29 Nisan 2015 Çarşamba

«Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Kâfirler ve dinsizler karşısında, dini ayakta tutmak için ehli kitabla aynı yolda olduğumuz zannı, büyük bir gaflet ve cehalettir!.. Onlar, müslümanlarla savaşmak hususunda daima kâfirlerden ve dinsizlerden'yana olmuşlardır!..

Bizim basit insanlarımız, bu büyük hakikatlerden her zaman gafil oluyorlar. Onlar, Kur’anm talimatını unuttukları gibi bütün tarihî gerçekleri de unutuyorlar, ve «madem ki hepimiz ehli din sıfatına sahibiz, materyalistlere ve dinsizlere karşı durmak için, ehli kitapla elele vererek müşterek hareket edebiliriz» diye vehm ediyorlar...

Ehli kitap... Onlar değilmidir, küfreden, müşrikler için, «bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadırlar’.» diyenler?*..

Ehli kitap... Onlar değilmidir; M e d i n e ’ de, müslümunlara karşı müşrikleri birleştirip toplayan, onlara yardım eden, zırhlarla donatan?!..

Ehli kitap... Onlar değil midir; İki yüz sene boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıran... Endülüs’teki şenaatlere irtikâb eden... Filistindeki müslüman arapları tardedip vahudileri getiren... Bu işleri yaparken daima dinsizler ve materyalistlerle yardımlaşan ?!..

Ehli kitap... Onlar değil midir; Habeşistan ’da, S o mali’de, Cezayir’de, Yugoslavya’da, Çin’de, Türkistan ’da, H i n d i s t a n ’da ve dünyanın her bölgesinde müslümanları yurtlarından çıkarmaya çalışan... Bu işleri yaparken dinsizlerle materyalistlerle, hattâ putperestlerle müşterek harekt eden?!..

Kur anın kesin ifadelerinden ve bütün bu hakikatlerden sonra, ehli kitapla aramızda bir dostluk ve yardımlaşma bağı tesis ederek, dini; materyalizm ve dinsizlikten koruyacağız öyle mi?.. Ne büyük gaflet!..

Bu adamlar, Kur’anı okumuyorlar. Yahut okuyorlar da islâmın tabiatı olan müsamaha çağrısını karıştırıyorlar ve onun, Kur’anın ısrarla sakındırmağa çalıştığı dostluk manasına geldiğini zannediyorlar...

Bu adamlar, his ve duygularında İslâmî yaşamıyorlar. Allah’ın kabulüne şayan yegâne unsur olan akide vasfını taşımıyorlar. 

Yeryüzünde yeni bir vakıayı gerçekleştirmeyi hedef alan müsbet bir hareket vasfına da sahip değiller. Bu vakıa, dün olduğu gibi, bugün de ehli kitaba adavet esasını ifade eder... Ve bu durumu değiştirmek imkânsızdır. Çünkü o, yegâne tabiî dunundur.

YABANCILARIN DOSTLUĞU

Onları, Kur’anın prensiplerinden gafletleriyle başbaşa bırakalım ve Kur’anın sesine kulak verelim:

«Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Bu nida Medine 'deki müslümanlara tevcih edilmiştir. Fukat o, aynı zamanda, kıyâmete kadar yeryüzünün herhangi bir bölgesinde gelip geçecek olan müslümanlara da hitap etmektedir. Bu hitab; «iman edenler» vasfına sahip olan her ferdedir.

Bu münasebetle şunu söyleyelim ki, hitap sadece iman edenlere tevcih edilmiştir. Çünkü henüz Medine 'deki bazı müslümanlarla bir kısım ehli kitap, hususiyle yahudiler arasında tam ve katı bir ayrılık mevcut değildi. Bu iki grup arasında her türlü münasebet kesilmiş değildi. Dostluk ve yardımlaşma münasebetleri devam ettiği gibi, İktisadî münasebetleri, arkadaşlık ve komşuluk alâkaları da devam ediyordu. Bütün bunlar, henüz İslâm gelmeden araplarla, yahudiler arasında kurulan İktisadi, İçtimaî ve tarihî durumların tabiî bir netices idi. Bu durumlar, yahudilerin, îslâma ve müslümanlara karşı hainane vazifelerini edâ etmeleri için, onlara kâfi derecede imkân veriyordu. Bu âyetlerin, daha önce geçen ve bundan sonra gelecek olan âyetlerin ortaya koyduğu her türlü hile tuzaklarını hazırlama imkânı veriyordu.

Kur’an; müslümanları, akideleri uğruna teşvik ettiği muharebelerde selim bir anlayışa sahip kılmak, yeryüzünde yeni
bir nizamın tahakkukunu temin etmek, müslümamın vicdanın da, kendisiyle bu dine intisap etmeyen, onun sancağı altına girmeyen insanlar arasında, ahlâki müsamahası bitmeyen kesin bir ayrılık fikir ve şuurunu yerleştirmek için gelmiştir... İşte bu, müslümanın daimi sıfatıdır. Bu sıfat, müslümanın kalbini’ Allah'ın. Resulünden ve iman edenlerin dostluğundan başka hiç kimsenin yerleşmesine müsaade etmez. Anlayış ve ayrılık, iki  hususiyettir ki. her yerde ve her nesilde müslümanın ondan ayrı kalması düşünülemez.

«Ey iman edenler; Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Onlar, birbirinin dostudurlar... Bu, zamanla alâkası olmayan bir hakikattir... Eşyanın tabiatından doğan bir hakikattir Onlar, hiçbir tarihte, ve hiçbir yerde müslümanlara dost olmamışlardır... Asırlar birbirini kovalamış, fakat bu sözün doğruluğuna gölge düşürememiştir. Onlar, Allah’ın Resûlü ile ve müslümanlarla savaşmakta, daima birbirlerine dost olmuşlardır.  Tarih boyunca yeryüzünün her noktasında bir dostluklarını göstermişlerdir... Bu kaide, bir defa bile bozulmamıştır. Kur'anın ferdî bir hâdise değil, daimî vasfıyla ortaya koyduğu ger çeklerden başka bir şey vuku bulmamıştır şu yeryüzünde isim Cümlesi Olarak kullanılan onlar, birbirinin dostudurlar» ibaresi, mücerret bir ifadeden ibaret değildir. Bu ifade, köklü ve daimi bir vasfa delâlet etsin diye seçilmiştir.

Sonra bu esaslı hakikatin zarurî neticeleri de sıralanıyor. Yahudi ve hıristiyanlar birbirinin dostu olunca, elbetteki onlara dost olan da onlardandır; onlardan olandan başkası, onlara dost olmaz. Müslüman saflarından biri onlara dost olursa, kendini hem bu saftan, hem de «İslâm» safından uzaklaştırarak, başka bir safa iltihak etmiş olur. Çünkü bu. yukardaki ifadenin zarurî ve tabiî neticesidir;

«Sizden her kim onlara dost olursa, o da onlardandır.»

Bu haliyle o, hem kendine, hem Allah'ın dinine, hem dc
müslüman cemiyete zulmetmiş olur. Bu zulmünden dolayıdır ki Allah, onu, dostlukla bağlandığı yahudi ve hıristiyan zümresinden biri olarak mütalâa ediyor. Artık Allah onu doğru yola eriştirmez ve yeniden müslümanlarm saflarına sokmaz:

«Şüphesiz zulmeden kimseleri Allah doğru yola eriştirmez.»

Bu, M e d i n e ’li müslümanlara yöneltilen şiddetli bir sakındırma unsurudur. Fakat bunda mübalâğa yoktur. Evet şiddetlidir, ama bir vakıanın hakikatini ifade ediyor. Müslüman, bir taraftan yahudi ve hıristiyanların dostluğuna sığınırken, diğer taraftan iman ve İslâm vasfını üzerinde taşıması, Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinen müslümanlar arasında kalması mümkün değildir...

İslâm nizamından başka nizamlara gönül bağlayanlar ve İslâm sancağından başka sancakları yükseltmeyi gaye edinenlerle kendisi arasında tam bir ayrılığın mevcudiyeti hususunda müslüman hissinin yanılıp sapıtması, sonra da yeryüzündeki bütün tasavvurlardan farklı bir tasavvura dayanan ve yeryüzündeki nizamların hepsinden değişik bir nizamı gerçekleştirmeyi gaye edinen Yüce İslâmî harekette değer ifade eden bir faaliyete girişebilmesi asla mümkün değildir.

İşte bu nokta, yolların ayrılış noktasıdır.

YEGÂNE DİN

Müslüman, hiçbir tereddüt ve şüpheye yer vermeden yakın bir katiyetle inanmalıdır ki; dini, Allah’ın kabulüne şayan olan yegâne dindir. İnandığı nizam, Allah'ın beşer hayatı için seçtiği yegâne-nizamdır... Dünyada ona emsal olacak bir nizam mevcut değildir. Başka bir nizamın onun yerini doldurabilmesi * mümkün değildir. Beşer hayatı, ancak bu nizama tabi olduğu takdirde kurtuluş ve istikamete erer. İtikadî ve içtimai bütün yönleriyle bu nizamı gerçekleştirmek için her türlü imkân ve gayretini kullanmayan insanı, Allah ne affeder, ne bağışlar ne de onun gayretini kabul eder. Allat, onun yerine herhangi bir nizamı kabul etmediği gibi, teşrii hükümlerde, İçtimaî nizamlarda ve itikadi tasavvurlarda bizden önceki ehli kitaba ait prensiplerden bu dinde de devamını murat ettiği hükümlerden başka hiçbir unsurun bu nizama karıştırılmasını istemez.

Müslüman, bütün bunlara yakinen inanmalıdır. 

Ağır cezalara, yorucu vazifelere, inatçı mukavemete, adımbaşı kurulan tuzaklara, çok kere tahammül gücünü bile aşan ıstıraplara karşı, Allah'ın insanlar için seçtiği nizamı gerçekleştirmek için gayret göstermek suretiyle zorluklara göğüs germeli ve kendini sapıklıktan korumalıdır... ister dinsizler ve ehli kitabın sapık lıklarında ve ister müşriklerin putperestlik inançlarında tezahür eden cahiliyette olsun, yeryüzünde mevcut cahiliyete karşı, yapılması zarurî işleri yapmakta bir zorluk ve yorgunluk mu olur ki?.. Hattâ Islâmla ehli kitab ve diğer nizamlar arasında görülen farklar basit ve az olunca, aralarında maslahat ve birleşme imkânı daha çok olunca, İslâm nizamını gerçekleştirmek hususunda yapılacak faaliyetlere zor ve ağır denebilir mi?..

Bu kesin ayrılığı, diğer_semavî din erbabı ile yakınlaşma - ve müsamaha adı altında bozmağa çalışan insanlar, hem dinle-hem de müsamahanın gerçek mânâsını anlamamışlar veya
yanlış anlamışlardır. Allah nezdinde de din, sadece bu son din Müsamaha ancak şahsî muamelelerde olur. İtikadi tasavvurda ve içtîmaî mzamda"müsamaha olamaz... Bu insanlar. Allâh’ın din olarak islâmdan başkasını kabul etmeyeceği ve asli şahsiyetini sadece Islâmda bulan Allah’ın nizamını gerçekleştir mek için gayret göstermek mecburiyetinde olduğu, bu nizamın tebdil ve tadilinin asla mümkün olmadığı hususunda müslümanın ruhuna yerleşen kati ve kesin inancı bulandırmak ve değişdirmek gayretindeler. Halbuki bu dinden başkasının kabul edilmiyeceği Kur’ân-ı Kerimde~sârahâtle belirtilmîştir:

«Allah katında makbul olan din, İslâmdır.»1

«Kim, İslâmdan başka bir din ararsa, o, asla kendisinden kabul olunmaz.»2
Al-l İmran : 19 Al-1 İmran : 85
«Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtırlar diye kendilerinden sakın.»1

«Ey iman edenler, yahudi ve hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır.»

Mesele. Kur’anda mufassal olarak beyan ediliyor. Artık bir müslüman ne bu yakinî hakikatten ayrılır, ne de sapıkların tesirlerine kapılır!..

Kur’an bir hakikati daha dile getiriyor. Zaten Kur’an hakikatleri ortaya koymak için inzal buyurulmuştur:

«Kalplerinde hastalık olanların; «bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz.» diyerek onlara koştuklarını görürsün.»

1 b n i C e r i r, şöyle rivayet ediyor:

Bize Ebu Kureyb ve îdris tahdis etti. Dedi ki: Sa’d ibni Atiyye’den naklen, babamdan şöyle işittim:

Ubâde bin Samit Resûlullaha geldi ve şöyfe dedi:

«Ya Resûluilah, benim yahudilerden birçok dostum var. Ama ben, yahudinin dostluğundan uzaklaşıp Allah ve Resûlünün dostluğuna sığınıyorum.»

Münafıkların reisi Abdullah bin U b e y ’de şöyle dedi:

«Ben, felâketlerden korkarım. Onun için dostlarımın dostluğundan vaz geçemem.»

O zaman Resûluilah. Abdullah bin Ubey’e şöyle hitap etti:


«Ya eb-el Habbab, Ubade bin Samit'e karşı cimrilik
yaparak yahudilerin velayetini tercih etmen senin için ondan daha aşağıdır.»

Bunun üzerine Allah, şu âyeti inzal buyurdu:

«Ey iman edenler, yahudi ve hıristiyanları dost olarak benimsemeyin.»

İbni Cerir, başka bir rivayette şöyle der:

«Bize Z ü h r i 'den naklen Hennad, Yunus ibni Bukeyr ve Osman ibni Abdürrahman tahdis etti.» Zührî şöyle dedi:

«Bedir'de müşrikler hezimete uğrayınca, müslümanlar yahudi dostlarına dediler ki: «Allah Bedir günü gibi bir musibet gününü başıza getirmeden gelin, müslüman olun.»

Malik bin Sayf şöyle karşılık verdi:

«Savaş ilmini bilmiyen Kureyş güruhunu mağlûp etmekle mi gururlanıyorsunuz?.. Şayet biz, sizin aleyhinize kuvvet toplamak için azimle işe girişecek olursak, bizimle savaşmaya eliniz sarmaz.»

Ubade bin Sami t, Resûlullaha gelip:

«Ya Resûlullah, benim yahudi dostlarım, gerçekten kuvvetli, azametli ve bol silâha sahip insanlardır. Ama ben, onların  
dostluğundan uzaklaşıyor^ Allah ve Resulünün dostluğuna sığınıyorum. Artık Allah ve Resulünden başka dostum yok benim.» dedi.

Abdullah bin Ubey’de şöyle dedi:

«Fakat ben, yahudilerin dostluğundan vazgeçemem, Benim onlara ihtiyacım var.»

O zaman Resûlullah şöyle buyurdu:

«Ya eb-el Habbab! biliyormusun ki Ubade bin S a m i t 'e karşı tercih ettiğin yahudi velayeti senin için daha aşağıdır. Öyleyse kabul ediyorum dedi Abdullah.»

Muhammed bin İshak da şöyle rivayet eder.

Peygamberlerle olan anlaşmalarını ilk defa bozan kabile, yahudilerin Beni Kavmuka kabilesidir. Asım bin Ömer bin Ka-tâde bana tahdis etti ve şöyle dedi:

«Resûlullah onları muhasara etti, nihayet onlar da Peygamberin hükmünü kabul ettiler. O zaman Abdullah bin Ubeyy bin Selul kalkıp şöyle dedi:

«Ya Muhammed! Dostlarıma iyi muamele et!..» (Onlar Hazreclilerle anlaşmış idiler) Resûlullah ona kulak asmadı. O, yine: «Ya Muhammed dostlarıma iyi muamele et» dedi. Resûlullah ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine o elini Resûlullahın zırhının yenine soktu. Resûlullah, «bırak» dedi, ve öfkelendi. Öyle ki yüzünün değiştiği farkedildi, ve şöyle buyurdu: «Yazıklar olsun sana bırak» o; «Hayır vallahi sen benim dostlarıma iyi muamele etmedikçe bırakmam» dedi. Üç yüz zırhlı, dört yüz zırhsız, yalın kılıç kişi beni arap ve acemlerden koruyanları sen bir gün ışığında biçip atıyorsun. Ben onların aleyhime dönmelerinden korkuyorum» deyince, Resûlullah da: «onları sana bağışlıyorum» dedi.

Muhammed bin îshak’ın başka bir rivayeti de şöyle:

Bana, babam İshak bin Yesar, Ubade’den, Velid bin Ubade bin Samit’ten naklen tahdis etti:

«Beni Kaynuka, Peygamberle harbetti. Abdullah bin U b e y; onların işleriyle ilgilenmeye başladı. Avf bin Hazrec oğullarından biri olan Ubade bin Samit de Resûllahın yanına geldi. Ubadenin onlarla, aynen Abdullah bin Ubey gibi anlaşması vardır. Fakat Ubade, Resûlullahı onlara tercih etti, onların dostluğundan vaz geçip Allah ve Resulünün dostluğuna iltica etti. Ve şöyle dedi:

"Ya Resûlullah, ben Allah'ı ve Resûlünü, onların dostluğuna tercih ediyor, kâfirlerin dostluk ve ittifakından vazgeçerek.
Allah'ın, Resulünün ve müminlerin dostluğunu tercih ediyorum."»
işte Maide sûresinin 51. âyetinden 56. âyetine kadar olan İlâhî ifadeler Abdullah bin Ubey ile Ubade bin Samit hakkında nâzil olmuştur.

îmam-ı A h m e d, şöyle rivayet eder:

Bize Kuteybe ibni Said Yahya bin Zekeri-ya bin Ebu Ziyade, Muhammed bin Ishak 'tan. Z û h r î 'den Avdeden, Usame bin Zeyd 'den naklen şöyle tahdis ettiler.

Usame dedi ki:

«Resûlullahla beraber A b d u 11 ah ibni U b e y 'in yanına gittim. Resûlullah ona buyurdu ki:


«Ben seni yahudiierle dostluktan menetmiştim.»

Abdullah şöyle cevap verdi:

«Es'ad ibni Zürare onları kızdırdı da ölüverdi.»1

Bütün bu haberler, müslümanlar arasındaki bir vakıayı ve îslâmdan önce M e d i n e ’de mevcut olan tefrikayı gösterir. Keza yahudiierle müslümanlar arasındaki münasebetler hususunda kati bir düşüncenin olmadığını gösterir... Halbuki bu münasebetlerin bu şekilde devamı mümkün değildi... Buradaki âyetler, tamamen yahudilerden bahsederek nazarları o yana çeviriyor. Hıristiyanlara ait hâdiseleri zikretmiyor. Zahirde böyle olmasına rağmen, hakikatte âyet, hem yahudileri, hem de hıristiyanları müştereken içine alır. Bu âyetler aynı zamanda, müslümanlarla, ister müşrik olsun, ister ehli kitap olsun diğer bütün gruplar arasında daimi bir düşünce birliği, karşılıklı münasebet şekli üzerinde durmaktadır. Şüphesiz Resûlullah devrinde yahudilerle hıristiyanların islâma karşı tutumları bir-birindeıı çok farklı idi. Kur’an-ı Kerîm de bu farklılığa, bir âyetinde şöyle işaret eder:
«And olsun ki yahudiierle müşrikleri, müminlere düşmanlık bakımından, insanların en şiddetlisi bulacaksın. Sevgi bakımından müminlere en yakın olanlarını da; "Biz hıristiyanız" diyenleri bulacaksın.»1

Bu farklılık o gün de mevcuttu. Ama buradaki âyet, yahudilerle hıristiyanları müsavi tutuyor ve onlara aynı nazarla bakıyor. Geçen âyet te, dostluk ve ittifak meselesinde, onları kâfirlerle bir tutmuştu. Çünkü bu mesele, diğer sabit bir kaide ile alâkalıdır. O kaide de şudur: Müslümamn, müslümandan başka dost ve müttefiki yoktur. Müslümana, Allah’tan, Resûlünden ve müslümanlardan başka kimsenin velâyeti olamaz... Onların müslümanlara karşı tutumları farklı olsa dahi, durum değişmez.

Müslümanlar için bu umumî ve kesin kaideyi koyan Allah'ın ilmi, sadece Resûlullahm yaşadığı devreyi ve muvakkat karışıklıkları değil, bütün zaman ve mekânı içine alır. Tarih sonradan meydana çıkarmıştır ki, yeryüzünün büyük bir kısmında yaşayan hıristiyanların Islâma ve müslümanlara olan düşmanlığı, yahudilerin düşmanlığından hiç de az değildir. Arap ve Mısır hıristiyanlarının îslâma karşı olan güzel tutumlarını bir istisna olarak kabul edersek, garp âlemindeki hıristiyanların, bütün tarihleri boyunca îslâma karşı kin ve adavet kustuklarını, baskınlar, tuzaklarla ona saldırdıklarını görürüz. Bunlar, yahudilerin tuzaklarından ve saldırılarından hiç de farklı değildi. Hattâ bir zamanlar ülkesine hicret eden müslümanlara hüsnü kabul gösteren ve îslâma karşı güzel tavırlar takınan Habeş İmparatorluğundaki müspet zihniyet bugün değişmiş îslâma ve her müslüman ferde karşı şiddetli bir harp şekline dönüşmüştür. O kadar ki, bu hususta yaptıklarını ancak yahudiler yapabilirdi.

Yüce Allah, şüphesiz ki olmuş ve olacak her şeyi bilir. Bundan dolayı müslümanlar için Kur’anın nâzil olduğu devreden ve o devrenin muvakkat karışıklıklarından ve onun kıyamete kadar görülecek olan bütün benzerlerinderi"uzaklaşıp bütün zaman ve mekânı hedef alan bu umumî kaideyi koymuştur.






1 yorum:

  1. Bu kesin ayrılığı, diğer_semavî din erbabı ile yakınlaşma - ve müsamaha adı altında bozmağa çalışan insanlar, hem dinle-hem de müsamahanın gerçek mânâsını anlamamışlar veya
    yanlış anlamışlardır. Allah nezdinde de din, sadece bu son din Müsamaha ancak şahsî muamelelerde olur. İtikadi tasavvurda ve içtîmaî mzamda"müsamaha olamaz... Bu insanlar. Allâh’ın din olarak islâmdan başkasını kabul etmeyeceği ve asli şahsiyetini sadece Islâmda bulan Allah’ın nizamını gerçekleştir mek için gayret göstermek mecburiyetinde olduğu, bu nizamın tebdil ve tadilinin asla mümkün olmadığı hususunda müslümanın ruhuna yerleşen kati ve kesin inancı bulandırmak ve değişdirmek gayretindeler. Halbuki bu dinden başkasının kabul edilmiyeceği Kur’ân-ı Kerimde~sârahâtle belirtilmîştir:

    «Allah katında makbul olan din, İslâmdır.»1

    YanıtlaSil