1 Şubat 2015 Pazar

O ki, her yaratığın vazifesini, hedefini, yolunu ve gayesini takdir etmiş ve hepsini yaratmış olduğu yöne doğru sevketmiştir.

“Rabbinin O çok yüce adını teşbih et.

Ki O yaratıp şekil vermiştir.

Ki O takdir edip doğru yolu göstermiştir.”

O ki, yaratmış ve şekil vermiştir. San’atını tamamlamış ve kendine has kemal noktasına eriştirmiştir. O ki, her yaratığın vazifesini, hedefini, yolunu ve gayesini takdir etmiş ve hepsini yaratmış olduğu yöne doğru sevketmiştir. Varlığının gayesini göstererek hayatı devamınca kendisi için faydalı olan şeyleri takdir ve böylece ona doğru yolu göstermiştir.

Bu büyük hakikat varlıklar âlemindeki herşeyde açıkça göze çarpmaktadır. Var olan herşey O’nun şahididir. Büyükten küçüğe, değerliden değersize kadar herşey yapısı itibariyle en güzel şekilde yaratılmış, en mükemmel hilkat verilmiş varlığının gayesi için hazırlanmış, vazifesini ifa edecek sıfatları haiz kılınmıştır. Her varlık, kendi yaratılış hedefini en kolay yoldan gerçekleştirir. Bütün eşya toplu bir ahengin mahsulüdür. Herkes topluluğu içerisinde kendi vazifesini yapabildiği gibi ferdi vazifesini de yapmak için gerekli  imkânlara sahip kılınmıştır.

Atom tek başına tam bir ahenk içerisindedir. Elektronları, protonları, ve nötronları arasında mükemmel bir ahenk vardır, ahenk güneşle yıldızlar ve onlara tâbi olan diğer gezegenler arasındaki toplu ahengi andırır. Her biri kendi rolünü oynar, vazifesini yapar ve bunun için gideceği yolu bilir.

Canlı bir hüce mükemmel bir yaratılışa ve kabiliyete sahipti Bütün vazifelerini en üstün şekilde ifa eder. Bunun durumu engin ve karmaşık canlı varlıklardan çok daha mükemmeldir.

Bir tek atomla güneş manzumesi arasında, bir tek hücreyle gelişmiş canlı varlık arasında öylesine bir bileşim ve nizam bulun maktadır ki hepsi de bu derece üstün bir yaratılışa sahip olduğun haykırmaktadır. Hepsi de Allahuteâlânın hüküm, tedbir ve takdiri ile olmaktadır. Kâinat tamamen bu derin gerçeğin gözler önündeki birer şahididir.

İnsan kalbi, bu varlıklar âlemindeki sesleri kavrayabilecek duruma gelince ve eşyayı açık bir hisle düşünecek seviyeye erince bu gerçeği apaçık görür. Bu ilhâm dolu kavrayışı hangi toplumdan olursa olsun, hangi derecede İlmî seviyeye ererse ersin her insan kavrayabilir. Yeter ki kalbinin ışık deliklerini açsın ve varlıklar âlemindeki sesleri duymak için alıcı cihazın tellerini uyarsın.

Bütün bunlardan sonra ilk bakışta kişiye ilham edercesine fark ettiren ferdî misalleri tecrübe ve pratik ilim dalları ortaya koyar
Nitekim mevcudattaki bu şumullü gerçeğin bazı yönlerine işaret eden birçok inceleme ve tecrübe hâzineleri meydandadır. Meselâ, Newyork İlimler Akademisi Başkanı A. Crassy Morrisson “İnsan yalnız başına değildir” adlı eserinde diyor ki:

“Kuşların yuvaya dönüş içgüdüleri vardır. Kapınızın üzerinde yuva yapan nar bülbülü sonbaharda güneye göç eder, fakat ilkba har gelir gelmez doğruca eski yuvasına döner. Her Eylül ayında memleketimizde (Amerikada) bulunan kuşların çoğu sürüler ha ünde güneye göç eder. Bu kuşlar yolculukları esnasında engin de nizler üzerinde aşağı yukarı bin mil kadar bir mesafe alırlar. Fakat hiçbir zaman yollarını şaşırmazlar. Posta güvercini, kendisine kapalı bir kutu içinde yaptırılan uzun yolculuk esnasında tepesi üzerinde
ki yeni yeni seslerden bunalıp şaşkına dönünce bir müddet tur attıktan sonra hiç şaşırmadan vatanına doğru yönelir. Esen rüzgâr, ağaçları ve dalları ne kadar karıştırırsa karıştırsın, arı, maharetle kovanını bulur. Bütün bunlar gözle görülen delillerdir.

Meskene dönüş duyarlığı insanda zayıftır. Fakat o,- bu alandaki eksikliğini bir takım aletlerle yapar. Demek ki biz böyle bir içgüdüye muhtacız, fakat aklımız bu ihtiyacı karşılamaktadır. Halbuki nice küçük böcek vardır ki, takdir edemiyeceğimiz derecede mükemmel, mlkroskopik gözlere sahiptir. Şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşların teleskopi bir göz taşıdıkları şüphesizdir. İnsan bu konuda da mekanik aletleriyle üstünlüğünü korumaktadır. Çünkü insan icat ettiği teleskop sayesinde, görme kuvvetinin ancak iki milyon defa artırılması halinde görebileceği yıldız kümelerini seyretmektedir. Yine o, elektron mikroskopu yardımıyle çıplak gözle görülmiyecek bir bakteriyi görebilir.

İhtiyar atınızı tek başına bırakacak olursanız, karanlık ne kadar koyu olursa olsun, yolunu bulacaktır. At, karanlıkta net olmasa da görebilir. Çünkü o, yolun yaydığı kırmızı ötesi rengin ışınlarından az da olsa faydalanan gözleri sayesinde yol ile iki tarafın ısı derecesindeki farkı hisseder. Baykuş, gece karanlığı ne kadar koyu olursa olsun, serin otlar üzerinde yürüyen sıcak kanlı fareyi fark eder. Biz insanlar ise ışık dediğimiz demette radyasyon olayını icat ederek geceyi gündüze çevirebiliyoruz.

İşçi arılar peteklerinde üremek için değişik hacimli hücreler yaparlar. Küçük hücreleri yeni doğacak işçi arılara, büyükleri de erkek anlara ayırırlar. Ayrıca müstakbel kraliçeler (arı beyi) için de özel hücreler hazırlarlar. Kraliçe, döllenmemiş yumurtaları erkek anlara tahsis edilen hücrelere, döllenmiş yumurtaları da yeni doğacak dişi işçiler ve müstakbel kraliçeler için hazırlanmış münasip hücrelere yerleştirir. Değişikliğe uğramış olan işçi arılar yeni arı neslinin gelişini uzun zaman beklerken arı yavrularının (kurtçukların) beslenmeleri için gereken hazırlıkları da yaparlar. Yavrular, ilk önce, bal ve çiçek tozundan hazırlanmış lokmalar ve işçi arıların başlarındaki bezeden çıkan süt koyuluğunda besleyici bir sıvı ile beslenirler. Fakat erkek ve dişi arı' yavrularının gelişmesine bağlı olarak, belirli bir devreden sonra, balın çiğnenmesi ve ön sindirim işinden vazgeçilir ve bu andan itibaren sadece bal ve çiçek tozu verilir. Bu şekilde beslenen dişi arı yavruları işçi arılar olur. Kraliçe hücrelerinde bulunan dişi yavrulara gelince; bunlara çiğnenmiş ve ön sindirime uğramış besinlerin verilmesine devam edilir. Böyle özel bir şekilde bakım gören yavrular kraliçe anlar olur ve döllenmiş yumurtaları yalnız bu kraliçe arılar verir.

Buraya kadar söz konusu ettiğimiz arıların üreme şekli peteklerde hususî hücrelerin bulunuşuna ve bu hücrelere has yumurtaların konuluşuna bağlıdır. Ayrıca gıdayı değiştirmek için ona esrarengiz bir tesir yapmak bahis konusudur. Bütün bunlar belirli süreler içinde beklemeyi çeşitli elemanları ve hadiseleri birbirinden ayırd etmeyi, verilen gıdanın doğurduğu tesir safhalarını takip etmeyi gerektirir. Böylesi değişiklikler, özellikle bir topluluk hayatına tatbik edilmekte ve onun varlığı için zaruri görülmektedir. Bunun için gerekli olan bilgi ve maharet mutlaka arılann toplum halindeki yaşayışları başladıktan sonra teşekkül etmiştir. Fakat arının oluşturulması ve hayatını sürdürebilmesi için bu büyük bilgi ve maharetin doğuştan mevcut olması zaruri değildir. O halde öyle anlaşılıyor ki, belirli şartlar altında gıdanın göstereceği tesirleri bilmekte arı insanı bile geçmiştir.

Koklama ve İşitme duyuları :

Köpek, geçmekte olan hayvanı bakmadan hissedebilir. İnsan, zayıf olan koklama duyusunu kuvevtlendirecek herhangi bir cihaz henüz icat edememiştir. Hattâ biz koklama duyumuzun mesafesini uzatma çarelerini araştırmak için işe nereden başlıyacağımızı bile kestiremiyoruz. Fakat bizim bu duyumuz, zayıf olmasına rağmen, son derece küçük, mikroskopik zerreleri teşhis edebilecek kadar bir keskinliğe sahiptir. Acaba aynı kokuyu hepimiz aynı şekilde mi hissederiz? öyle anlaşılıyor ki her birimizin aldığı tesir aynı olmuyor. Tat her birimizde farklı bir tatma duyusu meydana getirmektedir, îşin hayret edilecek bir yönü de duyumların böyle farklılık göstermesinde irsiyetin ehemmiyetidir.

Bütün hayvanlar işitir. Hayvanların duyabildiği seslerin birçoğu bizim duyabileceğimiz titreşim sınırlarının dışındadır, öyle ince ve hafif sesler vardır ki bizim sınırlı işitme duyumuzun kat kat üstünde kalır. Fakat insan, icat ettiği cihazlar sayesinde, kilometrelerce uzak ta yürüyen bir sineğin sesini kulak kepçesinin üzerinde yürüyormuş gibi duyabilmektedir. İnsan buna benzer cihazlarla güneş ışınlarının tesirini bile tespit etmiştir.

örümcekler, balıklar, kelebekler...

Su örümceklerinden biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere bağlar. Honra Su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Bu işi defalarca tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde, hava cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık İlimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Yavru halindeki “som” balığı yıllarca denizde yaşar. Fakat bir gün gelir doğduğu nehre döner. İşin enteresan tarafı “som” balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde gevşektir, fakat kununlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak mânada kesindir. Peki, bu balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.

Bu konuda çözüm bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tam aksini yapan yılan balıklarının macerası. Bu hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz gelimi Avrupa’da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra, hepsi de Bermuda’nın güney açıklarındaki dipsiz derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar, ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan baliğiyle tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan 
buraya gelebilmek için en kuvvetli akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet göstermiş ve bi azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık gelişebilir. *****Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder...******

O halde yılan balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balığına da Amarika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balığının gelişmesini diğerlerine nispetle bir. veya birkaç yıl daha geciktirmiş ki yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.

Ne dersiniz, maddenin en küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir araya geldiklerinde, bunlar* da bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?

Rüzgârın dişi bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.

Acaba bu çelimsiz ve cılız yaratığın verici bir radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu titreşimleri mi alıyor?

Biz bugün, uzakta bulunan bir kimse ile böyle bir münasebet kurabilecek kudreti elde etmek için pek hassas cihazlara başvurmak mecburiyetindeyiz. Bir gün gelecektir ki delikanlı, hiçbir mekanik cihaz kullanmadan, uzak mesafelerdeki dostuna seslenecek ve ondan cevap alabilecektir, bunlara hiçbir engel mani olamayacaktır.

Telefon ve radayo (telsiz) pek mükemmel iki cihazdır. Her ikisi de uzakta bulunan kimselerle çabuk temas kurmayı sağlar. Fakat bunları kullanabilmek için tel şebekesine ve belirli makinaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan kelebek bizden üstündür. Ne var ki onu kıskanmaya hakkımız yoktur. Biz insanlar da aklımızı kullanmalı ve ferdî bir telsiz sistemi keşf etmeliyiz. Ancak o zamandır ki biz de telepati sahibi olacağız.

Bitkiler, döllenmeyi sağlamak ve dolayısıyla varlıklannı sürdürebilmek için bazı aracılar kullanmasını başarmışlardır. Yaptıkları işten habersiz olan bu aracılar bir çiçekten diğerine çiçek tozu taşıyan böcekler, rüzgâr, tohumları o çiçekten bu çiçeğe taşıyan uçar veya yürür. Nihayet bitkiler insanı, o yüce mahluku da tuzağa düşürmüştür. İnsan, doğrusu, tabiatı güzelleştirmiş, tabiat da onu bol bol mükafatlandırmıştır. Fakat insan çok üreyen bir mahluktur, bu sebeple de ziraata başvurmak mecburiyetinde kalmıştır. O, tohum ekmeye, ekini yetiştirip biçmeye, depolamaya, ayrıca bitkileri gelişin meye, aşılamaya ve gübrelemeye mecburdur. Eğer insan bu işlemi ihmal edecek olursa aç kalır. Böylelikle medeniyet yıkılır, yeryüzü tekrar ilk haline döner.

Henüz yavru halinde iken yuvalarından alınan kuşlar, büyüdükleri zaman kendi familyalarının tipinde yuva yaparlar. Öyle anlaşılıyor ki, nesilden nesle intikal eden gelenekler çok eski ve derin temellere sahiptir. Acaba bütün bu işler bir tesadüf eseri mi, yoksa hikmetli bir varlığın yaratması mahsulu müdür? Bir kısmından söz ettiğimiz, hayvanlara ait bu kudret ve imkânlar, “içgüdü” diye isimlendirdiğimiz ve nesilden nesle geçen (irsi) bir geleneğin kuvvetinin belirtileridir. Yeryüzünün her köşesini işgal eden bunca canlı içinde, insanda oduğu gibi, akıl yürütme ve netice çıkarma kudretine sahip bulunan hiçbir varlık yoktur. Canlılar dünyasında çevre şartlarına uyma sayesinde hayata devam etmek vardır, bunun yanında şartlara uymada çok ileri gidildiği takdirde yok olmak tehlikesi de söz konusudur. Fakat sadece insandır ki rakam bilgisi ve matematik zekâsı derleyebilmiştir. Böceklerden biri ayaklarının sayısını bilecek olsa bile kendi familyasından iki böceğin ayak sayısını bilme imkânına sahip olamayacaktır, çünkü bu, akıl yürütme kudretine bağlıdır.

Istakoz gibi birçok hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.

Tatlı su polibi ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyle yeniden teşekkül etme imkânını bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insan da yaralarımızı iyileştirme imkânına sahibiz. Fakat operatörler — gerçekten olabilecekse — hücreleri harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar... Ve sinirler elde etme imkânına ne zaman kavuşacaklardır?

Burada “yeniden yaratma” bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız. Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.

Palamut ağacının yemişi yere düşer, sert, kahve rengi kabuğu onu korur, toprak içindeki çukurlardan birine yuvarlanır. İlk bahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır; içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki özden bir yemek ziyafeti hazırlanmıştır. Palamut yemişi toprağa kök salar, işte size bir filiz, taze bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut ağacı daha. Genleri bulunduran palamut yemişinin özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve dalları, gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir ağaç meydana getirmiştir, her tarafıyle, zamanında meyvesi olduğu palamuta benzeyen bir ağaç. Yüzlerce yıl sayılmayacak kadar çok palamut yemişlerinde aynı atom düzeni mevcuttur. Belki üç milyon yıl önce palamut ağacını meydana getiren bir düzen.

Her hücre, hangi canlıda bulunursa bulunsun, bir et parçası olabilmesi için kendisine biçim vermesi veya hemen eskiyi veren cildin bir kısmını teşkil edebilmesi için kendisini kurban etmesi gereklidir. Yine hücre dişlerdeki mine tabakasını oluşturmaya, gözdeki saydam sıvıyı meydana getirmeye ve meselâ burunla kulağın oluşumunda vazife almaya mecburdur. Aynı zamanda herbir hücre, vazifesini yerine getirebilmesi için gerekli form ve özellikleri elde etmelidir.

Herhangi bir hücrenin sağ veya sol eli bulunabileceğini tasarlamamız pek güçtür. Fakat şu bir gerçektir ki, hücrelerden biri sağ kulağın bir parçasını teşkil ederken diğeri de sol kulağın bir cüzü oluverir Kimyevî özellikleri bakımından birbirinin aynı olan bazı kristallerin, güneş ışınlarını sola, diğerlerinin de sağa saptırdığını biliyoruz. Böyle bir özelliğin hücrelerde de mevcut olması muhtemeldir. Çünkü hücreler, kendilerine has ve gerçekten isabetli bir mekanda bulundukları takdirde, öyle anlaşılıyor ki, ya sağ veya sol kulağın bir parçasını teşkil eder. Kulaklarınız başınızda aynı hizadadır ve mesalâ ağustos böceğinde olduğu gibi dirseğin üstünde delillin. Kulaklarda birbirine ters düşen girinti ve çıkıntılar vardır, iki kulak birbirine o kadar benzer ki birini ötekinden ayırdetmek son derece güçtür.

Yüzbinlerce hücre en doğru işi en münasip zamanda ve en uygun yerde yapmaya mecbur edilmiş gibidir.

Bazı karıncalar, içgüdünün veya düşüncenin - hangisi hoşunusa giderse onu tercih ediniz - şevkiyle, gıdasını temin etmek için, mantar tarlaları” diyebileceğimiz yerlerde besin olarak mantar yetiştirirler. Bu karıncalar aynı zamanda gül biti ve tırtıl gibi küçük böcekleri avlar. Bu küçük yaratıklar karıncaların sağmal inekleri Ve keçileri gibidir. Karıncalar bunlardan bala benzer belirli bir sıvı alarak beslenirler.

Karıncalar diğer bazı karıncaları esir alarak işlerinde çalıştırırlar. Bazı karıncalar da yuva yaparken bitki yapraklarını arzu edilen eb'ada uygun olarak keserler, işçi karıncalar yuvanın etrafını düzene koyarken bu iş için yavru karıncaları çalıştırır, çünkü —ipekböceği gibi— ipek iplik salgılayan bu yavrular yuvanın etrafını beraberce örerler .Çoğu defa yavru karınca kendisi için bir yuva (koza) yapmaya fırsat bulamaz, fakat bununla beraber o, topluma hizmet etmiş olur!

Karıncayı oluşturan cansız atomlar ve moleküller bu kadar karmaşık işlerin içinden nasıl çıkabiliyor?

Şüphe etmemelidir ki bütün bu işleri yaparken karıncaya yol göıteren bir Yaratıcı vardır.”

Evet... Şüphesiz bir yaratıcı vardır ona yol gösteren. Büyük küçük başka bütün yaratıklara da yol gösteren O’dur. Çünkü O, “çok
yücedir, yaratıp şekil vermiştir ve takdir edip doğru yolu göstermiş tir”.

O bilginin sözlerinden yaptığımız bu iktibaslar sadece beşer ilminin bitkiler dünyasında haşareler, kuşlar ve hayvanlar âleminde göz önüne serdiği bazı misallerdir. Bunun ötesinde daha pekçok gerçekler bulunmaktadır. Bu gerçekler yığını yüce Allah’ın “Ki o yaratıp şekil vermiştir. Ki O, takdir edip doğru yolu göstermişitir âyetinin mânasına işaret etmekten başka birşey ifade etmez. Şu görülen varlıklar âleminde bizim bildiklerimiz pek az bir bölümdür Onun gerisinde Allah’ın bize sözünü ettiği ve ancak çok güçsüz şeri yapımızla kavrayabileceğimiz âlemlerin ötesinde büyük bir âlem yer almaktadır. Gayb âlemi.






1 yorum: