8 Mart 2015 Pazar

KADIN İÇİN ASIL OLAN : ANNE VE EVİNİN HANIMI OLMASIDIR TOPLUMSAL SORUMLULUKLAR ÜSTLENMESİ DEĞİLDİR KADININ ASIL SORUMLULUK ALANI EVİDİR../ Bazı itiraz ve istifhamlara cevaplar

Toplumsal hayat ve kadın

Bir hanım kardeşimizden, kadının toplumsal hayattaki rolü konusunda zikre değer tesbitler ihtiva eden bir e-posta aldım. Uzunca bir metinden oluşan o e-postanın önemli yerlerini aşağıya alıyorum:
"(...) Dr. Muhammed Ekrem Nedwi veya Muhammet Yılmaz'ın "İbn Hacer'in Hocaları Bağlamında Kadın Hadisçiler kitaplarını okuduğumuzda, kadının İslami ilimler bağlamında İslam toplumunda ne kadar aktif olduğunu görüyoruz. Daha doğrusu soru şu: Görüyor muyuz hocam, görmeli miyiz?

Kadınların ağırlıkta hadis rivayet etmeye ve ezberlemeye yoğunlaştıklarını ve muhaddis olmalarını delil olarak kullanarak kadının toplumun merkezinde, daha doğrusu toplumun içinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa muhaddis sadece bir arşiv midir ki, Resulullah (s.a.v)'in hadislerini toplar, ezberler ve aktarır. Bu konu bağlamında kadının dışarıda/toplumun içinde aktif olduğunu söyleyebilir miyiz?

"Bu hafta Cuma günü İslam Tarihinde (...) Kadının Toplumdaki Rolü'nü işlemeyi düşünüyorum. Zikrettiğim kitapları okuduğumda şöyle bir tablo ortaya çıktı: Kadınlar İslamî ilimleri öğreniyor ve öğretiyor. Sandığımız kadar toplumdan soyutlanmış, sadece evinde duran ve çocuk yetiştiren bir figür değil. Asla evde durup çocuk yetiştirmeyi kötü ve değersiz saymıyorum. Sadece İslam tarihinde kadının konumu gerçekten nerede idi ki, buradan yola çıkarak bugün için de kadının toplumdaki rolünü benimseyelim? (Aslında burada da küçük bir soru ekleyebiliriz: İslam tarihine bakıp kadının bugünkü konumunu belirlemeli miyiz? Bugünün şartları kadının rolünü belirlemede ne kadar rol oynamalı?) Yoksa muhaddisler hakkında yazarken aslında biraz da kelimeler mi bizi yanıltıyor? Yani muhaddis dendiğinde toplumda çok aktif olan bir alime akla geliyor; ama muhaddis olmaları gerçekten kadını toplumda sandığımız kadar aktif yapıyor mu? (...)
"Resulullah (s.a.v)'in hayatına baktığımızda hanımların sağlık ve ilim alanlarında aktif olduklarını görüyoruz. Bu zamana baktığımızda evren boşluk kabul etmez ilkesine dayanarak (...) hanımlarımıza bu alanlarda bilgi sahibi olarak aktif bir şekilde cihad etmelerini mi telkin etmeliyim, yoksa anneliğe, evin (içinin) inşasına ve çocuk yetiştirmeye ağırlık vermelerini mi, yoksa her ikisini birden yapmalıyız mı demeliyim?..."

Bazı yerlerdeki cümle düşüklüklerine küçük müdahaleler ve e-posta sahibinin kimliğini belli edebilecek mahiyetteki yerlerin hazfı dışında yazıda herhangi bir tasarruf yapmadım. Cevabım -şimdi yaptığım bazı küçük ilavelerle birlikte- şöyle oldu:
Modern zamanlar öncesinde müslüman kadın, "dışarıdaki" hayatta kendisine ihtiyaç duyulan eğitim, ticaret, sağlık... vb. alanlarda elbette var olmuştu. Ama sadece "kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar. Bir başka deyişle, modern zamanlar öncesinde "dışarıdaki" kadınların sayısı ile erkeklerin sayısı arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değil. Zira "dışarıdaki" hayatın erkeklerin egemenliğinde yürüdüğünde şüphe yok.
Esasen bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zira "içerideki" kadın, aslında bu ümmetin geleceği olan çocuklarının eğitimi ile meşguldür. Bugün adına "okul öncesi eğitim" dedikleri bu süreç, mutlaka anne-çocuk iletişiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği bir ortamda yürütülmesi gereken bir süreçtir. Zira pedagoglar çocuğun en kalıcı bilgileri 0-6 yaş arasında aldığını söylüyor. Bu çağdaki bir çocuğa annesinin tıbiî/fıtrî bir iletişimle verdiğini hangi kurum, hangi eğitim metodu ve eğitimci verebilir?

Dolayısıyla "İslam'da kadının rolü" başlıklı çalışmaların pek çoğunda gördüğümüz gibi, "Aslında İslam kadını sosyal hayatta ikinci plana itmemiştir; bunu yapanlar "geleneksel" bakış açısına sahip olan müslümanlardır" türünden söylemler son derece yanıltıcıdır. Kadın evin dışında ancak kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olmalıdır. Tıpkı erkeğin evin içinde kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olması gerektiği gibi. Fıtrat, tabii hayat ve İslam bunu gerektirir.
Modern hayat algısı bize hayatın sadece "dışarıdakinden", yani sokaktakinden ibaret olduğu düşüncesini telkin ediyor. Aklımıza karıştıran esas nokta burası. Hayat niçin "evin dışından" ibaret olsun ki?! Evin içi de "en az" dışı kadar önemlidir oysa ve orası kadının sorumluluğuna verilmiştir. Bizi yanıltan nokta şurası: Dışarıdaki hayat modernite tarafından inşa edildiği için, erkekle kadını yanyana/birlikte görmeye alış-tırıl-mış bulunuyoruz. Oysa kadınla erkeğin -zikri burada çok yer alacak pek çok sebep dolayısıyla- hayatın ayrı ayrı cephelerini inşa etmekle görevli olduklarını düşünürsek mesele biraz daha kolay kavranır hale gelecek. Yani modern bir duruma, modern olmayan bir durumdan, modern algıyla örtüşen cevaplar arıyoruz!..

Modern hayat kadının, hayatın hiçbir alanında erkekten geri kalmadığı tezini işlerken, aslında kadınları evlerinden çıkmaya tahrik ve teşvik ediyor. Kadınlar evlerinden çıkınca ne olacak? Erkeklerle birlikte "dışarıdaki" hayatı inşa edecekler. Ya evin içindeki hayat? Onu kim inşa edecek? Geleceğimiz olan çocuklarımızı okul, medya, internet ve sokak terbiye (!) edecek, bizse "kadın erkek eşitliği" ideolojisinin gereklerini yerine getirmek suretiyle "İslam'da kadın hakları"nı savunmuş olacağız???

Efendimiz (s.a.v), kadının kıldığı en efdal namazın, evinin en kuytu köşesinde kıldığı namaz olduğunu haber veriyor. Bugünün Diyaneti kadınları camilere çekmekle aslında sokağa çekmeye, adeta evinden uzaklaştırmaya çalışıyor ya da şöyle diyelim: bunu yapanların ekmeğine yağ sürüyor. Asr-ı saadetteki kadının camiye gidiş gerekçesiyle bugün kadını camiye çekmek isteyenlerin gerekçesi, arka planları ve hedefleri arasında kesinlike bir irtibat yok.
Müslümanların yapması gereken en önemli işlerden birisi, "ev içi" hayatı yeniden ihya etmek ve hayatı -özellikle de kadınlar için- sokaktan eve taşımaktır. Elbette bunun sosyal bir olgu olarak bugünden yarına ve "tek başına" gerçekleşebileceğini söylemiyorum.
İslam, erkeğe ayrı, kadına ayrı mükellefiyetler yüklemiştir. Kadının sosyal hayata "itilmesi", ona ve aile kurumuna yapılabilecek en büyük zulümdür. Unutmayalım, adalet, herşeyin olması gereken yerde olmasıdır. İslam adaleti böyle tarif etmiştir.

Ebubekir Sifil
Milli Gazete     2012-01-17 


Kadını yok etme hareketi

'Not', gibi bir çıkıntıyla başlayayım. 'Kadın konusuna neden taktın?' diye soranlara ve soracaklara bu çıkıntı.
Nisa taifesinden bahsettiğim bu yazılar, asla yalnızca onları ilgilendirmiyor; beni, anneyi, babayı, dedeyi, nineyi, ülkeyi, dünyayı ve öte dünyaları, sonsuzlukları da ilgilendiriyor.
Büyük bir projeyi; 'dinin, diyanetin, siyasetin ve en çokta vahşi kapitalizmin içinde olduğu bir projeyi', açık etmenin peşinde bu yazılar.
Fikri, zikri şaşmış veya dönen dolaplardan bihaber olanlar, sadece bu yazılarda değil, baktıkları her yerde muhtemelen aynı yanılsamaya düşeceklerdir.
Şifa dilemekten başka yapacak bir şeyim yok onlara.
Gelelim sadede..
Başlık biraz mat ve hatta bayat gibi durdu ama olsun. Meramı güzel anlatıyor olmasına bağışlayın.
Şu sıralar herkes kadınların üzerine gidiyor. Herkesin derdi kadınları korumak.
Ama ne koruma!
'Sakın burnundan kıl aldırma; seni koruyacağız. Burnuna uzananın elini kıracağız!'
Devlet, medya ve STK'lardaki hava bu?
Yani, başta birinci ve dördüncü olmak üzere bütün kuvvetler söz birliği etmiş.
Ee, sen bu desteği verdikten sonra kim tutar kadınları.
Sonuç; yıkılan aileler, cinnetler ve kızaran sayfalar.
Kestirmeden söylersem, ben bu çalışmaların, kadını, erkeğe karşı doldurma gayretlerinin hayra hizmet etmediği görüşündeyim.
Şiddetin her türlüsünü engellemeye evet ama işi başka mecralara dökmek, daha beter sonuçlara varmak başka.
Az veya çok, 'insanlıktan nasiplenmemiş vahşi örneklerden' hareketle, tekmil erkekleri potansiyel düşman gibi gösterip, kadını aileden uzaklaştıracak yolları açmak hiçte masum bir tutum değil.
Ocakları söndürmeye dönük bu çalışmalara en uygun isim "Kadını yok etme hareketi"dir. Ya da ön ismiyle söylersek, 'Kadın İsyan Hareketi'dir.
Kime karşı isyan?
Evvelemirde kocalara karşı..
Sonra babaya, anaya, abiye vesaire..
Filmlerde, programlarda bazen açık, bazen kapalı verilen mesajlar hep aynı.
'Kimseye itaat etmeyin. Kimsenin lafını dinlemeyin. Bildiğinizi okuyun. Olur ki karşı çıkan olur, ağzının ortasına vurun.
Olmadı öldürün.'
Genel durum bu.
Abartmıyorum. Sinema ve medyadaki, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığındaki hava bu.
'Hiç korkmayın. Öldürün; biz size içerde bakarız, bakamazsak da namınız yürür.'
İçeriyi bilmem ama, dışarıda iyi bakıyorlar.
Kadın kocasıyla nizalaştı mı; koca evden kovulacak.
Kadının aklına esti, 'it kılı postal bağı' bir sebepten kocadan ayrılıp dul mu kaldı, maaşa bağlanacak.

Bunlar medyadan en son duyduklarımız.
Kimsenin derdi kavgayı bitirmek değil. Yuvayı kurtarmak, arayı bulmak gibi bir konusu yok hiç birinin.
Kocasına hizmetkâr kadınlar ve karısına köle kocalar nereye kayboldu? Çok değil otuz sene öncesinin anneleri var mı?
Otuz sene öncesinin babaları, çocukları nerede?
Cennetin anahtarı mevkiinde ki anneler, cinnetin merkezine nasıl yerleştirildiler?
Açık, elbette çok açık cevapları var bu soruların.
İpucu olması bakımından, bu işlerin kendiliğinden olmadığını söylemekle yetiniyorum. Perşembe günü devam ederiz.

Kasım Tiryaki
08.02.2012

Kadını inkâr medeniyeti

'Kocasının hizmetkarı kadınlar ve karısına köle kocalar nereye kayboldu? Çok değil otuz sene öncesinin anneleri var mı?' diye sormuştuk bir önceki yazımızda.
Yok! Varsa da pek fazla değildir sayıları.
Günümüzde annelerin, hizmet ettiği bir patronları mutlaka oluyor ki ondan ne çocuklara, ne de kocalara sıra gelir!Haliyle, eve ve aileye kala kala stres, kavga ve parçalanmış, hatta cinnet kurbanı olmuş fertler kalıyor.
"Kadın fıtratıyla savaşmak.."
Kadın, nasıl bir kötülüğün esiridir, nasıl bir aşağılık varlıktır ki, 'fıtratında' var olan bütün özelliklere saldırılıyor.
Kadını, kadın yapan ne kadar başat değer varsa hakarete uğruyor, aşağılanıyor.
Kadın fıtratında birinciye gelen özellik nedir?
'Çocuk yapmak.'
Ona bağlı olarak, şefkat.
Ona bağlı olarak, çocuk yetiştirmek.
Hepsi birbirine bağlı olarak; daha evcimen olmak, yuvayı kurmak.
Kadın ancak, bu 'bir numaralı fıtri tarafı/tarafları' sayesinde hayattan zevk alır.
Durum bundan bundan ibaretken..
Özel bir durum olmadıkça, bir kadına, 'çocuk yapma' demek veya onu az çocuk yapmaya veya hiç çocuk yapmamaya teşvik etmek ne manaya gelir?
Bir kızı, 'geç evlendirmek' ya da geç evlenmeye zorlamak iyi bir şey olur mu?
Eğer erken evlenmek kadın için yaşamsal bir zorunluluksa, kızları işe, kariyere yönlendirmek olara yazık etmek olmaz mı?
Bir kadını erkekle eşitleyip aynı işlere sürmek, ikisine de aynı ağırlıkta iş vermek 'baştan ayağa kadınlığı inkâr' olmaz mı?
Olur, hem de bal gibi olur..
Ve maalesef, Dünya'da ve Türkiye'de, uzun zamandır işler tamda bu 'inkâr' üzere yürüyor.
'Kadını inkâr' üzerine acımasız, insafsız bir uğraş veriliyor.
Bir Allah'ın kulu da çıkıp sormuyor; erkek, daha matah bir şey midir ki, illa erkekle özdeşleştirilip, bütün işlerde onunla kıyaslanır kadın.
Kötü bir varlık mı kadın?
Lanetli bir şey mi?
Avrupalıların, Hıristiyanların dediği gibi 'insan değil' mi?
Yoksa, 'Ortaçağ Avrupalı kafasının' imanı üzere şeytan mı?
Şeytandan kötü, lanet olası bir pislik mi?
Haşa huzurdan, 'kadın mabetlere sokulması caiz olmayan, bir çeşit hayvan mı?'
Elbette hiç biri değil.
Bu noktada mühim soru şu; değilse, 'kadın = erkek' anlayışını gerçekleştirmek için neden mücadele veriliyor?
"Müslüman kadın, Müslüman aile.."
Kadın ve erkek birbirinden çok farklıdır. En başta apayrı işlere memur, ayrı güce ve hünere sahiptirler.
Biri suysa, karaysa, öteki ateştir, havadır.
Apayrı varlıklardır.
Evet, ikisi de insandır
İkisi de Allah’ın imtihanına tabidir ama apayrıdır.
Bir taraf için üstünlük olan şey öteki taraf için zafiyettir.
Çoğu zaman, bir tarafı ilgilendiren 'şey', ötekisine galaksiler kadar uzaktır.
Kadın kadındır
Erkekte erkek.
Ve ikisi de yerinde, 'fıtratları üzere kalabildikleri müddetçe', çok güzeldir.
Bütün değerleri, kendi 'kalabilmelerinde' saklıdır.
Aksi halde eksidedirler; zarar, ziyan ve hüsran içredirler.
Biri, ötekine dönüşmeye başladığı anda 'iğrençlik, fesat ve her türlü yıkım' başlamış demektir.
Bu durumu Kur'an, en yalın haliyle 'kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lanet edilmesi' buyruğuyla bildirilmiş.

Kasım Tiryaki
13.02.2012

Kızlarımıza Nasihatlar

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır:

"Kızım kendini temiz tut! (Devamlı)Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.
Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, ALLAH Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir...
" (1)


Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:

"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.." (2)

Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı:

 "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:
1-Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.
2-Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden ALLAH Teâlâ râzı olur..
3-Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.
4-Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.
5-Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..
6-Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.
7-Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.
8-Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.
9-Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...
10-Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden  ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.
Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin.." 
(3)

Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.
______________
(1) Mustafa Râkım, Mürşid-i Müteehhilîn, s: 23.
(2) Osman Karabulut, İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, s: 82.
(3) Buhârî, c. VI, s: 160.

 

KADININ YERİ EVİDİR!


Evlerinizde oturun…” ayetini daha bir başka severim nedense. Bu ayeti okudukça kendimi Rabbimden imtiyazlı sayarım.
Bana özel inmiş sanki, beni alıp namütenahi bir yere koymuş. Narin bir kelebek, kırılgan bir gelincik çiçeğiymişim gibi hissederim kendimi…
Çok değerliymişim, nadideymişim, zümrüt mü, elmas mı desem, ama çok değerli bir mücevhermişim, istiridyenin en gizli yerindeki zarif bir inciymişim gibi…
Ortada olmasın, hemen ulaşılamasın, kolayca bulunulamasın der gibi…
Güven dolar, huzur dolar içim, yaslandığım koca bir dağı arkamda hisseder her seferinde güçlenirim, şımarırım hatta…
Evlerinizde oturun,evler ki en güvenli barınaklardır. Özgürlüğün en dorukta yaşanabileceği mekanlardır evler. Ev kadına saray, kadın eve sultandır.Evsiz kadın savunmasız, kadınsız ev yalnızdır. Evsizleşen kadınlar, kadınsızlaşan evler toplumların en büyük yarasıdır…
“Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın…”  (Azab:33)
İyiki bunları sen söylüyorsun Rabbim. Eğer ben söyleseydim örümcek kafalı, yobaz, gerici, çağdışı olarak yaftalanacaktım. Şükür ki sen söylüyorsun, kulun Sana kurban olsun…
Oysa nice zamandır dışarda olmayan, evinde oturan, çocuk doğuran kadınların adı “cahil” oldu. İllede dışarı çıkmalı kadın, bütün kapılar sokağa açılmalı, az çocuk doğurmalı, ekonomik özgürlüğü (!) elinde olmalı, kocaya asla güvenmemeli, ya bırakırsa, terk ederse, ölürse, boşanırsan ya…diyerek kadın hep tetikte bekletilmeli…
Artık kadınlar pek az oturuyor evlerinde. Kadınlar eve hasret, evler kadınlara… Parasını kendi kazanıyor kadın. Muhtaç olmuyor erkeğine de (!)…
Sabahın ayazında düşüyor yollara, çocuğu bakıcıya yada kreşe bırakıyor. Canhıraş çalışıyor kadın, dişini tırnağına takıyor,bence biraz da erkekleşiyor kadın…
Dışarda eksiksiz yapmalı işini, kılığı kıyafeti en iyisinden olmalı, patron kızmamalı, şef memnun olmalı işinden… Evine zamanında varıp sabahtan eksik kalan işleri tamamlamalı.. kurulmuş bir saat gibi tıkır tıkır çalışmalı, asla parça kırmamalı…
Binde bir, sabah vakti dışarı çıkacak olsam duraklarda otobüs bekleyen, soğukta tir tir titreyen kadınlara bakar kalırım. Çok mu muhtaç, çok mu zor durumdadır? O saatte o kadınları sıcak yuvalarından dışarı çıkaran nedir? Bir kadını haftanın 5 günü yılın en az 10 ayı çalışmaya mecbur eden hangi haldir?
At yarışına sokar gibi çalıştırdığımız, sınavlara hazırladığımız kızlarımız hangi ideallerin, hangi hayallerin kurbanıdır? Kızının sınavı kötü geçti diye ağlayan anne hangi modern baskıcının oyuncağıdır?
Evlerinizde oturunayeti bugün birçok müslüman kadının dahi okumak, hatırlamak istemediği bir ayettir. “Cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmayın” emrine muhalif, evde oturmayı cehalet, çalıştığı işyerinde başını açmayı modernlik, özgürlük diye tanımlayan bir garip fikir karmaşası…

*********************

Ne kadar paraya ihtiyaç duyduğunuz, gerçek ihtiyaçlarınızın ne olduğuna bağlı…
Ya lüx bir yaşam için zor ve stressli bir çalışma hayatını tercih edeceksiniz. Ya da evinizde rahat oturup orta halli bir yaşamı seçeceksiniz.
Derdiniz kariyerse, yükselip önemli (!) bir yere gelmekse eviniz size sadece bir otel olur.
Eğer tek maaşla geçinirim. Orta halli yaşarım, lüx istemem, evim 10 yıl sonrada olsa olur, arabam daha vasat da olabilir, evimde otururum, çocuğumu da kimselere bırakmam kendim bakarım, eğitirim derseniz eviniz size saray olur.
Çalışan kız arıyorum, çift maaşlı olsunlar diyen kaynana adayı teyzeleri gördükçe, birileri tarafından bankamatik gözüyle bakılan kızlara daha da bir acıyorum. Hele banka kartı kocasının elinde olan, ayda ne kadar maaş aldığını bile bilmeyen, gündüz dışarı işleri, akşam ev işleriyle ömür geçiren kadınların hali içler acısı
Modern köleliğin adına ekonomik özgürlük diyorlar… Zulmü süsleyip püsleyip kadına olmazsa olmaz gibi gösteriyorlar. Kadının fıtratına ters olan,  bedenine ağır gelen işi yapmayanları aşağılıyor, kınıyorlar…
Evlerinizde oturun, çünkü kadın en çok evine yakışır. Evlerinizde oturun, zira kadın hassastır, kadın naiftir, çabuk incinir, çabuk kırılır, kolay hırpalanır kadın. En iyi Rabbi tanır onu. En çok Rabbi anlar halinden…
Uygun şartlarda okuyabilmeli, çalışabilmeli kadın. Ama dünyası için ahiretini harcamaya zorlanmamalı, bir erkek gibi çalışmamalı  bir ömrü kaplayan dağlarca yükü, onlarca görevi üstlenmemeli. Mecburiyeti olmadığı halde hergün ardından ağlayan bir evlat bırakmamalı kadın. Hem kariyer yapıp, hem iyi bir iş kadını, hem iyi bir anne olmak şüphesiz bir ütopya…
Her işte usta olunmuyor maalesef. Her işte çırak olarak kalmakta yakışmıyor kadına. Madem Rabbi kimselere yakıştırmadığı görevi kadına layık görmüş, madem uçsuz bucaksız cenneti annelerin ayaklarının altına sermiş; Bundan daha fazlasını istemek niye?
“Bir kadın ayrılınca evinden,
Evler ağlar kadınların ardından
Bir çocuğun gözleri uzaklara mıhlanır
Anne dönene değin sevmeler öksüz kalır
Bir kadın ayrılınca evinden
Evler ağlar usul usul derinden…”

CAHİDE SULTAN
Haziran 7, 2011
http://cahidejibek.wordpress.com/2011/06/07/kadinin-yeri-evidir/ 

Kadınlar Bir Şey Unuttu!

“…Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah Azîzdir, Hakîmdir.”(Bakara: 228)
İslamı tanıyıp anlayamamak her sahada sıkıntılara yol açıyor. Bu cehalet, en çok da aile kurumunu yaralıyor.
Evliliğin en derin yaralarından biri, kadındaki dik başlılık.
Allah gerek indirdiği kitap, gerekse gönderdiği Rasul ile  kadının ve erkeğin nerede durup, nerede hareket etmesi gerektiğini öğretmiş. Erkeğin ve kadının görevlerini bir bir anlatmış.
Erkeğin hanımına adaletli olması, kadın narin yaratıldığı için ona hassas davranılması gerektiğinden, huylarını değiştirmek için zorlanırsa kırılacağından defaatle bahsedilmiş. “En hayırlı olanınız hanımına en iyi olanınızdır” buyurmuş Efendimiz (s.a.v).
Bunun yanında kadınında erkeğine karşı itaat etmesi, sesini yükseltmemesi, ırzını namusunu ve malını koruması, sırlarını ifşa etmemesi öğütlenmiş.
Zalim, hanımının haklarını vermeyen, gereksiz asabiyet gösteren, aşağılayan, kadir kıymet bilmeyen erkekler çok.
Fakat kocasına sudan sebeplerle asi olan, kocası bir söylese, o on söyleyen, hatta kocasına vuran kadınlar da var.
Hele herşeyi ben bilirim havasındaki kadınlardan Allah’a sığınırım ki bu kadınlar çok zor kadınlardır. Kocasının oturmasını kalkmasını, yemesini içmesini laf ederler. Karşılarında mükemmel bir tip görmek isterler. Kocasının ne eksikliğini kabullenir, ne fazlalılığına tahammül ederler. Adeta kocayı bir kukla gibi ellerinde tutmak, istedikleri yöne çevirmek isterler.
Birileri kabul etmek istemese de, erkeğin kadından bir derecede olsa üstünlüğüne işaret eden ayet ve kadının kocasına itaat etmesiyle ilgili sahih olduğu kesin Hadis-i şerifler var.
Eğer bir kimseye secde edilmesini emredecek olsaydım, Allah, kadınlara karşı erkeğe bir hak verdiği için ona secde etmelerini emrederdim.” (Ebû Dâvûd, Nikah, 40; Şerhi Avnu’l-Ma’bûd, 6/177; Tirmizî, Radâ’, 10)
Peygamberimiz (sav) kendisine “Ey Allah’ın Rasulü hangi kadın daha hayırlıdır?”şeklindeki bir suale
“Kocası bakınca onu sevindiren, emredince hemen itaat eden, nefis ve malında kocasının hoşuna gitmeyen şeyde ona muhalefet etmeyen kadındır” (Nesai, Nikah, 14) şeklinde cevap vermişlerdir.
Kadının cihadı kocasına itaat ve hacdır” (Buhari, Cihad, 61; Nesai, Hac, 4)
Hazreti Enes anlatıyor: Rasûlullah aleyhisselâtü vesselâm şöyle buyurdu:
“Bir kadın, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, kocasına itaat eder ve iffetini korursa cennete girer.”(Ahmed b. Hanbel)
“Kocası yanında iken onun iznini almadan bir kadının nafile oruç tutması helâl olmaz. Kadın, kocasının izni olmadıkça, evine hiç kimsenin girmesine izin veremez.” (Buhârî, Nikâh 86; Müslim, Zekât 84; Ebû Dâvûd, Savm, 73; Tirmizî, Savm, 64; İbni Mâce, Sıyâm, 53)
Bunlar size çok mu zor, çok mu afaki geldi. ‘Ben bunları yapamam, bunlar insan tabiatına aykırı’ mı diyorsunuz? Oysa Rabbimiz:”Yüce Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. “(Bakara, 2:286) Buyuruyor. Görmek, duymak, anlamak istemeseniz de bunlar gerçek.
Kadın erkeğine itaat etmeli. Kadın erkeğinden bir derece daha eksik olduğunu kabul etmeli.
Kadın itaatsiz olur, kendisini erkekle aynı seviyede görürse evde çift başlılık çıkıyor. Muhabbet, sevgi, saygı azalıyor.
Yıllardır ayyuka çıkarılan feminist söylemlerden İslami cenahtaki hanımlar da fazlasıyla nasibini aldı. Daha fazla okuyan, daha çok bilen, eskiye nazaran fazlaca sosyalleşen kadınlar kocalarını beğenmiyor. Devamlı eleştiriyor, baş kaldırıyor, isyan ediyorlar. Kendisini dövmeyen,  aç bırakmayan, kötü yola sevk etmeyen, Allah’ın izniyle yedirip içiren, giydiren eşlerinde, devamlı kusur bulup söyleniyor, hatta başkalarına da eşlerini kötülüyorlar.
Bu yüzdendir ki, Nebiyy-i Muhterem salla`llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bana Cehennem gösterildi. Bir de gördüm ki Cehennem halkının çoğu kadınlardır. Onlar küfrederler.” (bunun üzerine): “(Yâ Resûlâ`llâh,) Allâh`a mı küfrederler?” diye soruldu. (Cevâben) buyurdu ki:Onlar kocalarına (karşı) küfrân ederler. İhsâna (karşı) nankörlük ederler. Birisine dünyâ dolusu ihsân etsen de, sonra senden (hoşuna gitmeyen) bir şey görse “Ben senden hiç bir hayır görmedim.” der.(Buhari)
Komşudaki halının aynısını almadığı için, her kabul gününe yeni kıyafet almasına izin vermediği için, falancanın kocası kadar dışarıya yemeğe götürmediği için, doğum gününü, evlilik yıldönümünü hatırlamadığı için kocasına küsen, arkadaş oturmalarında herkesin kocasının aldığı hediyenin kendi kocasının aldığından daha pahalı olduğunu öğrenince kavga çıkaran, isyan eden kadınlar bilirim ben…
Kocasına  istemediği halde zorla saç jölesi kullandıran, yemeği yer sofrasında yemek istediği halde illede masada yiyeceğiz diye dayatan ve bunu kavga konusu yapan kaprisli hanımlar bilirim…
Çocuğunu kocasına karşı kışkırtan, başkasının yanında eşini aşağılayan, başkalarına gösterdiği güleryüzün tatlı dilin onda birini eşine göstermeyen hanımlar tanırım…
İslamı çok iyi bildiğini sanan çoğu hanım, sahabe gibi, Peygamber sabrında ve taatinde bir koca ister. Gece namazları devamlı olsun, bolca nafile oruç tutsun. TV seyretmesin… Onlar için kocalarının farz ibadetlerini yapması yeterli olmaz. Mükemmel bir müslüman görmek isterler. Eşlerinin en ufak bir asabiyetine , sert bir çıkışına tahammül edemez, bunu tartışma için bir sebep bilirler.
Bir de modern hanımlar vardır. Onlar da Allah’ı Peygamber’i bilirler, karşı çıkmazlar ama kocalarını film artisti gibi görmek isterler. Fit bir vücudu olsun. Arada bir mutlaka elinde bir çiçekle gelsin. Şiir gibi konuşsun. Romantik olsun. Yok istediği gibi olmadı mı, hiç mücadeleye bile gerek duymadan hemen boşanma dilekçesini verirler!
Bu kadınlar erkekleri ne görüyor acaba? İpleri ellerinde olan bir kukla mı? Nereye sürsen oraya giden bir koyun mu?
Ama birde sabır abidesi kadınlar bilirim ben…
Kendisi namaz kılarken yanında içki içen adama Allah rızası için katlanan, gözyaşlarıyla kocası hidayet bulsun diye dua eden…
Kadınlar bilirim, eşi kendisini aylardır aldattığı halde, eve geç saatlerde geldiği halde kavga çıkarmayan, sabırla düzelir diye bekleyen…
Kocası kendisini aylarca annesine göndermediği halde  sabrı acılarına kalkan yapan kadınlar tanırım…
Kimileri aptal, enayi diyor bu kadınlara. Bense eli öpülesi kadınlar diyorum onlara…
Bir koca hanımına İslama aykırı bir şeyi emretmiyorsa, kadın kocasına itaat etmek zorundadır. İstemediğiniz bir zamanda eve misafir getirebilir. İstemediğiniz halde birine borç verebilir. Sizin hoşlanmadığınız şekilde giyinebilir. Evet bunlar insanın nefsine ağır gelen işlerdir ama bu bir imtihandır. Tıpkı kadının değiştirilemeyeceği gibi erkeklerinde bazı huylarını değiştirmek mümkün değil. Herşey bizim istediğimiz gibi yürüyecekse, sabır denen haslet ne için vardır?
Hani sara hastası bir kadın Peygamber’imize gelip, “Ya Rasulallah, Allah’a dua et de benim hastalığıma şifa versin” der. Efendimiz’de “istersen dua edeyim şifa bul, istersen sabret cenneti kazan” diye cevap verir. Tıpkı bunun gibi, sorunlu bir kocadan ayrılmak gibi bir hak verilmiştir kadına. Fakat tahammül eder, Allah rızası için sabrederse ecrini elbette Allah fazlasıyla verecektir.
İslamı iyi bilen, yumuşak huylu, hak hukuk gözeten bir erkek zaten bu saydıklarımızı mümkün olduğunca yapmaz.  
Başta koca olarak kabul ettiğiniz kişiyi yontmaya çalıştıkça siz yıpranırsınız. Ya her şeyi göze alıp boşanacaksınız, ya da sabredecek, güzellikle sorunları çözmeye çalışacaksınız.
Son iki nesildir kızlar gelin giderken “kocanın bir tabağını iki etme” diyor anneler.Koca hakkı nedir, kocaya itaat nedir öğretilmiyor. Asi, dik başlı, ukala kızlar yetişiyor. Artık kızlar ilk günden kedinin bacağını ayırıyor. Susmak, alttan almak, idare etmek aptallık sayılıyor…
İslam kadına fazlasıyla değer ve bir çok haklar vermiş ama sınırlarını da belirlemiş.Haklarını bilmeli kadın ama HADDİNİ DE BİLMELİ!
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzap suresi 36.Ayet)
Susmak ve sabretmek için tek başına şu ayet bile yeter. Yoksa sizin hâlâ “ama”larla dolu cümleleriniz mi var?

Cahide Sultan   
Ocak 16, 2012  
cahidejibek.wordpress.com/2012/01/16/kadinlar-bir-sey-unuttu/  


Kadın, pergel gibi!

Ali BULAÇ

Cumartesi günkü yazıda "kadına caminin yolunun açık olduğu"nu, ancak İslam tarihinde teşekkül eden "örfte kadına cami-merkezli ibadetlerin (cuma, bayram, cenaze, teravih namazı) farz kılınmadığını" yazdım.
Bunun gibi kadının iktisadî hayata, ticarete, iş dünyasına, üretime, sivil ve sosyal faaliyetlere katılmasını engelleyen hükümler yok, özel bir teşvik de yok. "Duruma ve yerine göre" kadın ticaret yapabilir, çeşitli resmî-sivil görevler alabilir. Ben hiçbir yazımda kadınlar zinhar iş hayatına girmesin, sosyal etkinliklerden uzak tutulsun demedim. Öyle zaruri durumlar var ki, kadın erkek gibi çalışmak, evin geçimini temin etmek zorunda kalabilir, bu kadınlara öncelikle iş temin etmek görevdir, hatta pozitif ayrımcılık bu muhtaç kadınlar için elzemdir. İslam tarihinde kadın elbette çok sorun yaşamıştır, ama ana karakteristiğiyle örf, kadını en azından muasırı din havzalarındaki kadınlardan daha iyi korumuştur.
Belirtmek gerekir ki örf, sosyolojik manada belli toplumlara özgü "âdet" veya belli kavimlere özgü "yerel/yöresel töre" değildir. "Örf"e atıfta bulunuyorum diye "gelenekçi veya muhafazakâr" olmam, bana bu yakıştırmaları yapanlar "fıkıh sosyolojisi"nden habersiz kimselerdir. Örf, Allah'ın muradının Şer'î hükümleri tatbik eden ümmetin amelî hayatında tahakkuk eden pratiklerdir. Sünnet'in pratik tatbikatından, alimlerin icmaından, temeli meşru içtihada dayalı bölgesel yaygın teamül ve tatbikattan alır. "Örf" doğru, olması gereken ve İslam'ın ruhuna uygun (ma'ruf) olduğundan Hukuk'ta kaynaktır. Bunun ne "gelenekçilik ve muhafazakârlık"la, ne "âdet ve töreler"le ilgisi var. Âdet ve töreye dayalı gelenek tashihe muhtaçtır, bazı unsurları zalimanedir; ama örfe dayalı gelenek gereklidir, tarihte beşerî hayatın sürekliliğini sağlar.
Kadına ilişkin örfün; İslam'ın öngördüğü âlem tasavvuru, âlem tasavvurunun merkezindeki dünya düzeni, dünya düzeninin merkezindeki ümmet ideali, ümmet idealinin merkezindeki daru'l-İslam, daru'l-İslam'ın medeniyet havzaları hükmündeki şehir hayatı ve şehir hayatının merkezindeki ev ve aile düzeniyle doğrudan ve zaruri ilişkisi var. Bu geniş perspektiften bakılmadığında, İslam tarihinde örf zemininde kadının konumunu, "ataerkil tahakkümcü" kültürün; dinî nasların erkekler tarafından yorumlanmış ayrımcı-cinsiyetçi meşruiyet fetvalarının ürünü görür ve bunun sonucunda Batı modernizmi, feminizmi ve küresel piyasa ideolojisi olan liberalizmin dayattığı 'kadınlarla ilgili program ve projelere birer can simidi' gibi sarılırsınız.
Benim demeye çalıştığım şudur:
1) Kadının iktisadî ve ticarî hayata katılması aslî değil, arızîdir. Bu yüzden hep "duruma ve yerine göre" ihtirazi kaydını koyuyorum. Evin geçimini üstlenecek erkek yoksa, kadın iş hayatına girmeli, kamu veya özel sektör onu tercihen işe almalı. Ancak kadının asli yeri evidir. "Ev, kadına farz olmayan ibadetlerin camide eda edilmesinden daha hayırlıdır." Erkek ailenin geçimini temin ederken kadın evin iç düzenini yürütür, bir anne olarak çocuklarının hayırlı-faydalı (salih) birer evlat olarak yetişmesini sağlar, ailenin huzur ve mutluluğunda (sekine ve sükûnet) rol oynar.
2) Kapitalist piyasa ekonomisi ise kadını iki ayağıyla "evin dışına" çıkarıp sömürü nesnesi haline getiriyor. Tüpten çıkan macun gibi bir daha geri dönmüyor; bu ise ailenin ve toplumsal hayatın çözülmesine yol açıyor. Kadın evden çıkınca, tümüyle özgürleşmiyor; çoğu yine erkek olan patronların, âmirlerin, müdürlerin denetimi altına giriyor.
3) İslam tasavvurunda kadın pergel gibidir; sağ ayağı -sabit kadem- evindedir, sol ayağıyla her yere gider, haricî her meşru ve hayırlı maddî, iktisadî, sosyal, sivil faaliyete, hadisteki güzel deyimle "Müslümanların hayırlı meclislerine katılır." Ama önce evi ve ailesi! "Ev" kadın için hayatî faaliyetlerin merkezi "ana karargâh"tır (33/Ahzab, 33). Toplumsal hayatın da ana merkezi, her biri mescid hükmünde olan "ev"dir. Ev kıbleye yönlendirilmeli, mekân kullanımı ve hayat tarzı buna göre kurulmalıdır. (10/Yunus, 87)
Not: Etyen Mahçupyan'la tartışmayı isterim, ama dünkü yazısında üslubu 22 ayardan 18'e düşürmüş. Biraz bekleyelim.

a.bulac@zaman.com.tr 
12 Aralık 2011, Pazartesi

 

Ev'den işe!


Ali BULAÇ

Radikal AB'ci -eski deyimle 'Batıcı'- olan değerli yazarımız Şahin Alpay'a göre "gelişmişliğin temel ölçütü kadınların katılımı"dır ve bu konuda AK Parti iktidarı döneminde önemli adımlar atılmıştır. (Zaman, 1 Ocak 2011) Şahin ilginç bir gelişmişlik modeli sunuyor: "Kadınlar lehine ayrımcılık uygulamasında en ileri giden ülke (kadınların yüzde 80'inin işgücüne katıldığı) Norveç. 2003'te kabul edilen yasa, şirket yönetim kurullarının yüzde 40 kadınlardan oluşması zorunluluğunu getirdi. Bugün oran bunun da üzerine çıkmış durumda. Norveç deneyiminden esinlenen AB ülkelerinde benzer yasa tasarıları gündemde. Bence Türkiye'de kadın kotalarını yaygınlaştırılmalı."

Norveç'in kriterlerinin AB kriteri, AB kriterlerinin BM kriteri, BM kriterlerinin küresel kriterleri olarak kabul ediliyor, diğer Avrupa ülkelerinin de kendilerine göre evrensel/küresel algıya kattıkları kriterler var. Türkiye, önüne konan yol haritasını takip edip söz konusu kriterleri sosyo-ekonomik ve politik sistemine dahil etmeye çalışıyor. Belirtmek gerekir, ne AB çevreleri ne içeride sivil kuruluşlar üzerinden yeni resmî görüş ve emredici ideoloji yerleştirme çabası içinde olan çıkar ve baskı grupları alınan mesafeyi yeterli görmüyor.

2009 ölçümlerine göre "kadının ekonomik katılım ve fırsat eşitliği" bakımından dünya ülkeleri arasında 130.; "siyasete katılım" konusunda 107.; "güçlenme endeksi"ne göre 101. ve "cinsiyet uçurumu" bakımından 129. sırada bulunuyor. Bilindiği üzere 12 Eylül referandumunda anayasaya "kadına pozitif ayrımcılık" amir hüküm haline getirildi, arkasından diğer uygulama ve reformlar yağmaya başladı.

Esasında geleneksel olarak kadınlar her zaman aile ekonomisine hatırı sayılır katkıda bulunuyorlar. Mesela 2004'te DİE verilerine göre bölgeler bakımından katılım şöyle gerçekleşmişti: Karadeniz'de kadınların yüzde 66,2'si, Doğu Anadolu'da 40,4'ü, Marmara'da 35,7'si, İç Anadolu'da yüzde 21,3'ü. (Radikal, 6 Haziran 2004) Ancak yeni dönemde kadının ekonomiye katkısı, ev ve geleneksel tarzda değil, piyasa üzerinden gerçekleşecekti; çünkü kadının geleneksel katkısı AB kriterlerine uygun değildir. AB'yle uyumlu hale gelsin diye Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı "Kadın Çiftçiler El Kitabı" hazırladı. Kitapçıkta hayvancılık, gıda ve el sanatları yanında kadına karşı şiddet, töre cinayetleri ve kadın hakları konularında da "aydınlatıcı bilgiler" koydu. İlki 2008'de Ankara'da, sonuncusu Konya'da olmak üzere 9 ayrı şehirde "Kırsal Alanda Kadın Çalıştayları" düzenledi.

Geçen sene radikal bir adım atıldı, işsizlik oranının yüzde 14'lere çıktığı, işsizlerin ezici çoğunluğunun erkeklerin olduğu ülkemizde hükümet, yeni işe alınan kadınların sigorta priminin ilk yıl tamamını, ikinci yıl yüzde 80'ini, üçüncü yıl yüzde 60'ını, dördüncü yıl yüzde 40'ını, beşinci yıl yüzde 20'sini ödeme kararı aldı. Gençlerin yüzde 25'i işsiz, her sene işgücüne 500 bin ila 800 bin kişi civarında katılıyorken, bu radikal karar kadın iş alımında iyi bir artışı sağladı. (Zaman, 8 Haziran 2010) TÜİK'in verilerine göre 2010 yılının nisan ayı itibarıyla işsizlik oranı yüzde 12 iken, işsiz sayısı 3 milyon 71 bin idi. İşsizlik rakamlarına, iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanlar ve mevsimlik çalışanlar da eklendiğinde işsiz sayısı gerçekte 5 milyon 118 bine, işsizlik oranı da yüzde 18,5'e yükseliyordu. İşsiz olan aile reisi sayısı 1 milyon 123 bin. Bu rakama iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olan 513 bin aile reisi ile mevsimlik statüde çalışan ancak bu mevsimde işsiz olan 13 bin aile reisi de eklendiğinde işsiz aile reislerinin sayısı 1 milyon 649 bine yükseliyor. İşsiz aile reislerinin yüzde 89'u erkeklerden, yüzde 10'u kadınlardan oluşuyordu. İşsizlerin yüzde 77,3'ü kentlerde yaşıyor.

Kadınların işgücüne katılımı birkaç koldan sürüyor. Mesela Darülaceze Vakfı, Rotary Kulüp'ün katkılarıyla Türkiye'de İsrafı Önleme Vakfı ve Grafeen Turist'in öncülüğünde 1 milyon lira katkıyla kadınlara mahsus mikrokredi programı başlattı. Ünlü kozmetik firması L'Oreal Türkiye Genç Bilim Kadınları projesini başlattı, seçilen 6 genç bilim kadınına 15 bin dolar burs verilecek. Devamı perşembeye.

 

Ev'den camiye!

Ali BULAÇ

Diyanet, iki gün sürecek "kadın" konulu bir sempozyum düzenliyor. Diyanet'in "kadın konusu"na bu dönemde pek hevesli görünmesi dikkat çekici.
İşe tabii camilerden başlanıyor. Görevden alınan İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı "İslam dünyasında kadını dışlayan anlayışın vahim" olduğunu söylemişti, yeni müftü Rahmi Yaran da, kadın konusunu çok daha büyük bir azimle ele alacaklarını, "mümkün olsa kadınlarla erkekler yan yana namaz kılsın" diyor. DİB Başkanı Mehmet Görmez de, "Cenaze, cuma ve bayram namazlarında kadınlara yer açmalıyız" diyor. Sayın Görmez'e göre durum dramatik: "Bir anne düşünün. Evladı vefat etmiş ama cenaze namazına katılamıyor. Yadırganacak bir durum." (Yeni Şafak, 7 Kasım 2011) Bu amaçla ilk elde 3 bin cami elden geçirilip kadınların katılımına uygun hale getiriliyor. Müftü Yardımcısı Kadriye Erdemli'ye göre "Kadınların da erkekler kadar camilerde ibadet etmeye hakları var. Bugüne kadar kadınlar çeşitli nedenlerle camilerden uzak tutuldular. Çocuklarıyla camilerle buluşacak kadınlar Allah'ın önemli bir kulu olduklarının farkına varacaklar". (Yeni Şafak, 7 Ekim 2011) Yanlış anlıyor olabilirim. Bu sözlerden, ben Efendimiz (sas)'in irtihalinden beri İslam toplumunun örfü-icmaı olan geleneksel kadın-mescit ilişkisinin yanlış kurulduğu, kadınların camilerden bu yanlış uygulama sonucu alıkonulduğu ve kadınların Allah'ın önemli kulları olduğu bilincine varamadıkları anlatılmaya çalışılıyor.
Bir telaştır, almış başını gidiyor. Sadece Türkiye'ye özgü değil bu. Başka din havzalarında da birbirini izleyen faaliyetler var. Mesela 6 Kasım'da Hindistan'da binlerce yıldan sonra bir ilke imza atıldı: Bugüne kadar kalabalıklar içinde kadınların "vedik mantraları (Veda metinlerinden alınmış dini şiirler)" okumaları yasaktı. Hadivar şehrinde seçilmiş 108 Hintli kadın, bir ruhani liderin doğum günü için düzenlenen törenler kapsamında, milyonlarca izleyici karşısında bu ilahileri yüksek sesle okudular. Bu bir devrimdi, bundan sonra kadınların 'nişan, düğün ve doğum' gibi özel günlerde de dualarını bu tarzda okumalarının önündeki geleneksel engel yıkılmış oldu.
Kimin ağzını açsanız aynı repliği duyarsınız: "Türkiye'nin erkek bakış açısına hapsolmayan bir kadın erkek eşitliği politikasına ihtiyacı var. Kadınların statüsü ile ilgili göstergelerin 'yüz kızartıcı' olmasında en büyük etken erkek egemen bakışın hâkimiyeti. Bu bakış kadını aile içindeki geleneksel rolüne hapsetmekte ya da dönüştürme çabalarına duyarsız kılmaktadır." (TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Radikal, 8 Mart 2011)
Bu replik, Batı merkezli olarak formüle edilmiş resmî görüştür, şirretliği feminizm diline çevirmiş mütecaviz birinden duyabileceğiniz gibi, daha rafine versiyonuyla Etyen Mahçupyan'dan da okuyabilirsiniz. Söz konusu replik "gelişmişliğin ölçütü" olarak küresel resmî ideoloji/emredici ve dönüştürücü politika olarak bütün dünyaya, ama öncelikle İslam toplumlarına empoze edilmektedir. Bugün NATO'nun Afganistan'da ve Pakistan'da giriştiği sivil katliamların neredeyse elde kalan tek gerekçesi "Afgan kadının özgürleştirilmesi"dir. BM Kalkınma Örgütü, bu çerçevede "Cinsiyet Eşitliği Endeksi"ne bakarak ülkeleri sorguya çekmektedir. Mesela hâlâ Türkiye "hayli geri" sıralarda duruyor. 1990-2000 yılları arasında kadınların işgücüne katılımı yüzde 17 iken, 2010'da yüzde 24'e çıkmış. Şu anda 6,5 milyon kadın çalışıyor. Ama 'yeterli' sayılmıyor.
12 Eylül referandumundan beri önemli adımlar atıldı. Şimdi sürece Diyanet katılıyor. Umarım üst üste gelen girişimlerin hedefi, kadının evden "önce camiye, sonra piyasaya çıkması"nın önündeki engelleri "din içinden meşruiyet bularak" kaldırmak değildir. Batı'nın aslında kendine özgü olan değerlerini "evrensel gelişme endeksleri" olarak dünyaya dayatması, ortalama Müslüman tarafından dinî meşruiyet çerçevesinde ruhen ve zihnen içselleştirilmedikçe kabul mümkün olmaz. Bu çerçevede Kur'an ve Sünnet'teki hükümleri ya tarihsel okumaya tabi tutmalı veya hükümleri yeni bir tefsir ve teville "gelişme endekslerine uyumlu hale" getirmeli. Sempozyuma katılanların bunun esaslı bir kritiğini yapmalarını diliyorum.

03 Aralık 2011

 

Seferberlik


Ali BULAÇ

Perşembe günü, "kadının evden iş piyasasına çıkarılması için başlatılan seferberliği" yazmıştım. Konuya devam ediyoruz.

Bilindiği üzere İŞKUR, 2015 yılının sonuna kadar işe yerleştirdiklerinin yüzde 35'ini kadınların oluşturacağına ilişkin bir karar aldı. Buna göre iş sahibi olacak 3 kişiden 1'i kadın olacak. Karar ilk sonuçlarını verdi: İŞKUR'a kayıtlı işsiz sayısında görece gerileme tespit edilirken yılın ilk 7 ayında işe yerleştirilen kadın sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 85,8 artarken, erkek oranı ise yüzde 68,8 oldu (Zaman, 23 Ekim 2011). Öteden beri kadınların ortalama olarak işgücüne katılımı yüzde 20'ler seviyesinde idi, bu oran yüzde 35'e çıkartılıyor.

Seferberliğe herkes kendince bir şeylerle katılıyor. Ankara Altındağ Belediyesi, ilk defa kadınlara mahsus olmak üzere Şanlıurfa'ya tur düzenledi, uçak masraflarını kendisi üstlendi. Katılım şartı, kadınların Belediyenin Kültür Merkezi'ne kayıtlı olmaları, yanlarına ailelerini almamaları, çocuklarını eşlerine bırakmaları" (Taraf, 19 Eylül 2011).

Kadınların işgücüne katılımını sağlamak için düğmeye basan Çalışma Bakanlığı "Kadın Taksi Şoförü" projesini başlattı. Kadınlar da erkekler gibi gece gündüz taksi şoförlüğü yapacak. Hedefte kadınların TIR şoförlüğü yapmasını sağlayacak düzenlemeler var (Zaman, 24 Eylül 2011, Cumartesi eki). Taksi ve TIR şoförlüğünden sonra şimdi de "Kadın Boya Ustaları" projesine başlandı. Uluslararası sertifikayla eğitilen kadın ustalar, internet üzerinden online başvuru sistemi aracılığıyla müşterilere hizmet verecek. Çalışma Bakanlığı ve Sağlık Araştırmaları ve Sosyal Stratejiler Geliştirme Merkezi çalışmaları hızla sürdürüyorlar. Yeni gündeme giren konu, kadınların erkek kuaförlüğü yapmaları. Birkaç semtte denemelere başlandı.

Daha çarpıcı uygulama Fenerbahçe Futbol Kulübü'nün cezalı olduğu maçlara kadınların bedava seyirci olarak alınmaları oldu. 20 Eylül 2011 günü Saracoğlu Stadı kadınlarla doldu taştı. Arkasından başka bir karar geldi. Buna göre Futbol Federasyonu, kadınlar ve 16 yaş altı çocukların maçlara ücretsiz girmelerini sağlayan projeyi ekim ayında başlattı. Bilet paraları devlet tarafından sene sonunda kulüplere ödenecek (Zaman, 1 Ekim 2011).

Tabii ki Brüksel bütün bu icraatlarla yakından ilgileniyor. Nitekim Türk kadınının girişimcilik konusu ve karşılaştığı sorunlar, "AB'nin Geleceğinde Türkiye'deki Kadın Girişimciliğinin Geliştirilmesine Yönelik Faaliyetlerin Önemi" genel başlığı altında AB'nin başkenti Brüksel'de masaya yatırılacak. Toplantıda özellikle 170 bin kadın girişimciyi barındıran TESK'in AB tarafından desteklenen iki projesinin uygulama sonuçları ele alınacak.

Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ulrich Zachau, "Türkiye'de hâlâ toplumsal cinsiyet anlamında, özellikle ekonomik fırsatlara erişim konusunda ciddi uçurumlar var. Çalışma yaşındaki kadınların yalnızca dörtte biri istihdam alanında. Kadınlar için daha fazla ve nitelikli iş yaratmak gerekir. Hükümet, önümüzdeki dönemde hazırlanan istihdam stratejisinde kadınların istihdamına odaklanacak, 'Dünya Bankası' olarak biz de bu girişimleri destekliyoruz." diyor.

Bütün bunların bir anlamı olmalı. Bugün yazarı sosyal politika uzmanı Sadettin Orhan, şu tespiti yapıyor: Kadınların işgücüne katılımını artırma konusunda maalesef AB'deki teşvik politikaları örnek gösteriliyor. Ancak aynı AB'nin -ironik olarak- nüfus artış hızının eksiye dönmesi ve kadınların doğurganlıklarındaki azalma sebebiyle; doğurganlığı teşvik eden, ücretli ebeveyn (özellikle anneler için) izni gibi teşvik unsurları görmezden geliniyor. Yani AB bir yandan kadına "çalış" derken, diğer yandan çalışma hayatındaki kadına "doğurursan ve bunun için kariyerinden fedakârlık yaparsan seni ömür boyu beslerim" diyor. Ancak bir kere 'Ev'den çıkarılan kadın, çok cazip teşviklere rağmen doğurmaya ve 'Ev'e dönmeye razı olamıyor. Diğer taraftan aynı AB, kendi yaşadığı açmazlara rağmen, her yıl düzenlediği 'İlerleme Raporu'nda, Türkiye'de kadınların işgücüne katılımının yetersiz olduğuna vurgu yapıyor. Bizimkiler bunu yuttuğu gibi, millete de yutturmaya çalışıyor.


Fakihlere ve dindarlara sorular


Ali BULAÇ

İstanbul Müftüsü Sayın Rahmi Yaran, bana bir açıklama gönderme lüzumunu hissetmiş. Şu hususları özellikle vurguluyor:

"3.12.2011 tarihli yazınızda şahsıma atfen 'mümkün olsa kadınlarla erkekler yan yana namaz kılsın' dediğimi yazmışsınız. Öncelikle benim böyle bir cümle kurmadığımı bilmenizi isterim. Kadınların özellikle bayram namazına gelmelerini, bunun için yer hazırlanmasını önemsiyorum. Sebebi de Hz. Peygamber'in (sas) bunu önemsemesi ve onun zamanında ay halindeki kadınların bile bayram namazının kılındığı alana gelmeleri, namaz kılmasalar da hutbeyi dinledikleri gerçeğidir. Bu konuda hayli rivayet mevcuttur. Bunlardan Buhari ve Müslim'dekileri ekte sunuyorum. Benim söylediğim; bu namaza erkekler yanında kadınların da gelmeleri, namazı beraber kılıp, hutbeyi birlikte dinlemeleri ve bayram heyecanının herkesçe yaşanmasıdır. Bunu söylerken kadınların da bulunduğu bir namazda saf düzeni ile ilgili olarak fıkıh kitaplarımızda var olan esasları dışlamak gibi bir düşüncem asla olamaz... Namazın beraber kılınmasından kastımın ihtilat olmadığını ayrıca ifade etme ihtiyacı duydum."

Hocamıza yeni görevinde başarılar dilerim. Yazmadan önce ona ulaşmaya çalıştım, başaramadım. Buna rağmen medyada yer alan haberlerden hareketle ona atıfta bulunmam mazeret teşkil etmez, bunu da kendilerine belirttim.

Buhari'de yer alan bir hadiste daha çarpıcı ifade var. Bilal bin Abdullah, mescitlere gitmek isteyen kadınlara engel olmak isteyince Abdullah bin Ömer, ona Hz. Peygamber'in "Birinizin hanımı mescide gitmek için izin isterse, ona mani olmayın." emrini hatırlatır. Ebu Davud'un rivayetinde "Kadınlarınızın mescide gitmelerine engel olmayın; ama evleri onlar için daha hayırlıdır." kaydı vardır. Sonraki dönemlerde -ki pek erken bir dönem olması gerekir- Hz. Aişe (ra) "Hz. Peygamber, kadınların bugün neler yaptıklarını görseydi, mescide gitmelerine engel olurdu." demiştir. (İbnü'l Esir el Cezeri, Camiu'l usul, Cilt. XVIII, s. 151)
Kadınların "cenazenin teşyiine katılmaları"yla ilgili Ümmü Atıyye dedi ki: "Biz kadınlar cenazenin arkasından gitmekten men edildik, ama bize bu konuda kesin bir yasak da konulmadı." (Buhari, Cenaiz, 30; Age, XVII, 767)
Aslında kadınların cuma, bayram ve cenaze namazlarına katılmasını engelleyen amir hükümler yok, özel bir teşvik de yok. Yerine göre kadınlar "hayrın bolca işlendiği meclislere, toplantılara" katılabilirler: "Ümmü Atıyye, Hz. Peygamber (sas)'in şöyle buyurduğunu söylüyor: "Genç kızlar, evlenmemiş kızlar ve hayızlı kadınlar dışarı çıkıp hayrın bulunduğu meclislere katılsınlar ve Müslümanların dualarına iştirak etsinler. Yalnız hayızlı kadınlar namazgâhtan uzak dursunlar." (Buhari, Hac, 80) Ala kaderi'l imkân kadınlar arzu ederlerse söz konusu namazlara katılırlar. Şu var ki icma ile söz konusu namazlar kadınlara farz değildir, bu konuda Sünni-Şii, Zeydi-İbadi İslam mezhepleri arasında herhangi görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Tarihte bütün Müslüman toplumların takip ettiği örf şöyle teşekkül etmiştir: Kadınlara cami yolu açıktır, ancak cami merkezli ibadetler farz değildir; zira "ev daha hayırlıdır". Şimdi Diyanet, bu örfü değiştirmeye, en azından kadınları kendilerine farz olmayan cami merkezli ibadetlere katılmaya teşvik ediyor. Burada karşımıza önemli sorular çıkıyor:
a) İslam bilginlerinin icmaı ve ümmetin örfü acaba yanlış olarak dinin özüne aykırı olarak mı teşekkül etti ki, bugün onu değiştirmeye kalkışıyoruz?

b) Ümmetin örfü "erkek-egemen içtihat ve tatbikatlar(?)"ın mı, yoksa "İslam'ın ev ve aile tasavvuru"nun mu ürünüdür?

c) 15 asırlık ittifak ve tatbikatı değiştirme lüzumunun "nass merkezli delili" nedir?
d) Bu etkinlikler çerçevesinde camileri yeni düzenlemelere tabi tutarken, rol oynayan asıl saik nedir? Dinin bugüne kadar icra edilmemiş bir hükmünü veya ibadetini ihya etmek mi, yoksa "küresel piyasa"nın ve genel olarak kadını evin dışına çıkartmayı hedeflemiş "devlet politikaları" mı? Bu karar ve icraatların küresel ölçeklerde yürütülen program ve projelerden kopuk olduğunu düşünebilir miyiz?

e) Laik devletin resmî kurumu olan Diyanet'in Müslümanların örfünü değiştirmeye hakkı ve yetkisi var mı? 

Pozitif ayrımcılık

Ali BULAÇ

Toplumsal bazı kesimlerin diğerlerine karşı kamunun adalet duygularını zedeleyecek ve toplumsal sürekliliği bozacak şekilde mağdur olmaları halinde, devletin söz konusu kesimleri -bunlar ya mağdur veya zayıf olabilir- takviye etmek üzere bazı düzenlemelerde bulunması gereklidir.
Devletin görevi, bütün kesimler arasında tam "eşitlik" sağlamak değil, "farklılıkları koruyarak adaleti tesis etmek"tir. Kamunun imkânlarından yararlanmak, gelir bölüşümünde ortaya çıkan adaletsizlikleri sağlamak bu türden düzenlemeleri gerektirir.
Söz konusu hukuki düzenlemeleri toplumun kendisinin takdir etmesi gerekir. Bunun yolu neyin nerede ve hangi kapsamda aksadığını toplumsal grupların kendi aralarında müzakere ederek tespit etmeleriyle mümkündür. Biz, 200 senedir, kendi sorunlarımız üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakarak Batı'dan bize empoze edilen reformları yasalaştırmak ve uygulamakla meşgulüz. Kendi aklımızı tatile çıkardığımız için, başkasının aklıyla yaşıyoruz.
Son anayasa değişikliğinde, yeterince müzakere ve muhasebesi yapılmadan "pozitif ayrımcılığı" öngören bir madde geçti. Buna göre Anayasa'nın "kanun önünde eşitlik" başlıklı maddesinde yer alan "kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir" fıkrasına "Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz" ifadesi eklenmiş oluyor. Kısaca Anayasa, "kadın ve erkekleri eşit" sayıyor olsa bile, kadınlara bazı ilave avantaj ve imtiyazların tanınması halinde, bunlar "eşitlik ilkesi"ne aykırı sayılmayacak.
Varlık yapıları itibarıyla erkek ve kadınları eşitleştirmeye kalkışmak, varlığın asli ve ahlaki düzenine aykırı bir girişimdir. Söz konusu eşitleştirmeyi hayata geçirmiş bulunan Batılı toplumlar, yavaş yavaş bunun acı sonuçlarını üç alanda tatmaya başlamaktadırlar: 1) Erkek ve kadın arasındaki "merhamet ve şefkat"in kalkmasıyla yok olan "sevgi ve aşk"; 2) Birer eşit özne olarak toplumsal hayata çıkan kadının evle ve annelikle ilişkisinin kesilmesiyle nüfusta meydana gelen gerileme; 3) Bunun sonucunda eşcinselliğin yaygınlaşıp toplumsal hayat alanlarının eşcinsellerin eline geçmeye başlaması. Bundan erkek yanında, asıl büyük zararı kadın görmektedir.
Bizim gibi toplumlara "erkek-kadın eşitlik" ilkesini ve "pozitif ayrımcılığı" empoze edenler, bununla kendileri gibi toplumsal çözülmeye uğrayacağımızı biliyorlar. Biz de derin bir biçimde çözülüyoruz. Bu sürecin bizi nereye götüreceğini anlamak için verili toplumlara bakmak yeterlidir.
Bizim siyasilerimizin eline tutuşturulan reform paketleri tercihimize bırakılmış değildir. Bu reformlara itiraz etmeye kalkışan bir siyasi hareket sahnede kalamaz; anında "radikal İslam" yaftasını alır; Batılı medyanın eşliğinde mahkemeler harekete geçer ve silinir.
Fakat bir de içeride bu işin takipçileri yüzlerce dernek, vakıf ve STK vardır. Kadın hareketleri ve güçlü lobiler bu işin sıkı takipçileridir. Laik veya muhafazakâr-dindar yüzlerce ve binlerce kadın, sadece bu iş üzerinden para, şöhret, statü ve avantaj sağlamaktadır. AB ve ABD kaynaklı fonlar, bu STK'lara, dernek ve kuruluşlara cömertçe paralar pompalıyorlar.
Kadın ve erkek arasındaki farkın mutlak değil, görece olduğunu biliyoruz. Görece fark korunduğu sürece nesil devam eder. Aynı zamanda idari, politik ve ekonomik sistem, yani sosyal hayat da ehliyet ve liyakat sahibi kimselerce sürdürülür. Elbette bazı erkeklerden çok daha liyakat ve ehliyet sahibi kadınlar vardır ve bunlar kendi tercihlerine göre bir yerde görev almayı hak etmektedirler. Ama bu düzenleme başka bir şey: Düşünün, bir göreve sadece "kadın" olduğu için birini getirdiğinizde -bizim kadın profesörümüz, kadın milletvekilimiz, kadın bakanımız, kadın genel müdürümüz, kadın askerimiz var demek için- ehliyet ve liyakat kalkar, görev ve statüler cinsiyete göre dağıtılmış olur. Eğitimden bürokrasiye, askeriyeden siyasete kadar liyakatsiz ve ehliyetsiz kadınların yönettiği bir toplum halini alırız. Pozitif ayrımcılık, bizi kalitesiz toplumlar seviyesinde tutmanın başka yöntemidir.?  
a.bulac@zaman.com.tr 

28 Nisan 2010, Çarşamba


Kadın istihdamı

Ali BULAÇ

Tür olarak biz insanlar "tek bir nefisten (Nefs-i vahide)" yaratıldığımıza göre (4/Nisa, 1), kadın erkeğin öteki benidir.
Varoluşumuzu sürdürdüğümüz hayat alanlarının yarısı onun denetiminde ve etkinliği altındadır.
Erkek-kadın ilişkisi, kadının toplumsal hayattaki rolü konularında beşeriyetin kadim örfü şu önermelere dayanır: Kadın-merkezli bir ev düzeninde annelik, tarihte alternatifi olmayan ailenin, dolayısıyla türümüzün devamını sağlar. Beşeriyetin üzerinde icma ettiği bu örften ilk defa "modern batı" temel bir sapma gösterdi ve saldırgan bir tutumla modern bid'atları kadim örflerin yerine ikame etti. Bugünkü kadın, ev ve aile algımız modernliğin tahrif ve suistimal ettiği sahte bir algıya dayanır:
Ev kadının hapishanesi değil, toplumsal hayatla ilişkilerinde kendisi, eşi, çocukları ve korunmaya muhtaç yaşlılar için sıcak bir yuva, yani bir karargâhtır. Allah'ın rahmet, şefkat, sevgi, rububiyet, hafiz, settar gibi isim ve sıfatları "ev"de tecelli eder. Ev meskendir, her fert sükun, huzur ve mutluluğu bu mekânda bulur. Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın yuvayı bıraktı mı, ne ev kalır ne insanın (kadın ve erkek) sükun ve huzuru.
Mantıki olarak şöyle düşünmemiz gerekmez mi? Evinde oturup fıtratına uygun yaşayan bir kadının para kazanma kaygısından, ölümcül rekabetin sürdüğü iş piyasasından uzak olması; ihtiyaçlarının, güvenlik ve meşru arzularının kendisini seven bir erkek tarafından karşılanması bir nimet değil mi? Bir kadının helal yoldan para kazanan öteki beni, yani erkek/eşi tarafından geçiminin üstlenilmesi onun rahatına değil mi? Küçük yaştaki çocuğu sabahın erken saatinde kreşe yetiştirmeye çalışan, akşama kadar müşterilerle, kendini bilir bilmez insanlarla boğuşan, saatlerce trafiğe takılan, alelacele kendini eve atıp yemek yetiştirmeye çalışan bir kadın mı daha avantajlı, yoksa yavrusu kucağında büyüyen, evini geniş vakitte düzene koyup, kalan bol zamanda hayır faaliyetlerine katılan, medeni-sivil etkinliklere katılan kadın mı? Çalışan kadın da evdeki kadın da aynı ev işini yapıyor. Ama çalışan kadının yükü iki kat.
Tabii ki hin-i hacette, kadın çalışsın; fıtri ilgilerine ve tabii yeteneklerine göre çeşitli alanlarda üretime katılsın, para kazansın. Ama bu "arızi" olmalı. "Zaruret" halinde kadın iki sorumluluğu üstlensin.
Böyle bir kombinezonda işsizlik asgariye iner. Eve daha çok para girer, refah seviyesi artar. Ekim-2009 itibariyle Türkiye'de kadın memur sayısı yüzde 12 idi. Genel bütçeli kuruluşlar ve KİT'lerde 1 milyon 565 bin 108 memurun 1/3'ü kadındı. Erkek memur sayısı: 1 milyon 52 bin 187; kadın memur: 512 bin 921. TÜİK'in 2008 verilerine göre, çalışan sigortalı işçilerin 6 milyon 603 bini erkek, 1 milyon 901 bini kadındı.
Batı destekli kadın örgütleri ise kadının tam ve eşit katılımıyla ekonomik ve sosyal politikaların toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele ediyorlar. Kadın istihdamını artırmayı istihdam politikalarının ana bileşeni haline getirmek istiyorlar. Bir bölümü açıkça, kadınların üzerindeki çocuk, hasta, yaşlı bakımı gibi hizmetlerin, erkeklerin de eşit şekilde üstlenmeleri gereken toplumsal bir sorumluluk olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyorlar ve bir feminist kadının deyimiyle ancak bu şekilde "kadınları evden kurtarmak mümkün olacak" diyorlar.
Genel ve yaygın bir politika olarak kadının iktisadi hayata, yani iş piyasasına katılması ile "arızi", yani ihtiyaca binaen ve gerektiği kadar katılması arasında esaslı fark var. Arızilik prensibi kabul edildiğinde, işsizlik sorunu büyük ölçüde azalır. Bu kadınların rahatlaması, başka tedbirler yanında kadının evi sükun ve huzur yuvası haline getirmesi ve sivil-medeni hayata aktif özne olarak katılıp toplumsal hayatı ahlaki, kültürel ve sosyal olarak güçlendirmesi anlamına gelecektir. Maddi ve iktisadi hayatın etkin öznesi erkek, sivil ve medeni hayatın etkin öznesi kadın olmalıdır. Eşitlik ve pozitif ayrımcılık, kadının ve erkeğin fıtratı yanında hayatın asli dokusunu tahrip etmektedir..  
a.bulac@zaman.com.tr 

01 Mayıs 2010, Cumartesi


Piyasa'nın ihtiyacı!

Ali BULAÇ

Türümüzün cinsiyet, sosyal ve tarihsel zeminde nasıl bir değişimden geçtiğini anlayabilmek için şu soru üzerinde yoğunlaşmamız lazım:
İnsanoğlu, Adem'den bu yana binlerce sene -marjinal ve istisnai örnekler hariç- "kadın merkezli ev ve ev merkezli bir beşeri/toplumsal hayat" sürdürürken, ne oldu da şimdi kadın iki ayağıyla evi terk ediyor, ev de modern kentin kenarına itiliyor?
Sosyal olarak kadın ve erkeğin birlikte oluşturduğu aile modeli değişiyor. Tarihsel olarak "eril olan"ın geri çekilip "dişil olan"ın baskın hale geldiği bir sürece giriyoruz. Cinsiyet yönünden erkek erkek, kadın kadın olmaktan çıkıp erkek kadınlaşıyor, kadın erkekleşiyor ve bu cinsiyet dönüşümünden giderek "üçüncü cins" teşekkül ediyor. Önce kadınlar berbere (kuaför) gitmeye, pantolon giymeye, sonra erkekler küpe takmaya ve metroseksüelliğe özenmeye başladı.
Fritjof Capra, her üç bin senede bir vuku bulan radikal bir değişim yaşadığımızı söylüyor ki, bunun üç belirtisi var: Yerine ikame edilemez fosil yataklarının tükenmesi, dişil olan eril olanın önüne geçmesi, köklü bir paradigma değişimi yaşanması.
Capra'nın derin sezgisel ve entelektüel tespitlerine katılabiliriz; ama insanı aşan bir kadercilik, tarihten ve toplumdan kaynaklanan bir cebriyecilik yoktur. (Bunu 23, 30 Nisan ve 2 Mayıs 2011 tarihli yazılarda göstermeye çalıştık.) İnsan, şu veya bu şartlarda Allah'ın onu eşref-i mahlukat makamına çıkaran iradi gücünü kendisi dışındaki etkileyici faktörlere, güç ve durumlara terk edecek olursa, müdahil olmadığı bir değişime maruz kalır. Bir kere bu yönde bir değişim başladı mı, bunun nereye varacağını artık kendisi kestiremez, İlahi yasalar devreye girer. Sıcak ortamda bırakılan bir et parçası kokuşur, kurtlanır, artık o bir önceki halinde değildir. Şimdi erkek kadınlaşıyor, kadın erkekleşiyor. Bu burada durmayacak, bundan başka bir şey çıkacaktır.
Kadın ve erkeği böylesine bir değişime maruz bırakan görünür/yüzeydeki faktör dinden ve ahlaki normların denetiminden arındırılmış küresel kapitalizmin yücelttiği "piyasa"dır. Bunun gerisinde başka faktörler vardır ve asıl o köklere inmek lazım: Eşref-i mahlukat olarak yaratılan insana karşı kurulacak komplolardan biri "fıtratın değişikliğe uğratılacağı" tehdidi idi; şimdi bu oluyor. Ancak gözlemlenebilir zeminde her şey "piyasa" adını verdiğimiz dolaşımda ve evrende cereyan ediyor.
Basit bir örnek verelim: Geleneksel toplumda ne doğum günü, ne yılbaşı, ne sevgililer günü, ne anneler veya babalar günü vardı. Sevgili, yeni yıl, doğum, anne ve baba referanslarıyla icad edilen bugünler şimdi, seküler metafizik argümanlar, yüceltici söylemler desteğinde modern insanın hayatının olmazsa olmaz "kutlama günleri" haline getiriliyor. Hıristiyansanız 'Hz. İsa', pagansanız 'Noel Baba', laikçiyseniz 'sevdiklerinizi hatırlayacağınız gün' referansınızdır. Müslümansanız 'Canım, dinimizde yok, ama ne zararı var!' türünden masum itirazlarla içselleştirirsiniz. Bir süre sonra bugünler zorunlu kutlamalar haline gelir, zaman içinde herkesi içine alan ritüellere ve seremonilere dönüşür, böylece modern gelenekler seviyesine çıkınca baskı unsuruna dönüşürler. Aslında sizi bu günleri kutlamaya teşvik eden 'piyasa'dan başkası değildir. Bu günler kutlandıkça piyasa aygır gibi "gelişir, büyür, üretim ve tüketim hacmi" artar. Zaten piyasa ideolojisinin merkezî kavramı "büyüme" değil mi? Büyüme için de "dizginsiz tüketim" gerekir, tüketim için de türlü-çeşitli vesileler, bahaneler, seküler kutsallıklar, profan metafizik süblimasyonlara ihtiyaç var. Bu günlerde hediye alıp tüketim sürecine, yani seküler ritüellere katılmadığınızda kendinizi eksik, dışlanmış hissedersiniz.
Bu sene "Anneler gününde alışverişlerde rekor kırıldı. Kredi kartları üzerinden 790 milyon, sevgililer gününde 713 milyon liralık harcama yapıldı." (Zaman, 12 Mayıs 2011) Piyasa'nın bunun için modern hurafeler, sahte kutsallıklar, zorunlu kutlamalar icad etmeye ihtiyacı vardır; tıpkı kadını iki ayağıyla evin dışına çıkarıp evi kentin kenarına itmeye ihtiyacı olduğu gibi.
a.bulac@zaman.com.tr 

16 Mayıs 2011, Pazartesi


T.C. KADININ STATÜSÜ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Birleşmiş Milletler II. Dünya Savaşının ardından XX. yüzyılın ilk yarısında yaşanan ve insanlığa büyük acılar getiren savaşların ve barışa karşı tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulmuştur.

Birleşmiş Milletler Yasası, 26 Haziran 1945 yılında aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 50 ülke tarafından imzalanmış ve bu ülkeler kurucu üye olmuşlardır. BM Yasasında öngörüldüğü üzere, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi de dahil BM'nin diğer üye devletlerinin çoğunluğunun BM kurucu belgesinin onay işlemlerini tamamlamasıyla 24 Ekim 1945 tarihinde resmen kurulmuştur.

2010 yılı Kasım ayı itibariyle üye devlet sayısı 192'dir.

Evrensel niteliği ile uluslararası toplumun ortak iradesini en geniş şekilde ortaya koyabileceği tek kuruluş olan ve sosyal kalkınma, kadının rolü, sürdürülebilir kalkınma, çevre, gıda, sağlık, doğal kaynaklar gibi meselelere çözüm üretmek için çaba gösteren Birleşmiş Milletlerin çatışmaların önlenmesi, yoksullukla mücadele, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin giderilmesi, refahın arttırılması ve yaygınlaştırılması amacıyla yürüttüğü faaliyetlerin sonuna kadar desteklenmesi, büyük-küçük bütün üye ülkelerin Birleşmiş Milletler Yasasının öngördüğü ilke ve yöntemleri tümüyle ve samimi olarak benimsemeleri, Birleşmiş Milletler kararlarına tam olarak uymaları insanlığın geleceği açısından hepimize düşen bir yükümlülük ve zorunluluktur.

Birleşmiş Milletler (BM) Teşkilatı, kuruluşundan itibaren kadın konusu ile de yakından ilgilenmiştir. 1945 yılında kabul edilen ilk uluslararası yasal doküman olan "İnsan Hakları Bildirgesi" kadın-erkek eşitliği prensibinin uluslararası planda kabulünün BM tarafından ilanı anlamını taşımaktadır. 1946 yılında BM içinde Kadının Statüsü Komisyonu kurulması ve bugüne kadar BM tarafından dört defa Dünya Kadın Konferansı düzenlenmesi de bu ilginin göstergesidir.

1975 yılı Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Kadın yılı olarak belirlenmiştir. Aynı yıl ilk Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansı Mexico City’de gerçekleştirilmiş olup, Konferansta toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam olarak sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi, kadının kalkınmaya katılımı ve entegrasyonu, dünya barışının sağlamlaştırılmasına kadınların katkısının artırılması konuları üzerinde durulmuştur.

1976-1985 yılları arası “Kadın On yılı” olarak ilan edilmiş olup, 1980 yılında Kopenhag’da düzenlenen II. Dünya Kadın Konferansı ilk beş yılda kaydedilen aşamayı değerlendirmek amacını taşımıştır.
15-26 Temmuz 1985 tarihlerinde Nairobi’de Kadın İçin Eşitlik, Kalkınma ve Barış konularında Birleşmiş Milletler Kadın On Yılının Başarılarının Gözden Geçirilmesi ve Değerlendirilmesi Dünya Konferansı gerçekleştirilmiş ve 157 ülkenin resmen temsil edildiği, pek çok hükümetler arası organizasyon ve kuruluşun katıldığı Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye Dönük Stratejileri” kabul edilmiştir.

Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey’in kararıyla bir taahhütler konferansı olarak planlanan IV. Dünya Kadın Konferansı 4-15 Eylül 1995 tarihleri arasında Çin/Pekin’de gerçekleştirilmiştir. 189 ülke temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen Konferansın sonucunda Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu isimli iki belge kabul edilmiştir. Konferansa geniş bir heyetle katılan Türkiye, her iki belgeyi de hiçbir çekince koymadan kabul etmiştir. Pekin Deklarasyonu, hükümetleri kadının güçlendirilmesi ve ilerlemesi, kadın-erkek eşitliğinin artırılması ve toplumsal cinsiyet perspektifinin politika ve programlara yerleştirilmesi konularında yükümlü kılmakta ve Eylem Platformunun hayata geçirilmesini öngörmektedir. Eylem Platformu ise kadının güçlendirilmesinin gündemi olarak tanımlanmaktadır. Kadının özel ve kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve politik karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ifade etmektedir.

Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)

1975 yılında Mexico-City'de gerçekleştirilen BM Birinci Dünya Kadın Konferansı ile ivme kazanan, kadının statüsünün yükseltilmesine yönelik uluslararası çabaların sonucu olarak, BM Genel Kurulu tarafından 1979 yılında kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) 1 Mart 1980 tarihinde BM üyesi ülkelerin imzasına açılmıştır. Sözleşme, 1981 yılında 20 ülkenin onayını takiben yürürlüğe girmiştir. Türkiye anılan Sözleşme'yi 1985 yılında imzalamış ve CEDAW Sözleşmesi ülkemiz açısından 19 Ocak 1986'da yürürlüğe girmiştir. Arasında Türkiye'nin de bulunduğu sözleşmeye taraf ülke sayısı 2010 yılı Kasım ayı itibariyle 186’dır.

CEDAW Sözleşmesinin temel hedefi, toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, kalıplaşmış kadın-erkek rollerine dayalı önyargıların yanı sıra geleneksel ve benzer tüm ayrımcılık içeren uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Sözleşme kadınlara karşı ayrımcılığı önlemek için var olan tek yasal ve bağlayıcı dokümandır.

Türkiye Türk Medeni Kanununun evlilik ve aile ilişkilerini düzenleyen kimi hükümlerinin Sözleşme ile çelişmesi nedeniyle bazı çekincelerle Sözleşmeye taraf olmuştur. Ancak kadın erkek eşitliğinin sağlanması doğrultusunda yürütülen yasal değişiklik çalışmaları ve olumlu gelişmeler doğrultusunda çekincelerin kaldırılması konusunda Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulunulmuştur. Söz konusu çekincelerin kaldırılması Başbakanlık ve ilgili kurumlar tarafından da uygun görülmüş ve 20 Eylül 1999 tarihi itibariyle Sözleşmenin esas maddelerine ilişkin çekinceler kaldırılmıştır.

Ayrıca, Türk Vatandaşlık Kanununda yapılan değişiklikler nedeniyle Sözleşmenin 9 uncu maddesine yönelik beyan da 29 Ocak 2008 tarihi itibariyle kaldırılmıştır. Ancak Türkiye’nin, Sözleşmenin 29 uncu maddesine ilişkin beyanı varlığını sürdürmektedir.

CEDAW Sözleşmesi 18.maddesi uyarınca; taraf devletler, Sözleşmenin ülkelerinde yürürlüğe girmesini takip eden bir yıl içinde ilk raporlarını, daha sonrada her dört yılda bir dönemsel ülke raporlarını CEDAW Komitesine sunmak zorundadırlar. Komite, Sözleşmenin 17.maddesi uyarınca kurulmuş olup, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasını denetlemekle görevlendirilmiş olan organdır. Komite, kadınların ilerlemesi ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması konusunda ülkelerin sağladıkları ilerleme ve karşılaşılan engelleri içeren ülke raporlarını görüşmekte ve çeşitli sorular yönelterek ülkenin kadın hakları konusunda ulaşmış olduğu durumu analiz etmekte ve tavsiyelerde bulunmaktadır.
Söz konusu zorunluluk kapsamında Türkiye Komiteye,
  • İlk Raporunu 29 Ocak 1990 tarihinde,
  • İkinci ve Üçüncü Birleştirilmiş Dönemsel Ülke Raporunu 17 Ocak 1997 tarihinde,
  • Dördüncü ve Beşinci Birleştirilmiş Dönemsel Ülke Raporunu 20 Ocak 2005 tarihinde Komite’ye sunmuş ve savunmuştur.
  • Türkiye’nin 6. Dönemsel Ülke Raporu ise 2008 yılı sonunda Komite’ye sunulmuş olup, 21 Temmuz 2010 tarihinde Komite önünde savunulmuştur.  
Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi (CEDAW)
Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi (CEDAW), 1982 yılında bir uzmanlık komitesi olarak kurulmuştur ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen kadın konusunda uzman 23 kişiden oluşmaktadır.

Komite, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesine taraf olan ülkelerdeki kadınlara ilişkin var olan durumu ve gerçekleştirdikleri gelişmeleri izlemektedir. Taraf ülkeler, Sözleşmeyi onaylama ve kabul etmelerinin ardından ülkelerinde kadınlara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılmasının önündeki engelleri ve sorunları belirlemekte, Komite, bu engellere ilişkin alınan ulusal önlemleri ve uygulamaları gözden geçirmekte ve gelişmeleri izlemektedir.

Taraf devletler tarafından hazırlanan ulusal raporları gözden geçiren Komitede ayrıca, kadının statüsünü geliştirmeye yönelik olarak alınan ulusal tedbirleri ve eylemleri kapsayan raporlar hükümet temsilcileri tarafından sözlü olarak yapılmaktadır. Bu sunumun ardından Komitenin uzmanları ulusal rapora dönük yorumlarda bulunarak ek bilgiler talep etmektedirler. Bu prosedür çeşitli ülkelerdeki anti-ayrımcılık politikalarını analiz etmeye ve bilgi alışverişine olanak sağlamaktadır.

Komite aynı zamanda üye ülkelerin daha fazla çaba sarf etmeleri gerektiğine inandığı konularda o ülkeye önerilerde bulunmaktadır. Örneğin Komite, 1989 yılında gerçekleştirilen toplantıda bütün ülkelerden kadına karşı şiddet konusunda bilgi istemiş, 1992 yılında ise Genel Öneri 19’u kabul etmiştir. Genel Öneri 19 ile ulusal raporlarda kadına karşı şiddet konusunda istatistiksel veriler bulunmasını, şiddet kurbanlarına yönelik sunulan hizmetler, cinsel şiddet, aile ve işyerinde cinsel taciz gibi kadınların her gün yaşadıkları şiddetten korumak için alınan yasal ve diğer önlemler hakkında bilgi verilmesi talep edilmektedir.

CEDAW Komitesin 23 üyesi, üye ülkeler tarafından Sözleşmede yer alan alanlarda çalışan ve deneyimi olan adaylardan seçilmektedir. Bu seçim, çeşitli coğrafi bölgelerden eşit olarak yapılmaktadır. Komite yönetimi, başkan, 3 başkan yardımcısı ve bir raportörden oluşmaktadır. BM Sekretaryası ile çok yakın çalışan Başkan, tartışmalar, karar alma süreci, ülke sunumları, tavsiyeler dokümanların hazırlığı da dâhil olmak üzere tüm prosedürün sorumluluğunu taşımaktadır. Bunun yanı sıra ilgili tüm faaliyetlerde (uluslararası toplantılar, hükümetler arası toplantılar, Genel Kurula öneride bulunma) Komiteyi temsil etmektedir.

Türkiye’den Sayın Gül AYKOR 1993-1996 yılları arasında Komite’de uzmanlık yapmıştır. Sayın Prof. Dr. Ayşe Feride ACAR 1997-2004 yılları arasında Komite üyeliği, 2003-2004 yılları arasında da Komite’ye Başkanlık yapmıştır. Sayın ACAR, 2010 yılında yapılan seçimlerde tekrar üye olarak seçilmiş olup, 2011 yılından itibaren görevine başlayacaktır.

Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi İhtiyari Protokolü

Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW) ilişkin olarak hazırlanan İhtiyari Protokol Birleşmiş Milletlerin 6 Ekim 1999 tarihli 54. Genel Kurulunda kabul edilmiş ve CEDAW Sözleşmesine imza koyan ülkelerin katılım ve onayına sunulmuştur. Kasım 2007 tarihi itibariyle 90 Devlet Protokolü onaylayarak taraf olmuştur.

Türkiye başından beri olumlu baktığı ve hazırlık çalışmalarında destekleyici rol oynadığı Protokolü 8 Eylül 2000 tarihinde imzalamış ve 30 Temmuz 2002 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde onaylanarak Protokole taraf olmuştur. Protokol ülkemizde 29 Ocak 2003 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir.

İhtiyari Protokolü onaylayan ülkeler, Sözleşmenin uygulanmasını denetlemekle yükümlü CEDAW Komitesine Sözleşmenin tanıdığı hakların ihlali konusunda bireylerce veya gruplarca veya onların rızası ile onlar adına yapılan şikâyetleri kabul etme ve inceleme yetkisini tanımışlardır. CEDAW Komitesi inceleme sonucunda ihlal ile suçlanan ülkeyi, gerekli önlemleri almaya ve şikâyette bulunan birey veya grupların haklarına zarar vermekten imtina etmeye çağırabilmektedir. Protokol CEDAW kapsamındaki hakların ihlali halinde bildirim usulü ile; ağır veya sistematik ihlal hallerinde ise Komite tarafından soruşturma başlatılması usulünü öngörmektedir. İhtiyari Protokol taraf devletlere imza, katılım veya onay aşamasında soruşturma prosedürünü kabul etmeme hakkı tanımakta olup, 17 nci madde Protokol hükümlerine çekince konulamayacağını öngörmektedir.

Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK)
Birleşmiş Milletler Yasası uyarınca, Birleşmiş Milletler Örgütünün tüm organları arasında ekonomik ve sosyal konularda gereken eşgüdümü sağlamak üzere kurulmuştur ve seçimle göreve gelen 54 üye ülkeden oluşmaktadır. Türkiye'nin de üye olduğu Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK) küresel boyutta uluslararası ekonomik ve sosyal sorunların görüşülmesi için merkezi bir forum niteliğindedir. Bu alanlarda kararlar alıp, üye ülkelere tavsiyelerde bulunan EKOSOK İstatistik, Nüfus, Sosyal Kalkınma, Sürdürülebilir Kalkınma, İnsan Hakları, Kadının Statüsü, Uyuşturucu Maddeler, Enerji, Suçun Önlenmesi ve Ceza Adaleti, İnsan Yerleşimleri gibi Komisyon ve Komiteler halinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü kuruluşundan bu yana EKOSOK'un kadınla ilgili olarak aldığı kararları izlemekte ve tavsiyelerini dikkate almaktadır.

Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonu (KSK)

21 Haziran 1946 yılında 11(II) sayılı EKOSOK kararıyla, EKOSOK'un işlevsel Komisyonlarından biri olarak kurulmuştur. KSK'nın temel amacı, kadın-erkek eşitliği ilkesinin uygulanmasını sağlamaktır. Bu çerçevede KSK, Konseye siyasi, ekonomik, sosyal ve eğitime ilişkin alanlarda kadın haklarının geliştirilmesine yönelik ve kadın hakları alanında acil çözüm gerektiren sorunlar hakkında tavsiyelerde bulunmak ve bu konulara ilişkin rapor hazırlamakla görevlidir.

Birleşmiş Milletler sistemi içerisinde cinsiyet eşitliğini teşvik eden öncül kuruluş olan KSK 1995 yılında gerçekleştirilen Dördüncü Dünya Kadın Konferansının izlenmesi ve Eylem Platformunda yer alan uygulamaların gerçekleştirilmesini düzenli bir şekilde denetlemekle görevlidir.

Komisyon hükümetlerarası (intergovernmental) bir organ olup, dört yıllığına seçilen 45 üye ülkeden oluşmaktadır. Üye ülkeler bölge esasına göre olmak üzere, 13 üye Afrika ülkelerinden, 11 üye Asya ülkelerinden, 4 üye Doğu Avrupa ülkelerinden, 9 üye Latin Amerika, Karayipler ülkelerinden, 8 üye de Batı Avrupa ve diğer ülkelerden seçilmektedir. 1998-2002, 2002-2006 yılları arasında Komisyon’da üye olarak yer alan Türkiye, 2007 yılında da 4 yıllığına yeniden üye olarak seçilmiştir.

BM Kadının Statüsü Komisyonu her yıl Mart ayında 10 günlük bir süre için toplanmaktadır. Bu toplantılar sonucunda ortaya çıkan Sonuç Belgesi ile Komisyon, öncelikli konularını belirlemekte ve ilgili ortaklar için tavsiye kararları almaktadır. 1995 Dördüncü Dünya Konferansından bu yana Komisyon her yıl diğer gündem maddeleri yanında Pekin Eylem Platformu kritik alanlarını gözden geçirmektedir.

Kadının Statüsü Komisyonu:

2002 yılında, “Yoksulluğun ortadan kaldırılması ve küreselleşen dünyada kadınların hayatın tüm dönemlerinde güçlendirilmesi” ve “Çevre yönetimi ve doğal felaketlerle baş etme: toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifi”
2003 yılında, “Kadının yazılı ve görsel medyaya erişimi” ve “Kadının insan hakları”
2004 yılında, “Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında erkeklerin ve erkek çocuklarının Rolü” ve “Çatışmaların önlenmesinde kadınların rolü”
2005 yılında, “Pekin+5 ‘in gözden geçirilmesi” ve “Kadının güçlenmesi ve ilerlemesine yönelik ileriye yönelik stratejiler”
2006 yılında, “Kadının kalkınmaya katılımı (eğitim, sağlık ve istihdam)” ve “Karar alma mekanizmalarında kadın erkek eşitliği”
2007 yılında “Kız çocuklarına karşı her türlü ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesi" ve "Sonuç belgesinin uygulanması sürecinin değerlendirilmesinde erkeklerin ve erkek çocuklarının cinsiyet eşitliğine ulaşmadaki rolü”
2008 yılında “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Finansmanı ve Kadının Güçlendirilmesi" ve “Çatışmaların Önlenmesi, Yönetimi, Çözümlenmesi ve Çatışma Sonrası Barışın İnşası Süreçlerinde Kadınların Eşit Katılımı”
2009 yılında “HIV/AIDS kapsamında bakım verilmesi de dâhil olmak üzere sorumlulukların kadın ve erkek arasında eşit paylaşılması” ve "karar alma süreçlerinin tüm düzeylerine kadınların ve erkeklerin eşit katılımı"
2010 yılında, “Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformunun (1995) ve Genel Kurul’un 23 üncü Özel Oturumu Sonuçlarının Uygulanmasının Gözden Geçirilmesi”
temaları ile toplantılarını gerçekleştirmiştir.
2011 yılında düzenlenecek olan KSK Oturumunun ana teması, “Tam istihdam ve uygun işe eşit erişimleri de dahil, kadınların ve kız çocuklarının eğitim, öğretim, bilim ve teknolojiye erişimleri ve katılımları” olarak belirlenmiştir.

BM Kadın Birimi

2010 yılı Temmuz ayında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Birleşmiş Milletler Kadınların Güçlenmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Birimini kurmuştur. Bu birimin oluşturulması, Birleşmiş Milletler içindeki reform çalışmalarının bir parçasını oluşturmaktadır. Amaç daha etkin sonuç alabilmek için Birleşmiş Milletler kaynaklarının yeniden tahsis edilmesi ve görevlerin yeniden tanımlanmasıdır. “BM Kadın Birimi”, BM’nin toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlendirilmesi alanında faaliyet gösteren 4 organını birleştirmektedir. Bu organlar:
  • Kadınların İlerlemesi Birimi (DAW)
  • Kadınların İlerlemesi İçin Uluslar arası Araştırma ve Eğrim Enstitüsü (INSTRAW)
  • Toplumsal Cinsiyet İşleri ve Kadınların İlerlemesi Özel Danışmanı Ofisi (OSAGI)
  • Birleşmiş Milletler Kadınlar Kalkınma Fonu (UNIFEM)’dir.
BM Kadın Biriminin, Kadının Statüsü Komisyonu gibi hükümetlerarası organları, politikaların, küresel standartların ve normların oluşturulması sürecinde desteklemesi; üye ülkelerin bu standartları uygulamaları için gereksinim duydukları teknik ve finansal desteğin sağlaması, sivil toplum ile işbirliğinin tesis etmesi; BM’nin toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki taahhütlerinin yerine getirilmesi yolunda çalışmalarını sürdürmesi öngörülmektedir.

2011 Ocak ayında aktif hale gelecek olan BM Kadın Birimi, kadınlara ve kız çocuklarına karşı her tülü ayrımcılığın ortadan kaldırılması, kadınların güçlendirilmesi, kadın erkek eşitliğinin gerçekleştirilmesi konularında faaliyet gösterecektir.
http://www.ksgm.gov.tr/uluslararasi_kuruluslarBM.php
 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/23/665/8480.pdf


Girişim Kongresi’nde Joe Biden

Burak COP
ntvmsnbc
Güncelleme: 16:19 TSİ 05 Aralık. 2011 Pazartesi
İSTANBUL - ‘Girişimcilik, Değerler ve Kalkınma: Küresel Gündem’ kongresi hafta sonu İstanbul’da toplandı. Kısaca ‘Girişimcilik Zirvesi’ diye de adlandırılan etkinliğin ilki geçen yıl ABD’de düzenlenmişti, üçüncüsü de gelecek sene Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) gerçekleşecek. Kongre bu üç ülkenin ortak organizasyonu niteliğindeydi, Cumartesi günkü açılış töreninde sahnede her üçünün bayrakları yer alıyordu.
Ameliyat geçirdiği için kongrenin açılış törenine katılamayan Başbakan Erdoğan’ın yokluğunda Türkiye’yi TBMM Başkanı Çiçek ve bakanlardan Çağlayan ve Babacan temsil etti. BAE Ekonomi Bakanı da bu üç ismin yanı sıra bir konuşma yaptı. Ancak elbette ki herkesin gözünün üzerinde olduğu asıl konuşmacı, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’dı.
Biden’ın neler söylediğine ve bunların nasıl bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiğine geçmeden önce, özellikle Arap Baharı sürecinde izledikleri siyasetle ortaklaşan ABD, Türkiye ve Körfez ülkelerinin (ve tabii bunların nüfuzu altındaki, Arap dünyasının büyük kısmının) bu kongrede cisimleşen ekonomik ve siyasi ortaklığına değinmekte yarar var.
 Bahsi geçen sacayağı Arap ülkelerindeki isyanları ve rejim değişikliklerini destekliyor bilindiği gibi. Ve rejimi değişen ülkelerin küresel ekonomik düzene daha iyi eklemlenmesi, küresel ekonomik ve siyasi düzenle daha barışık, uzun lafın kısası daha bir “sistemin parçası” ülkeler haline gelmesi amaçlanıyor.
Bu bağlamda söz gelimi İran’a yakın ve “sistem dışı” bir ülke olan Suriye’de rejimin değişmesine çok önem veriliyor. Kongreye Arap ülkelerinden gelen çok sayıdaki katılımcının arasında, Suriye muhalefetinin sembolü olan eski Suriye bayrağının rozetini taşıyanlar dikkatimi çekti.
İşte Türkiye’nin Arap dünyasına “model” olması tam da bu noktada devreye giriyor. Arap ülkelerinde, özellikle de “Bahar” yaşamış ülkelerde iktidara gelen pek çok ılımlı İslamcı parti Adalet ve Kalkınma Partisi’ne bakıyor. Küresel ekonomik krizden etkilenmemiş ve dünyanın en büyük 17. ekonomisi olan Türkiye’nin bu ülkelerde ekonomik nüfuzu bulunuyor ve Türkiye onları küresel ekonomiye entegre etmek konusunda önemli bir rol oynuyor. Türkiye’nin, Time’daki Erdoğan’la ilgili yazıya dahi konu olmuş televizyon dizileri üzerinden Arap dünyasındaki kültürel nüfuzunu arttırması, Arap turistlerin akın akın Türkiye’ye gelmesi de cabası.
TÜRKİYE’NİN EKONOMİK GÜCÜ VE ARAP BAHARIDolayısıyla, girişimcilik temalı bu uluslararası kongrenin aslında çok güçlü bir siyasi boyutu vardı. Çok sayıda yabancı katılımcı (aralarında Batı ve Doğu Avrupa’dan, Arap dünyasından ve az sayıda olmak üzere Asya ve Afrika’dan gelenler de vardı) Türkiyeli işadamları ve bürokratlarla buluştu. Türkiye’nin “Arap Baharı”na desteği ve Arap ülkelerindeki artan nüfuzuna koşut olarak, zengin Körfez ülkeleriyle beraber bölgenin başat ekonomik gücü olması önem arz ediyor. Tabii ki ABD (ve AB) için de.
Gelelim Joe Biden’ın konuşmasındaki anahtar unsurlara. Biden’ın, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin düzelmesini dilemesi dikkat çekiciydi. Türkiye’nin Arap dünyasında ağabey rolü oynayabilmesi için İsrail’e kafa tutması gerekliliğinin muhakkak ki ABD’liler de farkındadır.
Ama ABD Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan birinin bunu böyle açıkça dile getirmesi düşünülemez, Biden siyaset gereği “bölgedeki iki en önemli müttefikimizin ilişkilerini düzeltmelerini ümit ediyorum” dedi.
Kongrenin teması olan girişimcilik ve bunun siyasi boyutları üzerine söyledikleri, Biden’ın, Arap dünyasındaki Türkiye destekli reform hareketleri ve taleplerine, bu ülkelerin küresel pazarla daha etkin biçimde bütünleşmesi perspektifiyle yaklaştığını gösteriyordu. Girişimcilerle demokrasi ve ifade özgürlüğü arasında bağlantı kuran Biden, girişimciliğin hür bir siyasi atmosfer yaratacağını ve bu atmosferde de inovasyonun gelişeceğini belirtti.
BIDEN: GİRİŞİMCİLİK VE ÖZGÜRLÜK EL ELEDİRABD Başkan Yardımcısı konuşmasında fikirlerin serbestçe dile getirilmesinin ve “farklı düşünmenin” öneminden söz etti. Herkesin aynı şekilde düşündüğü bir yerde ilerleme olamayacağını, insanların özgürce düşüncelerini ifade edemedikleri yerlerde farklı düşünmenin mümkün olamayacağını söyledi. Biden’ın aynı minvaldeki diğer sözlerinden örnekler verelim:
“Temel özgürlüklere dayanan bir sistem otoriterliğe karşı en etkili kalkandır… Yalnızca bir internet vardır ve hep açık kalmalıdır… Hükümetler “fikirler pazarını” serbest bırakmalıdır”. Tabii kongrenin düzenlendiği ülke göz önüne alınacak olursa, Biden’ın bu sözlerini biraz ironik veya manidar bulmak da mümkün. İronik mi yoksa manidar mı, bunun cevabını bulmak için de Biden’ın kafasının içini bilmemiz gerekiyor –ben maalesef bilmiyorum.
Kökeni 1. Dünya Savaşı sonrasında Woodrow Wilson’ın görüşlerine dayanan, serbest ticaretin milletler arasında barışı (ve siyasi özgürlüklerin gelişmesini) sağlayacağına yönelik klasik liberal bakışın izlerini taşıyan konuşmasında Biden, kadın haklarına da sayabildiğim kadarıyla üç kez değindi.
Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde kadınların –özellikle seçme ve seçilme hakkı başlığında– durumlarının iyileştirilmesine yönelik son yıllarda kör topal da olsa bir takım adımlar atılıyor. Ancak bunlar çok yetersiz adımlar ve kadınların toplumsal statüleri açısından önemli bir ilerlemeden söz etmek mümkün değil.
BIDEN’IN KADIN VURGUSU VE GERÇEKLERBiden’ın kadınların toplumsal statüsünün iyileştirilmesine bu denli vurgu yapmasını; her ülkede olduğu gibi Arap ülkelerinde de nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan bu insanların ekonomik pazara dâhil olmasının önemi, söz konusu rejimlerin meşruiyetinin güçlenmesi ve elbette günümüzde insan hakları anlayışının geldiği nokta ile açıklamak mümkün.
Tabii şimdi bu konuda ayrı yazı bile yazılır ama, Kaddafi devrildikten sonra İslamileşen Libya, seçimlerin ertesinde İslamileşecek Mısır ve Esad devrildikten sonra İslamileşecek Suriye göz önüne alındığında, kadınların statüsü sorunsalının ABD dış politikasında birincil öneme sahip olmadığı kolayca anlaşılabilir –zaten öyle olması için de hiçbir sebep yok. Suriye’deki rejimin Arap dünyasındaki en laik rejimlerden biri olduğunu, ilkin 1976 yılında bir kadının kabineye alındığını not düşelim. Suudi Arabistan’da ise kadınlara seçme-seçilme hakkı yeni verildi, araba kullanmalarına ise halen izin verilmiyor.
Özellikle mi yapıldı bilemiyorum, ama ABD Başkan Yardımcısı’nın kadınların hak ve özgürlüklerini hararetle vurguladığı konuşmasını dinleyen kitlenin belki de yarısından fazlası kadındı. Bu tür bir kongreyi izleyecek doğal kitleyi (işadamları, bürokratlar, gazeteciler, akademisyenler vs.) kat be kat aşan bir kalabalık vardı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin il-ilçe örgütlerinden çoğu kadın olmak üzere çok sayıda izleyici getirilmişti.
Kim bilir belki de Arap ülkelerinden gelenlere, Biden’ın sözleri eşliğinde, şu mesaj verilmek istendi: Bakın bizim kadınlarımızın da görünümü sizinkilere benziyor ama onlar toplumsal yaşamın içindeler, siz de kendi ülkenizde bunu yapabilirsiniz.

1 yorum:

  1. Esasen bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zira "içerideki" kadın, aslında bu ümmetin geleceği olan çocuklarının eğitimi ile meşguldür. Bugün adına "okul öncesi eğitim" dedikleri bu süreç, mutlaka anne-çocuk iletişiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği bir ortamda yürütülmesi gereken bir süreçtir. Zira pedagoglar çocuğun en kalıcı bilgileri 0-6 yaş arasında aldığını söylüyor. Bu çağdaki bir çocuğa annesinin tıbiî/fıtrî bir iletişimle verdiğini hangi kurum, hangi eğitim metodu ve eğitimci verebilir?

    YanıtlaSil