14 Şubat 2016 Pazar

DAVA ADAMLARINA .....

DAVA ADAMLARINA .....
«Ey örtülere bürünüp yatan; gecenin birazı müstesna kalk!
Gecenin yarısını kalk, veya yarıdan biraz eksilt!. Yahut o yarıya biraz ilâve et. Kur'an'ı da yavaş, açık ve güzelce oku. Şüphesiz ki sana ağır bir söz vahyedeceğiz.»2 *

«Gerçekten biz, Kur'an'ı sana âyet âyet indirdik. O halde Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkâra veya nanköre boyun eğme. Sabah akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir kısmında da O'na secde et. Bir de geceleyin uzun müddet onu teşbih et!.»8

Allah, bunları Peygamberine öğretiyor. Ona, konuşmasını, fakat söylediklerinin şuuruna ermesini emrediyor:

«De ki: Beni Allah'dan kimse kurtaramaz. Ondan başka bir sığınak da asla bulamam. Ben ancak Allah'dan ve gönderdiklerinden, tebliğle mükellefim.»4

«O, bütün gaybı bilendir. Gaybe dair ilmini hiç kimseye eçmaz. Ancak bir Peygamber olarak seçtiği müstesna... Şüphesiz Allah, Peygamberin önünden ve ardından muhafız melekler tayin eder... Peygamber şunu bilsin ki, o elçiler, Rablerinden risaletlerini tamamen tebliğ etmişlerdir. O, elçilerin nezdinde kİ İlmi kuşatmış ve her şeyi de saymıştır.»5

Evet, bu çok büyük bir dava...O nisbetdede büyük bir mesuliyet var...Çünkü bu,bütün insanlığı ilgilendiren bir mesele...Hayat ve ölümleri saadet ve şekavetleri,mükafat ve mücazâtları ile alâkalı bir dâva... Bütün beşeriyetin dâvası o!... Ya bu yolu kabul edip emrince amel eder ve böylece dünyada \ da, âhirette de saadete erersin, veya ondan yüz çevirip inkâr \ edersin dünyada da, âhirette de zillete mahkûm olursun...
***********************
(2016 son 30 yıl fetret devri olabilir.çünkü insanlar yanlış eğitim aldılar.)
********************
Ama Peygamberlerin varlığından haberdâr olmayan, kendisine İlâhî emirler ulaşmamış olanlara gelince; onların Allah’a karşı .ileri sürebilecekleri bir hüccetleri, bir mazeretleri vardır. Onların, dünyadaki şekavet ve sapıklıklarının mesuliyeti, tebliğle mükellef oldukları halde bu vazifeyi yerine getirmeyenlere aittir!.

Allah Resullerine gelince; onlar bu emanetin hakkını verdiler, risâleti tebliğ ettiler ve bu ağır mükellefiyeti yerine getirmenin vicdanî huzûruyla Rablerine kavuştular. Onlar, sadece dilleriyle insanları davet etmediler; bizzat fiilen yaşadılar, canlı bir örnek oldular. Her güçlüğe tahammül ettiler. Önlerine dikilen maniaları gece gündüz yaptıkları cihatla bertaraf ettiler. Her zaman insanları şaşırtan müessir şüpheler ve müzeyyen sapıklıklarla savaştılar. İnsanları daveti ilâhiyeden alıkoyan zalim kuvvetler ve dinde fitneler iras eden fesat yuvaları ile mücadele ettiler. Son tebliğci olan Hâtemül Enbiya da böyle yaptı. Risâlet müessesesinin en son ve en mütekâmil şeklini getiren o büyük insan da böyle mücadele etti. Güçlükleri, maniaları sadece dille bertaraf etmeye çalışmadı; bizzat kılıçlarla karşı çıktı!.

«Fitne kalmayıncaya ve din, yalnız Allah için oluncaya kadar...»1

Evet, onlar böyle çalıştılar... Ve gittiler... Fakat vazifelerini götürmediler... Risâlet mesuliyetini müminlere bırakıp gittiler... Peygamberlik dâvasının mücadelesini, Peygamberlere inandıklarını iddia edenlere bıraktılar... Peygamberden sonra nesiller birbirini kovaladı. Biri gitti, arkasından bir başkası geldi. Resulullah’a tebaiyyet iddiası; her neslin, birbirine ve kendilerinden sonra gelenlere, Allah Resulunun dâvasını tebliğ etmekle gerçekleşir... Resulullah’dan devraldıkları emaneti elden ele aktarmaktan, İlâhî dâvayı tebliğ etmekten başka hiç bir kurtuluş imkânı yoktur onlar için!. Bu; Allah’ın, onlar üzerindeki en büyük hüccetidir. Allah, onlardan; insanları dünya da şekavetten âhirette de İlâhî azabın dehşetinden korkutacaklarına dair söz almıştır... Ve bu mesuliyeti onlara vermiş, bu emaneti onlara tevdi etmiştir... Onlar da, bu vazifeyi yerine getirmeğe mecburdurlar!. Tıpkı Allah Resulunun yaptığı gibi mücadele etmek zorundadırlar... Çünkü Resûlullah’ın elindeki risâlet dâvası, aynen onlara aktarıldı. Sonra insanlar, aynı insanlar; aynı hayat kanununa tabi yaratıklar... Dalalet, ihtilas, şehvet ve şüphelere gelince; onlar her devirde mevcut... Kuvvet; her zamanki azgın, zâlim ve taşkın kuvvet... Kuvvet ve dalaletle dinde fitneler icad eden zihniyet, yine aynen mevcut Yeryüzü, her zamanki yeryüzü... Zorluklar, her zamanki zorluklar... İnsanlar, her zamanki insanlar...

Her halükârda tebliğ zarûrîdir!. Emanetin hakkını vermek mecburidir!. Bizzat lisanla dâvayı açıklamak şarttır! Bu kadarla da iktifâ etmeyip bizat yaşamak, tatbik etmek lazım dır Dâvanın canlı birer tercümanı olmak lâzımdır. İlâhî davetin önüne dikilen maniaları izale etmek, insanları fitne ve fesada boğan zihniyeti yıkmak gerektir... Bunları yapmak lazımdır ki, tebliğ vazifesi yerine gelmiş olsun... Aksi halde ne tebliğ ne de emanetin hakkını vermek gibi bir sıfatı, kendimize izafe edemeyiz...

Bu; vazgeçilmesi imkânsız bir farizadır. Vazgeçmek halinde, tahammülü imkânsız büyük mesuliyetler zuhur eder Bütün beşeriyetin, dalâlette kalmasının mesuliyeti! Dünyada küvete mahkûm olmalarının mesuliyeti!. Bütün bu mesuliyetleri omuzlamak ve cehennem azabından kurtulmak!..

Kim, bu mesuliyeti hafife alabilir?.. Belleri kıran, göğüsleri çatlatan, mafsalları titreten bir yük...
(DİKKAT.!)
Kendilerine «M ü s l ü m a n» adını verenler, ya bu vazifeyi eda edip tebliğ mükellefiyetini yerine getirecekler, yahut da ne dünyada, ne de âhirette kurtuluş diye bir şeyi akıllarına Ketirmeyeceklerdir. «Müslümanım!» dedikleri halde bu vazifeyi eda etmeyen ve bütün şekilleriyle tebliğ mükellfiyetini verine getirmeyenler, müntesibi olduklarını iddia ettikleri Islâm’ın tamamen zıddına hareket ediyorlar; İslâm’a karşı çıkı¬yorlar demektir... İslâm’ın lehinde şehadet etmeleri lâzım gelirken aleyhinde şehâdet ediyorlar demektir. İşte kelâmullahın beyanı:
«Sizi vasat bir ümmet kıldık ki,'insanlar üzerine şahid olasınız; Peygamber de size şahid olsun...»1
İnsan, İslâm için şahitlikte bulunurken önce kendi şahsından başlamalıdır. Sonra evine ve ailesine, daha sonra da akrabasına ve mahallesine intikal etmelidir. Hepsi de, müntesibi olduklarını iddia ettikleri İslâm’ın canlı birer tercümanı ve yaşayan mümtâz örnekleri olmalıdırlar... Bu, ilk adımdır!. Aile, akraba ve mahallede daveti ilâhiyeyi edâ ettikten sonra, davetin hedefini bütün millete tevcih etmek lâzımdır. Millet hayatında şahsî, İçtimaî, İktisadî ve siyasî cepheleriyle İslâm nizamının tahakkukuna gayret etmeli, onu beşer hayatına hakim hale getirmeğe çalışmalıdır. Bu da, ikinci adımdır!. Sonra insanları sapıtan ve fitnelere sebep olan her türlü maniayı izâle için mücahede etmelidir. İşte bu da, üçüncü adımdır!. Şahidlik vazifesini bu üç merhalede de hakkıyle yerine getirenlerdir ki, «İslâm'ın Şahidleri vasfını ibrâz etmeye hak kazanmışlardır. Evet; İslâm'ın Şahidi, sadece onlardır!.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder