11 Şubat 2014 Salı

KADININ GÖREVLERİ

İslâmi teşrii, tabiatı gereği herhangi bir ayırıma gitmeden, insan vasfını taşıması nedeniyle hem erkeğin hem de kadının birtakım işleri yapmalarını mübah kılmıştır. Yine herhangi bir şekilde cins ayırımına gitmeden bu işlerden bir kısmını farz, bir kısmını haram, bir kısmını mekruh, bir kısmını da mendup kılmıştır. Bazı işler vardır ki insani vasıf taşımakla beraber bunları sadece erkekler yapabilir. Yine bazı işler de vardır ki insani vasıfta olmalarına rağmen onları ancak kadınlar yapabilir. Şeriat, bu işlerin özelliklerini göz önünde bulundurarak bunlarda bir ayırıma gitmiş; farziyet, haramlık, mekruhluk, mendubluk veya mübahlık açısından erkek ve kadını farklılaştırmıştır. İşte bu çerçevede şeriat; yönetme ve otorite görevini yalnızca erkeklere verirken, -erkek olsun kız olsun- çocukların terbiye ve bakım görevini kadınlara vermiştir. Bunun için kadınlık vasfını taşımalarından dolayı kadınları ilgilendiren bazı işlerin kadınlara, erkek olma vasfına sahip olmalarından dolayı da bazı işlerin erkeklere verilmesi gerekmektedir. Erkek ve dişiyi yaratırken, erkeğin ve kadının durumunu en iyi bilen Allah (c.c.)'dır. Yalnızca erkeğe veya kadına veyahutta erkek-kadın ayırımı gözetilmeksizin insan olmaları nedeniyle insanlara ait hükümlerin sınırlarını vâzederken, onların bu teklifleri taşıyıp taşıyamayacaklarını en iyi bilen de şüphesiz ki Allah (c.c.)'dır. Zira insana neyin faydalı olduğunu en iyi bilen O'dur. İnsan aklının, kadının şanından değildir diyerek kadını birtakım işlerden mahrum etmesi veya erkeklere ait birtakım işleri ona yüklemeğe çalışarak böylece kadına ait hakkın korunduğunu kabul etme çabalarının tümü, şeriata karşı çıkmak demektir. Böylesi bir davranış kesin bir hata ve fesadın sebebidir.
Şeriat; kadını bir ana ve evin eğitimcisi olarak takdim etmiş; hamilelik, doğum, süt emzirme, çocuğun bakımı, terbiyesi ve iddetle ilgili olarak birtakım hükümler getirmiştir. Bunların hiçbirini erkeğe teklif etmemiştir. Çünkü bunlar, kadınlık vasfı taşıması dolayısıyla kadını ilgilendiren hükümlerdir. Gebelikten başlayarak, çocuğun doğumu, süt verilmesi, beslenip bakılma sorumluluğu kadına yüklenmiştir. Bu, kadının en önemli görevi ve en büyük sorumluluğudur. Diyebiliriz ki, kadının en önemli ve asli işi; annelik ve evinin eğiticiliğidir. Çünkü bu iş; insan türünün devam etmesini sağlayan önemli bir husustur. Bu görev erkeklere değil yalnızca kadınlara verilmiştir. Bu nedenle kadına ne tür görevler verilirse verilsin, ne kadar sorumluluk yüklenirse yüklensin, kadının asli görevinin "annelik" ve "evinin terbiyecisi" olduğu açıkça bilinmelidir. Bu nedenledir ki şeriat kadına; hamile iken veya süt emziriyorken Ramazanda orucunu bozma ruhsatını vermiştir. Hayız ve nifas halinde iken namazdan sorumlu tutmamıştır. Memede olduğu süre içerisinde erkeğe, annesinin yanından çocuğunu alıp götürmesini yasaklamıştır. Bunların tümünü kadının asli görevi olan "annelik" ve "evinin terbiyecisi" görevleri gibi en yüce görevini tamamlayabilmesi için kadına hak olarak tanımıştır.
Ancak tüm bu anlatılanlardan; kadının asli görevinin annelik ve evinin terbiyecisi olduğu, başka işleri yapmasının mümkün olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Bu ifadenin anlamı şudur: Allah (c.c.) kendisiyle sükun ve rahat bulunsun, ondan nesil ve zürriyet elde edilsin diye kadını yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah nefislerinizden sizin için eşler yaratıp, yine sizin zevcelerinizden çocuklar ve torunlar yarattı." 
"Kendileriyle sükun ve rahat bulmanız için, eşleri, nefislerinizden yaratmış olması, O'nun ayetlerindendir."  Aynı zamanda kadını, özel hayatta çalıştığı gibi genel hayatta da çalışması için yaratmıştır. Daveti taşıma görevini ve hayattaki işlerinde kandisine lazım olanı yapması için gerekli olan ilmi öğrenmesini de farz kılmıştır. Alış-veriş, icare ve vekalet gibi işleri yapmayı caiz kılmıştır. Yalanı, hileyi ve hiyaneti haram kılmıştır. Aynı şeyleri erkeğe de caiz ve haram kılmıştır. Ticaret yapabileceği gibi, ziraat ve sanayi alanında da çalışabileceğini, akidlere ve anlaşmalara girebileceğini, istediği kadar mal üretebileceğini mübah kılmıştır. Hayatta işini, bizzat kendisi yapabileceği gibi bir ortak veya bir işçi vasıtasıyla da görebilir. İnsanları, gelir getiren kaynakları ve birtakım eşyayı kiralayabileceği gibi, bundan başka daha birçok muamelelerle de iştigal edebilir. Bu, Şari'in umumi olan hitabından ve kadına ait herhangi bir yasağın olmayışından anlaşılmaktadır. Ancak kadın, hükmetme görevini üstlenemez. Mesela kadın, devlet reisi, onun muavini, vali, amil ve hükmetme görevinden sayılan herhangi bir işi yüklenemez. Ebu Bekir'den rivayet edildiğine göre: Fars halkının devlet başkanlığına Kisra’nın (Kraliçe) kızını melike olarak seçtikleri haberi Rasulullah (s.a.v.)'a ulaştığı zaman Allah'ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
"Bir kadını kendi işlerine emir tayin eden hiçbir millet felah bulamaz."  Bu hadis, kadını yönetici yapanların kınanmalarından dolayı kadının yönetici olmasının yasaklandığının açık ve net bir ifadesidir. Emir sahibi olmak, yönetici olmak anlamına gelmektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a, Rasul'e ve sizden olan emir sahibine itaat ediniz."  Bu nedenle kadınların yönetici olmaları caiz değildir. Fakat kadınların hükmetme dışındaki görevleri yüklenmeleri caizdir. Buna göre kadın, devlet memurluklarına tayin edilebilir. Çünkü memurluk, hükmetme kapsamına girmez, icare konusuna girer. Memur, devlet kurumlarından birinde çalışan özel ücretlidir. Bu yönüyle memur, herhangi bir şahsın yanında veya şirkette çalışan ücretli kimse gibidir. Kadın, yargı organlarından herhangi birinde hâkim olarak görev yapabilir. Zira hakimlik yöneticilik kapsamına girmemektedir. Çünkü hakimlik, insanlar arasındaki anlaşmazlığı gidermektir; anlaşmazlığa düşen iki tarafa ilzam edici bir şekilde şer'î hükmü haber vermektir. Çünkü yargı; "ilzam edici bir şekilde hükmü haber vermektir" diye tarif edilir. Kâdı, yönetici olmayıp başka ücretliler gibi devletin yanında çalışan bir görevlidir. Ömer (r.a.)’in, kendi kavminden Şifa isminde bir kadını, Çarşı Pazar “Kâdı”sı yani, çarşılardaki tüm aykırı davranışları karara bağlayan "Hisbe Kâdısı" olarak tayin ettiği rivayet edilmiştir. Ancak hadisin nassına bağlı olarak kadının Kâdı olmasının ve hadisin kâdılık olgusuna uygulanmasının caiz olması meselesine gelince: Eğer yasaklama hadisi kadının, yargı üzerinde emirlik görevine getirilmesi gibi bir duruma uygunluk arzederse, kadının böyle bir göreve getirilmesi caiz değildir. Eğer hadis, böyle bir hususa şamil değilse kadının yargıç olmasını engellemeye delil sayılmaz. Hadise baktığımız zaman, İranlıların kendilerini idare etmek üzere başlarına kraliçe olarak bir kadını tayin ettikleri haberi Allah'ın Rasulüne ulaşınca, buna cevap olarak böyle bir durumu zemmetmiştir. Bu hadis verilen bir habere aittir ve sorulan bir sorunun cevabıdır. Haberin konusu ise; kraliçelik yani "devlet başkanlığı"dır. Dolayısıyla cevap yalnızca devlet başkanlığı ile ilgilidir. Devlet başkanlığı ise "yönetim"le ilgili bir husustur. Bir başka açıdan meseleye baktığımız zaman yasaklamanın umumi olan velayete ait olduğu görülür. Bu da; emirlik velayetidir. İşte hadisin manası ve işaret ettiği husus da budur.
Yargının konusu ise vali ve halifenin yaptığı işten farklıdır. Halife ve valinin görevi; ister doğrudan kendisine bir mesele gelsin veya kadı tarafından gönderilen bir problem olsun veya kendisine hiçbir kimse herhangi bir mesele getirmemiş olsun, şeriat'a aykırı gördüğü hususta direkt olarak şer'i hükmü infaz etmektir. Halife, bir dava karşısında herhangi bir davacı olmadan hükmü icra eder. Fakat kâdı, ancak biri kendisine bir dava getirdikten sonra o dava hakkında hüküm verebilir. Kâdı'nın bakacağı davada muhakkak iki taraf mevcuttur. Ortada bir iddia olduğu zaman ancak hükmedebilir. Bir iddia sahibi olmadıkça kâdı'nın hükmetme selahiyeti yoktur. Gelen davaya bakması da, mesele hakkında bağlayıcı bir şekilde Allah'ın hükmünü haber vermekten ibarettir. Hem infaz edici hem de kâdılık görevini birlikte yürütmekle yetkili kılınması dışında kâdının mutlak olarak tenfiz yetkisi yoktur. Her iki yetkiye da sahip olduğu zaman; kâdı olarak hükmeder ardından da infaz yetkisine sahip birisi olarak verdiği hüküm gereğince hükmü infaz eder. Yargı olayı ile hüküm verme olayları ayrı ayrı şeylerdir. Bundan dolayı, kadınların yönetici olmalarını yasaklayan hadis "kâdı"ya uygulanamaz. Üstelik yargı; hiçbir zaman herhangi bir şeyde velayet anlamına gelmez. Kâdı'nın tayin edildiği belde halkından hiçbiri üzerinde herhangi bir velayeti yoktur. Hatta karşısına gelen iki davacının üzerinde bile herhangi bir velayeti yoktur. Ona itaat da vacib değildir. Ancak, gelen dava üzerinde hüküm verdiği zaman hükmü yerine getirmek vacib olur. Çünkü onun verdiği hüküm Allah (c.c.)'ın verdiği hükümdür. Kâdı'nın kendisine ait bir hüküm ve emir değildir. Onun verdiği hükme, sadece bir kâdı'nın hükmü nazarıyla bakılmamalıdır. Diğer taraftan kâdı'nın verdiği hüküm ancak, mahkemede hükmettiği zaman geçerlidir. Bundan dolayı yargı meclisinin dışında kâdı'nın bir olayı görmesi, gördüğüne ve işittiğine hükmetme yetkisini vermez. Gördükleri ve işittikleri şeyler kâza meclisinde olduğu zaman verdiği hüküm geçerlilik kazanır. Fakat "yöneticinin" durumu böyle değildir. Yönetme mevkiinde bulunan yöneticiye, her halde itaat vacibtir. Hükmetmek için yöneticinin yönetim merkezinde yani dairesinde bulunması şart değildir. Evde, yolda, devlet merkezinde ve her nerede bulunursa bulunsun "yöneticiye" itaat farzdır. Zira Allah'ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"Emire itaat eden bana itaat etmiş olur." 
Bu nedenle kadının "yönetici" olmasını yasaklayan hadis, kesinlikle mahkeme hakimliği görevine uygulanamaz. Bu hadis ile kadının yargı görevinde bulunması yasaklanamaz. Kâdı; "yöneticinin" yanında, muayyen bir işi yapmak üzere muayyen bir ücretle çalışan "ücretli" kimsedir. "Ücretli" kelimesi, hangi görevde bulunursa bulunsun ücretle çalışan herkesi kapsamına alır. Hatta Rasul (s.a.v.), Kur'an öğreten kimseyi dahi "ücretli" saymış ve şöyle demiştir:
"Karşılığında ücret aldığınız şeylerin en hayırlısı Allah'ın Kitabıdır." Kâdı da Kur'an öğreten kimse gibi ücretli bir kimsedir. Beytülmaldan aldığı şey ise ücretidir.
"Kâdı, yöneticinin yardımcısıdır. Bundan dolayı, hükmetmede ona tabidir"denemez. Çünkü kâdı; yöneticinin yanında çalışan bir ücretlidir, onun yardımcısı değildir. Kâdı'nın görevi iki tarafın anlaşmazlıklarını anlayıp şer'i hükümlerin hangi maddesine göre mahkeme olacaklarını, durumlarının intibak ettiği şer'i hükmü onlara bildirmektir. Netice olarak kâdı, muayyen bir işe tahsis edilmiş, muayyen bir ücretle çalıştırılan bir ücretlidir.
Kâdı ve muhtesib'in  durumu budur. Fakat mezalim mahkemelerine bakan kâdı'nın durumu değişiktir. Kadının, mezalim hâkimi olması ve bu göreve getirilmesi caiz değildir. Çünkü mezalim hâkimliği yöneticilik kapsamına giren görevlerdendir. Dolayısıyla hadisin manası, bu mahkemelere bakan hâkimi kapsamına alır. Çünkü burada görevli olan hâkimin görevi; şikayet olsa da olmasa da "yöneticiden" kaynaklanan herhangi bir zulmü insanlardan kaldırmaktır. Mezalim hâkimi, yönetici tarafından haksızlığa uğradığını iddia eden bir kişinin yönetici aleyhine dava açmasına gerek görmeden de davaya bakabilir. Böylesi bir durumda mezalim hâkiminin davalıyı mahkemeye çağırması da çağırmaması da caizdir. Çünkü konu, problem hakkındaki bir hükmü haber vermek olmayıp, yeneticiden kaynaklanan haksızlığın insanlardan giderilmesidir. Bundan dolayı, mezalim mahkemelerine bakmak hükmetmektir. Bunun için kadının, böyle bir mahkemede hâkim olması caiz değildir.
Ümmet Meclisi'nin bulunması halinde, kadının Ümmet Meclisi'ne üye olmasının caiz olup olmadığı meselesine gelince; bu mesele bazılarınca tam bir açıklığa kavuşmadığı için demokratik sistemlerdeki parlamentoya kıyaslayarak, İslâm'daki Ümmet Meclisi'ne kadının üye olmasının caiz olmayacağını zannetmişlerdir. Gerçekte ise; demokratik sistemdekiparlamento ile, İslâm'daki Ümmet Meclisi arasında fark vardır. Parlamento kanun yapar ve hükmeder. Çünkü demokrasinin tarifinde parlamentonun hükmetme yetkisinin olduğu belirtilir. Gerektiği zaman parlamento, devlet başkanını seçebilir ve onu azledebilir, bakanlara güvenoyu verir, gerekirse düşürebilir. Parlamentonun üç görevi vardır:
1- Hükümeti denetler ve muhasebe eder.
2- Kanun yapar.
3- Yöneticileri tayin eder ve onları düşürür.
Parlamentonun hükümeti denetleyip muhasebe etmesi hükmetmek (yürütme) sayılmaz. Fakat kanunlar çıkarıp tatbike koyması, yönetici ve idarecileri tayin etmesi ve onları azletmesi hükmetmek sayılır. Ümmet Meclisi ise böyle değildir. Ümmet Meclisi; yöneticileri muhasebe eder ve denetler, gerektiğinde uyarılarda bulunur. Bu uyarılar ise:
a- İşlerin arzu edilen şekilde yürümemesi,
b- İslâm'ın tatbikatında gevşek davranılması,
c- İslâmi davetin tebliğ ve yüklenilmesinde gerekli çabanın gösterilmeyişi gibi hususlarda olur. Fakat, Ümmet Meclisi, hiçbir zaman kanun koyamaz. Bir yöneticiyi tayin veya azledemez. Bu karakteriyle parla-mentodan farklıdır. Onun için demokrasi ve kapitalizm prensiplerine göre işleyen kanun yapma ve hükmetme vasfına haiz parlamentoya kadının üye olması caiz değildir. Fakat hükmetme karakteri olmayan, Ümmet Meclisi’ne kadının üye olması caizdir. Ancak, parlamen-toya kadının üye olamaması, onun yöneticiyi seçmesinin de caiz olmayacağı anlamına gelmez. Çünkü hükmetme yetkisini veren parlamentoya kadının üye olması, hadisi şerifin kesin nehyiyle sabit olduğu üzere caiz olmaz. Çünkü Peygamber (s.a.v.):
"Bir kadını başlarına kraliçe tayin eden millet felah bulmaz." buyurmuştur. Bu hadis, kadının yöneticiyi seçmesine engel olmaz, onu hükmetme yetkisine sahip kılmaz. Kadın, kendisine hükmedecek kimseyi seçebilir. Şeriat, kadına yöneticiyi seçme yetkisini verdiği gibi, hüküm ile ilgili işleri yapmak üzere herhangi bir erkeği seçebilme yetkisini de vermiştir. Kadın, halifeye biat edebilir ve seçimine katılabilir.
Ümmü Atiyye'den:
"Biz Nebi (s.a.v.)'a biat ettik ve Allah'ın bize; Allah'a hiçbir şeyi ortakkoşmamamızı emreden ayeti okudu ve bizi, ölülerin arkasından bağırıp çağırarak yas tutmaktan nehyetti. Bunun üzerine bizden bir kadın elini geri çekti ve; falan kadın benimle birlikte yas tuttu. (üzerimde hakkı vardır) Ondan izin almak isterim dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasulü ona bir şey söylemedi. Kadın gitti ve sonra geri dönerek gelip biat etti."  Allah'ın Rasulüne yapılan bu biat; nübüvvet biatı değil, yöneticiye itaat etme biatıydı. Bu olay, kadının yöneticiye biat edebileceğini ve onu seçebileceğini göstermektedir. Parlamento açısından durum budur.
Ümmet Meclisi’nin durumu ise böyle değildir. Ümmet Meclisi görüş belirtme ve belirtilen görüş ile amel etme yeridir, hükmetme yetkisi yoktur. Ümmet tarafından halifeyi seçme yetkisi verilmedikçe yöneticiyi seçemeyeceği gibi onu azledemez de. Kanun koyma yetkisi de yoktur. Ümmet Meclisi’nin bütün işi görüş belirtmekle ilgilidir. Ümmet Meclisi genellikle şu işlere bakar:
a- Devlet (halife), uygulamaya koymak istediği dahili herhangi bir iş hususunda görüşünü almak üzere Ümmet Meclisi’ne müracaat eder,
b- Dahili ve harici uygulamalarından dolayı halifeyi denetlemek,
c- Dahili ve harici birtakım konularda görüşlerini belirtmek,
d- Halife adaylarını tesbit etmek,
e- Valiler ve yardımcılar hakkındaki hoşnutsuzluklarını gündeme getirmek, görüşlerini bildirmek.
Burada sıralanan işlerin tümü bir nevi görüş beyanından ibarettir. Dolayısıyla Ümmet Meclisi’nin işi genelde birtakım konularda görüşünün alınması amacıyla "şûra" görevini yerine getirmektir. Ancak hükümleri benimseme gibi hususlarda Ümmet Mecilisinin görüşü halifeyi bağlayıcı değildir. İşte bunların tümü görüş belirtmekten ibaret olup, yönetim işlerinden değildir. Bu nedenle Ümmet Meclisi’nin görevi yalnızca görüş belirtmekle ilgilidir.
Ümmet Meclisi üyeleri yalnızca görüş belirtmede halkın vekilleridir. Yönetimde onların vekilleri olmadıkları gibi, yöneticinin nasbedilmesinde ve azlinde de onların temsilcileri değillerdir. Hatta Ümmet Meclisi üyeleri halife yardımcıları ve valiler hakkında hoşnutsuzluklarını ortaya koydukları zaman, onlar hemen azledilmiş sayılmazlar. Ancak Ümmet Meclisi’nin görüşlerine istinaden halife tarafından azledilirler. Oysa parlamento böyle değildir. Zira parlamento üyeleri, bakanlar hakkında verdikleri güvenoyunu geri çektikleri zaman devlet başkanının görevden almasına gerek kalmaksızın görevlerinden alınırlar.
Ümmet Meclisi üyeleri halkın görüşünü temsil ettiklerine göre, kadın da Ümmet Meclisi yetkisi dahilinde bulunan her konuda görüşünü açıklama hakkına sahiptir. Siyasi, iktisadi ve teşrii nitelikteki konularda ve diğer konularda görüş belirtme hakkına sahiptir. Kendi yerine görüş belirtmesi için dilediği kimseyi vekil tayin edebileceği gibi, kendisi de başkaları adına vekil olabilir. İslâm, görüş belirtme hakkını erkeğe verdiği gibi kadına da aynı eşitlikte vermiştir. İslâm'da şûra, eşit olarak hem erkeğin hem de kadının hakkıdır. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"İş (hususunda) onlarla müşavere et." 
"Onların işleri, kendi aralarına, müşavere iledir."  Bu ifadeler, hem kadına, hem de erkeğe şamildir. Aynı şekilde emr-i bi'l ma'ruf ve nehyi ani'l münker görevini ifa etmek aralarında herhangi bir ayırım bulunmaksızın hem erkeğin hem de kadının yapması gereken görevlerdendir. Nitekim, Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden, hayra davet eden, marufu emreden, münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun."  Allah Rasulü ise şöyle buyurmaktadır:
"Sizden bir kimse, herhangi bir kötülük gördüğü zaman, onu değiştirsin."  Dikkat edilirse cümle hem erkeğe hem de kadına şamildir. İdarecileri muhasebe etmek ve denetlemek hem kadına hem de erkeğe farzdır. Nebi (s.a.v.):
"Din nasihattir. Denildi ki: Kim için ey Allah'ın Rasulü?Dedi ki: Allah, Rasulü, müslümanların yöneticileri ve tüm Müslümanlar için nasihattir"  derken nasihatı, hem erkek hem de kadın için bir hüküm olarak belirtmekteydi. Hadiste belirtildiği gibi nasihatta bulunma görevi yalnızca erkekle sınırlı tutulmamıştır. Hadise göre kadın erkek ayırımı yapılmaksızın müslüman olan herkes, hem müslümanların yöneticileri hem de tüm insanlar için nasihatta bulunma görevini ifa etmekle yükümlüdür. Asrı saadette kadınların Rasulullah (s.a.v.) ile tartışmaları ve bazı konular hakkında soru sormaları; günümüzdeki kadınların da yönetim yetkisine sahip olan kimselerle tartışabileceklerine ve onlara birtakım sorular sorabileceklerine işaret etmektedir. Bir bayram günü Allah Rasulü’nün erkeklere vaaz ettikten sonra kadınların bulunduğu yere geçip onlara da öğütte bulunduğu ve onlara şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Sadaka verininiz, çünkü çoğunuz cehennem odunusunuz" deyince, yanakları işaretlenmiş bir kadın, kadınlar arasından ayağa kalktı ve; Niçin ey Allah'ın Rasulü? dedi..."  Bu hadis, kadınların Allah'ın Rasulü ile münakaşa ettiğine ve haklarında söylediğinin sebebini sorduklarına işaret etmektedir. Salebe kızı Havle olayı şöyledir: "Havle, kocasının kendisi için söylediği zıhar durumunu sormak üzere Allah'ın Rasulüne gelmişti. Allah Rasulü (s.a.v.): “Senin bu sorduğun bu mesele hakkında yanımda hiçbir şey yoktur" dedi. Bunun üzerine kadın, bu konuda Allah Rasulü ile mücadele etti.” Bu, meşhur bir olaydır. Nitekim, Kur'an-ı Kerimde bu hususa işaret edilmektedir:
"Kocası hakkında seninle cedelleşen ve Allah'a şikayet eden kadının sözünü, Allah işitmiş bulunuyor. Allah, sizin karşılıklı konuşmalarınızı işitiyor."  mealindeki ayet, kadınların Allah Resulü ile münakaşa ettiklerini açıkça belirtmektedir. Her konuda, kadının kendi reyini açıklayabileceği ve bu konuda münakaşa edebileceği hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu konuda icma vuku bulmuştur.
Kadının, kendi görüşünü temsil edecek kimseyi vekil tayin edebileceği ve başkasının adına vekil olabileceğinin caiz oluşunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Çünkü kadın; nikah, alış-veriş, icare ve diğer muamelelerde, kendisini temsil edecek kimseyi vekil tayin edebileceği gibi başkasına da vekil olabilir. Bu konuda herhangi bir tahdit de yoktur. Yani kadının vekalet alması veya vekalet vermesi sadece bazı alanlarla sınırlı olmayıp her şeyi kapsamına almaktadır. Ümmet Meclisi üyeliğinde görüş belirtme olayı da bundan bir parçadır. Dolayısıyla kadının dilediğine vekil olması veya vekalet vermesi şer'an caizdir.
Ümmet Meclisi, rey ve görüşlerin belirlendiği bir yer olduğuna göre ve meclis üyeleri de başkalarını temsilen orada bulunduklarına göre kadın; Ümmet Meclisi üyeliğine hem seçilebilir, hem de seçebilir. Kadın, başkasına vekil olabileceği gibi, rey ve görüşlerini bildirmek üzere başkasını da vekil tayin edebilir. Nitekim Allah'ın Rasulü gönde-rilişinin on üçüncü yılında, yani hicret ettiği yıl, ikisi kadın olmak üzere yetmiş üç kişi Mekke'ye yanına gelmişti. Bu kadınlardan biri Mazin oğullarının kadınlarından biri olan Ümmü Ammara diğeri ise Seleme oğullarının kadınlarından Amr b. Adiyye'nin kızı Esma idi. Onlarla Akabede buluşmak üzere sözleşmişti. Gece yarısı erkekler dağı tırmanırlarken, iki kadın da onlarla beraber dağı tırmanıyorlardı. Akabede buluştukları zaman Allah Rasulü onlara şöyle dedi:
"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi, beni de koruyacağınıza binaen sizden biat alıyorum."  Onların, bu teklife karşı cevapları şöyleydi:
"Zorlukta ve rahatlıkta, sevinçte ve kederde, seninle birlikte olacağımıza, dinleyip, itaat edeceğimize, hiç kimsenin kınamasından korkmayarak nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize dair biat ettik."  Bu biat, siyasi bir biattır. Kadının siyasi bir biatta bulunması caiz olduğuna göre, seçmesi ve seçilmesi de caizdir. Çünkü biat etmek ve seçmek, yöneticiyi seçmek ve ona itaat etmek kapsamında değerlendirilir.. Biat ve seçme olaylarının aynı şeyler olduğunun delili şudur: Halife, biat edilmezse şer'an halife olamaz. Onu halife yapan şey biattır. Biat, hakikatte halifeyi seçmek olup; onu dinleyip, ona itaat etme taahhüdüdür. Biat, sadece dinleyip, itaat ahdi vermekten ibaret değildir. Hilafet akdi tahakkuk ettikten sonra itaat ve dinleme mecburiyeti biat etmeyenleri de kapsar. Fakat ilk biat, seçme ve dinleyip itaat biatıdır. Bunda rıza şarttır. Çünkü böylesi bir biat, razılık aktidir. Bunun için, biat ve seçme aynı şeylerdir. Ümmet Meclisi’nde kadını temsil edecek kişiyi seçmesi daha evladır. Çünkü en yüksek bir mevki olan halifeyi seçmeye kadın selahiyetli olduğuna göre, kendi reyini temsil edecek birini vekil tayin etmesi elbette ki caizdir. Böylece, kadının Ümmet Meclisi’ne üye olarak seçilme ve seçme hakkına sahip olması şer'an caizdir.
İkinci Akabe Biatı, kadının Ümmet Meclisi’ne, kendisinden başka birini seçebileceğinin caiz olduğuna delalet eden bir delildir. Şûra Meclisi’ne kadının üye olarak seçilmesine gelince; Allah'ın Rasulü Akabe’de biat işini bitirince onlara şöyle demişti:"Kendi aranızdan kavimlerini temsil edecek olan, on iki kişiyi seçiniz." Rasulün bu emri herkes için geçerli bir emirdir. Burada, Allah Rasulü erkek kadın ayırımı yapmamıştır. Gerek seçecek ve gerekse seçilecek kimselerden erkek kadın ayırımına gitmemiştir. Umumi olan bir ifadeyi tahsis eden başka bir delil varid olmadığı müddetçe umumiliği üzerinde bırakılır. Delil tahsis edilmediğine göre hem kadına hem de erkeklere şamildir.
Binaenaleyh Ümmet Meclisi’nde, kadının üye olarak bulunması, meclis üyelerini seçmesi, başkasının reyini temsil edebilmesi, başkasının da kendi reyini temsil edebileceğinin delili İkinci Akabe Biatıyla sabittir.
Şûrada kadın ve erkeğin hak sahibi olduklarında herhangi bir şüphe yoktur. Yöneticinin muhasebe edilmesi ve denetimi hem erkek ve hem de kadın üzerine farzdır. Aynı şekilde emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker görevi hem erkek, hem de kadın üzerine farzdır. Nasihat, hem erkek hem de kadın için meşru kılınmıştır. Görüşünü temsilen vekalet tayini hem erkek hem de kadın için bir haktır. Kadının kendisine ait bir görüşü vardır. Bu görüşün; siyasi veya birbaşka görüş olması arasında fark yoktur. Ümmet Meclisi’nin görevlerinden olan; şura, yöneticileri muhasebe etmek, ma'rufu emredip münkerden sakındırmak, görüş belirtmekle alakalı olan her konuda müslümanların imamlarına (yöneticilerine) nasihatta bulunmak gibi işlerin hiçbirinin yönetimle ilgili olmaması, kadının Ümmet Meclisi’ne üye olmasında, Ümmet Meclisi üyelerini seçmesinin caiz oluşunda herhangi bir şüphenin bulunmamasını gerektirir.

Ancak bazı kimseler; biatın dinlemek ve itaat etmek üzere alınan bir söz olduğu, seçim olmadığını ileri sürerek bunu kadının Ümmet Meclisi’ne seçilmesine delil olarak kabul etmemekte ve bu konuda şüpheye düşmektedirler. Dikkat edilirse Ümmet Meclisi’nin görevi görüşle alakalı hususlardır. Kadının, dilediği kimseyi görüş belirtmede kendisine vekil tayin etme hakkına sahip olması; kadının Ümmet Meclisi üyelerini seçmesinin caiz olmasında herhangi bir şüphenin olmamasını gerektirir. Üstelik başlangıç itibarıyla biat, karşılıklı rızaya dayananan bir akittir. Biatta bulunanların serbest iradeleri ile halifenin seçilmesi işlemidir. Sanıldığı gibi biat, sadece itaat için verilen bir söz değildir. Bu yönüyle biat, halifenin seçilmesi işlemidir. Dolayısıyla kadının da yöneticiyi seçme hakkına sahib olduğu İkinci Akabe Biatı ile sabittir. Kadının halifeyi seçmesi caiz olduğuna göre Ümmet Meclisi üyelerini seçmesi haydi haydi caizdir. Diğer taraftan bazıları, Ümmet Meclisi’ni parlamentoya benzeterek kadının Ümmet Meclisi’ne üye olmasının caizliği hususunda şüpheye düşmüşlerdir. Oysa Ümmet Meclisi’nin görev ve yetkileri ile parlamentonun görev ve yetkileri birbirinden tamamen farklıdır. Ümmet Meclisi görüş belirtme yeri olduğu halde, parlamento aynı anda yasama ve yürütme organıdır. Dolayısı ile bunlar birbirine benzemezler. Bu durumda kadınların Ümmet Meclisi’ne üye olmalarının caiz olması hususunda herhangi bir şüphenin olmaması gerekir. Böylece kadının; Ümmet Meclisi’ne üye olmasının ve meclis üyelerini seçmesinin caizliği hususunda herhangi bir şüphe kalmamaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder