13 Ekim 2014 Pazartesi

O YOLDA İNFAK

Âyet-i kerîme sadaka prensibi hususunda bir adım daha ilerliyor. Sadakanın adabını ve neticelerini açıkladıktan sonra şeklini ve çeşidini de beyan etmeye başlıyor :

267 — «Ey îman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki şüphesiz Allah, Ganî dir, H a m i d dir.»

Geçen âyet-i kerîmelerden ortaya çıkan infak ruhunun ve sadaka şuurunun doğduğu esasların icabı olarak, mevcudatın en büyüğü olan insanoğluna verilen ihsanların gayet tabiî ki eski ve kötü olmaması lâzım olduğu açıkça beliriyor. Elbette verilen yardımların, veren kişiyi rencide edici tarzda olmaması, kendisine başkası tarafından ikram edildiği takdirde kabul etmiyeceği bir şey olmaması gerekir. Şurası bir gerçektir ki Hak Taâlâ hazretleri kötü ve çirkin şeyleri kabul etmez...

Her zaman ve her devirde gelen ehl-i îmana şamil olan bu davet, mü’minlerin ellerinde bulunan her türlü malı ihtiva eder. Mü’min gönüllerin kazandıkları halâl kazancın tümüne ve Hak Taâlâ’nın yeryüzünden insanoğlu için yetiştirdiği bitki, tahıl ye nebatatın umumuna şamildir. Yerden çıkan petrol ve madenler de bu hükmün şümulu içerisindedir. Bu sebepledir ki âyet-i kerîmenin nassı içerisinde Hz. Peygamber devrinde bilinen ve sonraları bulunacak olan bütün mal cinsi girmektedir. Hüküm umumîdir. Ne zaman bulunursa bulunsun hiç bir mal bu hükmün dışında kalmaz. Malın her çeşidine de zekât düşer. Ancak verilecek miktarlar hususunda o devirde maruf olan mal cinsinin bütününü hadîs-i şerifler beyan etmiştir. Daha sonra bulunan çeşitli eşyadan verilecek zekât hususu da o hükümlere kıyas edilerek belirtilir.

Bu âyetlerin ilk nâzil olduğu zaman mevcut olan sebepler üzerinde pek çok rivayetler vardır. Kur’aınn ilk nâzil olmaya başladığı sıralarda karşı karşıya bulunduğu hayat tarzının mahiyetini belirtmesi ve Kur’anın nefisleri terbiye edip, ulvî bir seviyyeye yüceltmek için sarfettiği cehdi iyice anlatması bakımından bunları zikretmemizde bir beis yoktur...

İbni Cerîr, Berra bin Azib’ten isnatla rivayet ediyor.
«Bu âyet-i kerime A n s a r hakkında nâzil olmuştur. Ansardan bazı kimseler hurmaların toplanma zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış, ham hurmaları toplayarak Mescid-i Nebevî’deki iki direğin arasında bir ipe asarlardı. Muhacirini kiramın fakirleri gelir, bu hurmalardan yerlerdi. Bazı kişiler de ham hurmaların arasına ezik ve çürüklerini kasden koyarlardı. Ve bunun caiz olduğunu sanarlardı. Bunun üzerine öyle yapanlar hakkında : «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerimesi nâzil oldu.»

Ayni hadîs-i şerifi Hakim de Berra bin A z i b ’• ten nakleder ve bu hadisin Buharî ve Müslim’e göre sahih olduğunu zikreder.

İbni E b i H a t e m ’de bir başka isnad yoluyla Berra (RA.) dan şöyle rivayet eder :

Bu âyet-i kerime bizim hakkımızda nâzil oldu. Bizim hepimizin de hurmalıkları vardı. Herkes kendi hurmalarından az veya çok bir miktar muhacirlere getirirdi Bazı kimseler hurmaları salkımları ve çöpleriyle getirir ve Mescid-i Nebevî’ye asardı. Suffa ehlinden olanların yiyecek bir şeyleri yoktu. Eshabı Suffa’dan bir kimse acıkırsa mescide gelir ve değneği ile asılı bulunan bu hurmalardan düşürerek yerdi. Tabii ki ham hurmalarla olgunları karışık düşerdi. Bir takım hayır arzusunda olmayanlar ise saplı hurma salkımlarıyle birlikte kötü ve olmuş hurmaları da getirip asıyorlardı. Sapından kopmuş olduğu halde onları da getiriyorlardı. Bunun üzerine Hak Taâlâ tarafından : «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ve efendimiz buyurdu ki; sizden biriniz kendisine verilince gözünü yummadan almayacağı şeyleri infak etmesin. Bundan sonra bizden herkes en iyi olan malını getirirdi.»

Her iki rivayette mevzua yakındır. Ve her iki hadîs de M e -d i n e i Münevverede cereyan etmiş olan bir vakıayı anlatmaktadır. Ansarın gösterdiği cömertlik fazilet ve ihsan tarihinde eşine rastlanmayan örnekler yanında bir başka taraflarını da bu iki vakıa bize açıkça göstermektedir. Ve yine bu iki vakıadan anlıyoruz ki; bir topluluk içerisinde gayet üstün ve hayreti mucib zirveler mevcut olacağı gibi, kemale doğru yönelen, ancak daha terbiyeye, tehzibe ve yöneltilmeye muhtaç kimseler de bulunabilir. Tıpkı ansardan bir takım kimselerin infak ederken mallarının kötüsünü vermemeleri için nehiy ve ihtara muhtaç oldukları gibi. Kendi aralarından birine takdim ederken utanarak veremeyecekleri veya gözlerini yummadan alamayacakları şeyleri Allah yolunda vermeye çalışıyorlardı.

Bunun için âyet-i kerimenin son kısmında şu hüküm yer alıyor :

«Ve bilin ki şüphesiz Allah, Ğ a n i dir, H a m i d dir.»

Bilûmum insanların vergisinden Ganî dir. Şu halde insanlar Allah yolunda bir şeyler verirse kendi nefisleri için vermektedirler. Öyleyse seve seve versinler. Gönüllerinden doğarak en güzel mallarını versinler...

H a m î d dir... Güzel olan şeyleri kabul eder, verenleri överek onları hayırla mükâfatlandırır...

Hem Ğ a n i , hem de H a m i d sıfatlarının burada zikredilmesi kalbleri titreten duygu ve ilhamlarla doludur. Nitekim o günkü ansarın kalbini de bu duygular bilfiil titretmişti...

«Ey iman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin...» Yoksa Hak Taâlâ hazretleri sizin Allah rızası için sadaka olarak verdiğiniz kötü şeylerden ganidir. Aynı zamanda Allahü Zülcelâl güzelini verdiğiniz zaman sizi över ve sizi güzel şeylerle mükâfatlandırır... Hiç şüphe yok ki en çok rızık veren ve en çok ihsanda bulunan Allahü Taâlâ’nın kendisidir... Sizi en güzel mükâfatlarla donatır. Ve size her şeyi daha önce veren de O’dur. Ne duygu! Ne ilham!.. Ve bu hayretâ-miz üslûb içerisinde ne güzel terbiye ediliyor kalbler!..

İnfaktan kaçınmak veya kötü şeyleri infak etmek; kötü amillerden, Allahü Taâlâ’nın ind-i İlâhisinde bulunan nimetlere yakinî îmanın sarsılmış olmasından, Allahü Taâlâ’ya ulaşmak isteyen ve O’na güvenen, en sonunda bütün varlığı ile O’na döndürüleceğine yakinen inanan bir kalbte asla bulunmaması gereken, açlık korkusundan neşet ettiğinden dolayı Allahü Taâlâ ehl-i îmana bu duyguları açıkça beyan ediyor. Bu nevi duyguların nereden nefislere yerleşeceğini ve kimin onları kalblere serpeceğini gözleri önüne seriyor... Bu duyguları kalblere serpen Şeytandır...

268 — «Şeytan sizi fakirlik ile korkutarak, çirkin şeyleri emreder. Allah ise kendinden bir mağfiret ve bir bolluk vadeder. Ve Allah Vasidir, Alimdir.

269 — Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.»

Şeytan sizi fakirlik ile korkutarak, nefislerinize hırs, cimrilik ve azgınlık yerleştirir. Halbuki Allah, kendisinden bir mağfiret ve bir bolluk vadeder.  Her ne kadar muayyen bir günah nevi için kullanılırsa da şümulü bakımından umumîdir. Devri cahiliyyette fakirlik korkusu bir nevi azgınlık olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye sevkediyordu. Aşırı servet toplama hırsı da yine o devirde bazı kimseleri azgınlığın bir başka nevi olan faiz almağa sevk ediyordu. İnfak ettiği şeylerden ötürü fakir düşmekten korkmak da ayni şekilde azgınlığın bir nevidir.

Şeytan sizi fakirlik ile korkutup, çirkin şeyleri emrederken, Allahü Taâlâ da kendisinden bir mağfiret ve bir bolluk vadediyor:

Allah ise kendisinden bir mağfiret ve bir bolluk vadeder.»

Hak Taâlâ hazretleri önce mağfireti, sonra bolluğu zikrediyor. Çünkü önce mağfiret gelir, sonra bolluk. Bolluk, mağfiretten sonradır. Hem âyet-i kerime yeryüzünde rızık ve ihsanları ihtiva ediyor, hem de Allah yolunda bezi ve infak etmenin mükâfatını beyan ediyor.

«Ve Allah Vasi dir, Alîm dir.>





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder