaderin adımı arasında bir ahenk sağlar ve sürati gerektiren hallerde çabucak uygun adımlarla hareket ederiz. Mevcudatın yaratıcısından alman varlık kuvvetleriyle birlikte hareket eder ve gerçekten çok büyük işler yaparız. O zaman gurur nedir bilmeyiz, çünkü bize bu büyük işleri yaptıran kuvvet kaynağını biliriz. Ve onun kendi gücümüz olmadığını, bilâkis büyük güç kaynağına bağlanışımızdan doğduğunu kabul ederiz...

Aman ne sevinç, ne saadet, ne huzur, ne güven kaplar o zaman kalbimizi bu küçücük seyahatimiz sırasında. En sonunda Rab- bine doğru büyük seyahate katılan ve bizimle birlikte uygun adımlarla yol alan bu gezegen üzerindeki seyahatımızda kalbimiz huzur, emniyet, mutluluk ve memnunlukla dolar.

Aman ne selâmettir ki biz bu kâinat içerisinde dosdoğru yaşarken yolumuzu feyizlendirir, Rabbine teslim olan kâinat gücüyle birlikte biz de O’na teslim oluruz. Adımımızı O’nun adımlarından ayırmaz ve biz O’na aykırı hareket etmediğimiz için O da bize ters hareket etmez. Çünkü biz de o zaman ondan bir parça olarak o- nunla birlikte aynı yönde hareket ederiz.


“İkisi de, isteyerek geldik.” dediler... “Bunun üzerine iki gün içerisinde yedi gök varettik.”... “Ve her göğün işini ona bildirdi.”’ Buradaki iki günden murat yıldızların nebulalardan meydana
gel
diği süre olabilir. Yahut ta Allah’ın ilmi uyarınca yıldızların oluştuğu zaman aralığı olabilir. Her semadaki işle ilgili hususların bildirilmesi gerçeği ise kâinattaki kanunların hudutsuzluğuna işaret etmekte, Allah’ın hidayeti ve tevcihatı yönünde hareket ettiğini belirtmektedir. Burada söz konusu edilen gökten murat nedir? Kesin olarak bilmiyoruz. Belki bir oluş derecesidir, belki yalnız bir galeksiye gök adı verilmiştir. Veya çok farklı mesafelerdeki galek- silerdir. Sema kelimesinin ihtiva ettiği pek çok şeylerden birisi.

“Biz dünya semasını ışıklarla donattık. Ve bozulmaktan koruduk.” Dünya seması terimi de keza kesin bir ifade değildir. Bize en yakın galeksiler olabileceği gibi - ki bugün bizim içinde bulunduğumuz galeksinin derinliği yüz milyar ışık senesine ulaşan sa- manyoludur- sema sözü ile belirtilen diğer yıldızlar ve gök cisimleri de olabilir. Ki gökteki bu yıldızlar ve gök cisimleri bize aydınlık verdiklerinden birer meşale gibidirler. “Ve bozulmaktan koruduk” ifadesinde Kur’an’ın diğer noktalarında varit olan ifadeler gibi bir umumiyet belirtir. Kesin olarak bu korunmanın şeytandan olduğunu söyleyemeyeceğiz. Sadece Kur’an’da kısaca işaret e- dilmektedir ki bununla iktifa edeceğiz:

“İşte bu Alîm ve Azız olan Allah’ın takdiridir.”

Aziz, kuvvetli, kudretli, giriş noktalarını bilen ve haberdar olan Allah’tan başka kim bu mevcudatı idare Edebilir, tutabilir ve takdir edebilir ki?...

İŞTE ÖNCEKİLERİN BAŞINA GELENLER
Bu dehşet verici kâinat sahnelerindeki fikrî seyahatten sonra Allah’ı inkâr eden ve O’na eşler koşanların tutumu nasıl olacaktır? Evet nasıl? Gökyüzü ve yeryüzü yüce Rabbine “isteyerek geldik" derlerken yeryüzünde gezinen ve güçsüz bir karıncadan farkı olmayan insanoğlu nasıl olur da kalkar utanmadan, sıkılmadan Allah’ı inkâr edebilir?


Bu yüzsüzlüğün ve edebsizliğin cezası ne olacaktır?


  1. — Eğer yüz çevirecek olurlarsa de ki “İşte sizi  d ve Srmûd ’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgayla uyardım.
  2. — Onlara ünlerinden, arkalarından peygamberler gelmiş ve
“Allah’tan başkasına kulluk etmeyin” demişlerdi. Onlar da demiştiler ki “Şayet Rabbimiz böyle bir şey dileseydi melekler indirirdi. Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ederiz.”

  1. — Ad kavmine gelince yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış bizden daha kuvvetli kim var demişlerdi. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı öyle mi? Ve âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
  2. — Bunun üzerine biz de onların üzerine uğursuz günlerde şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Ve dünya hayatında rüsvaylık a- zabını tattırmak istedik. Elbette âhiret azabı daha çok rüsvay edicidir. Ve onlara yardım da edilmez.
  3. — S e m û d kavmine gelince onlara doğru yolu göstermiştik ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Ve yaptıkları yüzünden onlan horlayıcı azabın yıldırımı çarptı.
  4. — İman edip de Allah’tan sakınmış olanları da kurtardık.

De ki “işte sizi Âd ve Semûd ’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgayla uyardım” âyetinin ifade ettiği bu dehşetengiz ve korkunç ihtar, işlenen suçun şenaatma ve fenalığına tam olarak uymaktadır. Sûrenin giriş kısmında sözü edilen müşriklerin edepsizliğine ve bu ihtardan önce anlatılan büyük varlık kafilesinden ayrılan insanlardan kâfirler güruhunun yüzsüzlüğüne tamamen uygun düşmektedir.

“I b n İ s h a k” bu ihtarın kıssasını şöylece nakleder. Der ki, bana Ziyad oğlu Yezid Muhammed İbn Kâb’dan naklederek dedi ki, bana nakledildiğine göre, Utbe İbn Rebia -ki o kavminin efendisi idi - Kureyş meclisinde otururken bir gün der ki: - Resulullah (S.A.) da tek başına mescidde oturmaktaydı - Ey Kureyş topluluğu! Şu M u h a m m e d ’in yanına varayım ve onunla konuşup kendisine bazı teklifler yapayım mı? Belki o söy- leyeceklerimih bir kısmını kabul eder ve hangisini isterse kendisine veririz de bizden vazgeçer” dedi.

Bu sıralarda Hz. Hamza’nın da müslümanlığıyle eshabm çoğaldığını görüyorlardı. Evet ya Eba Velid! git ve onunla konuş dediler. Utbe ibn Rebia Hz. Peygamberin yanına gelerek dedi ki: “Yeğenim sen bizlerdensin. Kavmimiz içerisindeki yerin ve soyun malûmdur. Ama kendi milletine büyük bir fenalık yap

maktasın. Topluluğumuzu dağıttın. Gençlerimizi aldattın, dinimizi ve tanrılarımızı ayıpladın, geçmişlerimize küfrettin. Beni iyi dinle. Sana kabul edebileceğin bazı teklifler söyleyeceğim.” îbn İshak der ki, bunun üzerine Hz. peygamber buyurdu: “Söyle Ey Ebu Ve- lid! Seni dinliyorum.” Ukbe devam ederek dedi ki: “Yeğenim, şu yaptığın şeylerle istediğin mal mülk ise sana dilediğin kadar mal toplarız, bizden daha çok malın olur. Eğer isteğin şeref ve şan ise seni başımıza geçiririz ve hepimiz emrine uyanz. Yok eğer mülk peşinden koşuyorsan mülklerimizi sana veririz. Eğer bu gördüklerin başına gelmiş bir hastalık ise senin İçin tabibler buluruz ve iyileştirmek için bütün malımızı harcarız. Belki seni iyileştirecek kimse bulabiliriz. Nihayet Ukbe’nin sözlerinin bittiğini anlayan Hz. peygamber buyurdu ki; “Bitirdin mi söyleyeceklerini Ey Eba Velid?” O da evet deyince Hz. Fahri kâinat “şimdi sen de beni dinle” buyurdu. Utbe peki dedi. Hz. peygamber besmele ile bu sûreyi okumaya başladı:

Hâ, Mim.

Bu kitap Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir.

öyle bir kitaptır ki bilen bir kavim için âyetleri uzun uzun a- çıklanmış Arapça bir Kur’an’dır.

Müjdeci ve uyancı olarak. Ama onların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de.

Sonra devam etti. Utbe bu âyetleri işitince elini yanına dikliğine koyarak üzerine dayandı ve secde âyetine kadar o- lun kısmı dinledi. Secde âyeti gelince Resulullah secde yuptı sotira buyurdu ki, işte bana gelenleri dinledin Ey E b u Velid, sen onlar hakkında kendin karar ver. Bilâhare Utbe arkadaşlarının yanma döndü. Arkadaşları birbirlerine şöyle fısıl- «ladılur: “Allah’a yemin ederiz ki Ebu Velid gittiği yüzden başka İm yüzle dönüyor” Utbe yanlarına gelip oturunca dediler ki, ııa oldu ey Ebu Velid? O da dedi ki, ne olacak öyle bir söz işittim ti vııllahı benzerini hiç duymamıştım. And ederim Allah’a ki O, oa büyüdür, ne şiirdir, ne de bir kâhin sözüdür. Ey Kureyş topluluğu bana uyun ve dediğimi yapın. Bu adamı kendi haline bırakın. < Ihılan vazgeçin, Allah’a yemin ederim ki ondan duyduğum sözler- •lo büyük haberler olabilir. Eğer Araplar bunu kabul ederlerse o
başkalarına karşı size yeter. Eğer Arapları yenecek olursa onun mülkü sizin mülkünüz, onun şerefi sizin şerefiniz değil mi? Onunla en çok siz mesut olmaz mısınız? Bunun üzerine arkadaşları dediler ki: Ey E b u V e 1 i d and olsun Allah’a ki o diliyle seni de büyüledi. U t b e ise onlara şu karşılığı verdi: Benim görüşüm bu. Siz bildiğiniz gibi yapın.”
İmamı Begav'ı tefsirinde Muhammed İbn Fudeylin Ecvad’dan (Ecva Küfeli Abdullah el Kindinin oğludur ki İbn Kesir onun bazı hadislerini zayıf bulmuştur.) o da Haımale oğlu Zeyyalden, o da Câbir ibn Abdullah’dan naklederek derler ki, Utbe’ye Hz. peygamber “Eğer yüz çevirecek olurlarsa de ki, işte sizi  d ve S e - m û d ’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgayla uyardım.” Âyetini okuyunca Utbe kendinden geçerek akrabalık duygularını dile getirmeye başladı ve evine giderek bir daha Kureyş’lilerin yanına dönmedi. Ve onlara gözükmedi.”

Sonra kendisine bu husus söylenince dedi ki: “Ben onun ağzını tuttum ve akrabalık namına yalvardım. Biliyorsunuz ki Muhammed eğer bir şeyi söylerse o yalan söylemez. Korkarım ki başınıza bir azap gelsin.”

İşte bu ifadeler Resulullah’ın femi saadetlerinden sudur eden bir ihtarın inanmayan birisinin kalbindeki tesirlerini canlandırmaktadır. Biz Hz. peygamberin derin gönlü ve yüce ruhunun tasviri karşısında bir nebze durmadan bu rivayeti geçmeyeceğiz. Hz. peygamber Utbe’nin sözlerini dinlerken kalbi onlardan çok daha yüce şeylerle meşgul olduğundan o söyledikleri çok basit, değersiz ve hattâ iğrenç şeyler olarak görünüyor kendisine. Yine de hilm Sahibi olarak efendice bekliyor, sakin ve şefkat dolu bir halle sözlerini dinliyor. Bu değersiz sözlerin hemen bitirilmesini istemiyor. Adam söylediklerini bitirince vakar, müsamaha ve sükûnet içerisinde “söyleyeceklerini bitirdin mi ey Ebu Velid” diyor. O da evet deyince Resulullah (S.A.) öyleyse şimdi sen de beni dinle diyor. Adam peki deyinceye kadar hemen söze başlamıyor. Dinleyeceğini bildirince Hz. peygamber, huzur ve sükûnla Rabbinin kelâmını okumaya başlıyor. Kendi sözünü değil: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adiyle başlarım... Hâ, mim”... İşte bu tasvir insan kalbine mehabet, güven, sevgi, huzur veriyor. Bunun için zaten başlangıç.
Sûre 41 : Fussilet

F1ZILAL-1L KUR AN
39
ta onu küçük düşürmek veya kendisiyle alay etmek isteyenlerin kulaklarına işleyerek kalblerini yakalıyor ve tutuyordu. (Allah ın selât ve selâmı onun üzerine olsun) Şüphesiz ki Allah en doğruyu söylemektedir “Allah risaleti nereye vereceğini çok iyi bilir” buyururken. Şimdi biz bu kısa temaslardan sonra Kur’anı kerimin âyetlerine dönelim:

Eğer yüz çevirecek olurlarsa de ki “İşte sizi  d ve S e - m û d ’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgayla uyardım. Böylece onların gökyüzünün derinliklerinde ve yeryüzünde yapılan fikrî seyahatten sonra geçmişlerin başma gelenlerle ilgili bir seyahate çıkarıyor. Bu seyahat, büyüklenenlerin başına gelenleri gören mütekebbirlerin kalbini yerinden oynatacak bir dehşette:

“Onlara önlerinden, arkalarından peygamberler gelmiş ve Allah’tan başkasına kulluk etmeyin demişlerdir...” Bütün peygamberler aynı sözü söylemişler ve hepsi aynı dinin temelini kurmuşlardır:
“Onlar da demiştiler ki “Şayet Rabbimiz böyle bir şey dile-» şeydi melekler indirirdi, doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ederiz.”

İşte her peygamberin karşılaştığı şüphe dolu ifadeler. İnsanlığa rehberlik eden bir peygamber elbette insan olacaktır. Kendisi onları, onlar kendisini bileceklerdir. O peygamberde örnek bir hayat görecekler, karşılaştığı halleri müşahade edeceklerdir. Ama Ad ve Semûd kavmi peygamberlerini melek olmayıp, beşer olduklarından ötürü inkâr etmişlerdir.

Buraya kadar Âd ve Semûd kavminin başına gelenim kısaca anlatılmış oldu. Her ikisinin de büyük bir kasırgaya benzer felâketle helâk oldukları belirtildikten sonra ayn ayn kışlalar açıklanmaya başlıyor:

“A d kavmine gelince yeryüzünde haksız yere büyüklük tas- lenıif bizden daha kuvvetli kim var demişlerdi.”

Aslında kulların Allah'a boyun eğmeleri yeryüzünde büyüklük UıİMiıınmalan gerekir. Allah’ın kendi zâtı bir yana mahlukatının a- Miııoli karşısında onlar da ne oluyorlar? Yeryüzünde her büyüklenme bir haksızlıktır. Onlar büyüklenmişler, gururlanmışlar ve "lıUtlrn daha kuvvetli kim var?” demişlerdi. Bu ifade azgın ve
zalimlerin hissettikleri sahte bir duygunun dile getirilişinden ibarettir. Kendi kuvvetlerinden başka bir kuvvetin olacağını kabul etmezler. Ve başka kuvvetlerin hepsini unuturlar:
“Onlar kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı öyle mi?” Bu gayet açık bir gerçektir. Çünkü onlara bu çabayı ve gücü veren Allah’tır. Ama azgınlar düşünmezler ki.



“Âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.”

 
Onlar bu sahnede kendi tavırlarını gösterirken, kuvvetleriyle aldanırken âyetin ikinci kısmındaki sahne hemen gelip çatıyor, onları rezil edici bir ifadeyle varit oluyor:

“Bunun üzerine biz de onların üzerine uğursuz günlerde şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Ve dünya hayatında rüsvaylık azabın! tattırmak istedik.” Uğursuz günlerdeki o düşürücü ve rüsvay edici fırtınayı yolladık. Dünya hayatında kullara büyüklük taslayan gafillerin hareketlerine uygun rüsvaylık veren bir azap verdik. Dünyada böyle. Âhirette de bırakılacak değiller ya:



“Elbette ki âhiret azabı daha çok rüsvay edicidir. Ve onlara yardım da edilmez.”

 
“S e m û d kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler.”


Burada S e m û d kavminin dişi deve mucizesinden sonr~ hidayete erip yeniden küfre daldıklarına işaret edilmektedir. On ların körlüğü görmeye, dalâleti hidayete tercih ettiklerini belirt mektedir ki bu son derece bir körlüktür:

“Ve yaptıkları yüzünden onlan horlayıcı azabın yıldırımı çarptı.”

 
Onlara uygun bir azaptır. Bu sadece bir azap değil bir felâket tir. İmandan sonra körlüğe dönmenin rüsvay edici cezası işte bu- dur:

“İman edip te Allah’tan sakınmış olanları da kurtardık.”

 
Ve bu bölüm de Âd ve Semûd kavminin âkıbetiyle son buluyor. Bu korkunç ve dehşet verici felâketlerle ihtar ediliyorlar. Allah’ın karşı konulmaz gücü onlara gösteriliyor ki bundan sonra hiç bir büyüklük taslayanlara diyecek söz kalmıyor.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder