28 Mart 2015 Cumartesi

İNANIP TA İNKÂR EDENLER

Müminlere tevcih edilen bu iki nidâyı müteakip şimdi de, münafıklar ele alınıp sapık itikatları perişan ediliyor. İlk olarak o günkü halleri tavsif edilerek söze başlanıyor. Küfre ve kâfirlere
son derece yakın olan bu şaşkınlar, bir ibret levhası olarak beşeriyete takdim ediliyor:

137 — Doğrusu inanıp sonra inkâr edenler, sonra inanıp tekrar inkâr edenler, sonra da inkârları artmış olanları Allah bağışlamıyacaktır. Onları doğru yola da eriştirmeyecek tir.

Şayet küfür, imandan önce mevcut idi ise, arkasından gelen iman, onu imha edecek, vebâlini de tamamen silecektir. Zaten nuru görmeyen karanlıktan başka neyi idrâk edebilir? İmânı bilmeyenin küfrü bir bakıma normaldir ve bövleleri mazurdur. İmandan sonra küfre gelince; bu bir cinayettir. Hiç bîr mazeref tarafı, hiç bir mağfiret imkânı olmayan korkunç bir sapıklıktır. Küfür bir örtüdür. Ne zaman ki bu örtü düşerse, fıtrat halikına kavuşur; yol kaçkını, hak kafilesine iltihak eder; asıl kaynağına ulaşır, ruh, unutulmaz bir tatlılığın zevki ile mest olur... İmanın tatlılığı... Fakat bakın şu insanlara ki; imandan sonra da küfre dönüyorlar, irtidad ediyorlar. Hem de defalarca bu hakareti irtikâb ediyorlar. Fıtrî asıllarına ihanet ediyorlar. Rablerini tanımıyorlar. Kasden sapıtıyorlar; dalâlet gayyasına hususen kendilerini atıyorlar. Uçsuz bucaksız sahralarda, engin dalâlet çöllerinde şaşkın şaşkın dolaşmayı, imâna tercih ediyorlar...

İşte böyleleri affedilmez! Bunları bağışlamamak, İlâhî adâletin engüzel bir şekilde tecellisidir. Böylelerine hidayet yüzü göstermemek, adaletin ta kendisidir. Çünkü onlar, doğru yolu bildikleri halde, o istikâmete iltifat etmiyorlar. Hak yolun müdavimi olmaktansa, yol kaçkını olmayı tercih ediyorlar. Kötülüğü, kendileri istiyorlar. Körlüğü, hakikatleri görmemeyi kendileri arzu ediyorlar. Hidâyet üzere idiler; kabul etmediler. Nur huzmeleri ile aydınlanıyorlardı; karanlıklara gönül bağladılar. Düştükçe düştüler... Battıkça battılar...

ALLAH’A TESLİM OLMAK

insanoğlu, kendini tamamen Allah’a teslim etmedikçe, her şeyden tam manasıyle tacerrüt etmedikçe hürriyete eremiyecektir. Zaruretler, menfaatler, kıskançlıklar ve ihtiraslar onu sıkıştırdıkça sıkıştıracaktır. Dünyasını zindan edecektir. Arzu ve istekler, mal ve menfaat kaygusu, ebediyen onu rahat bırakmıyacak, huzur yüzü göstermiyecektir. Allah korkusu ile dolu olan kalblerin hissettiği üstünlük şuurunu ve hürriyet duygusunu ebediyen duyamayacaktır. Bir müminin, her türlü değerlere, şahıs ve hadiselere karşı, beşeri kuvvet ve saltanata karşı duyduğu yücelik duygusu ebediyen kendisine haram olacaktır*

Bundan dolayıdır ki, nifak dal budak salıyor. Aslında nifak; zaafiyetten hakka karşı direnmekten, bâtılı koltuklamaktan başka bir şey değildir. Zaafiyet aslında, korku ve arzunun tabiî bir neticesidir. Korku ve arzuyu Allah’tan başkasına talik etmenin sonucudur. Allah'ın nizamından ayrılarak yeryüzünün fitne ve fücûruna, insanların sefaletine kendini mahkûm etmenin zaruri meyvesidir.

Burada, Allah’a iman ve şahitliği hakkıyle yerine getirmek mevzuu ile nifak meselesi arasında oldukça geniş bir münasebet vardır ki bu, Nisa sûresinin asıl temas etmek istediği ana mevzulardan biridir. Bu husus; müslüman cemaati, İslâm nizamı ile terbiye etmektir, eğitmektir. Cahiliyyet hayatının kalıntılarını tamamen yok etmektir. Fıtrî ve beşerî zaafiyetlerin mukabili olan nefsî duyguları tedavi etmektir. Sonra ruhen İslah edilmiş hale getirilen bu insanları, etraftaki müşrik ve münafıklarla savaşa sokmaktır. İ’lâi kelimetullahı arza teşmil etmektir. Zaten sûre, baştan sona kadar bütün âyetleriyle, bu umumî gayenin etrafında dönüp dolaşmaktadır.


■Onlar önce iman ettiler, sonra küfre döndüler. Sonra yine iman ettiler, arkasından tekrar küfrettiler. Sonra da küfürlerinde son derece ileri gittiler.»

Bu ifadelerle, münafıklara yapılacak olan hamle hareketi başlıyor. Nifak münafıkların ahvaline dair, daha önce çeşitli defalar işaret edilmişti. Ders ve ibret alınmaya değer mütenevvi üslûplarla halleri dile getirilmişti. Islâmın, hayat ve kalplerin vakıalarına dair meselelerde, daima fiiliyata değer verdiği her münasebet düştükçe tekrar edilmiş ve böylece İlâhi nizamın tabiatı tanıtılmaya çalışılmıştı.

138 — Münafıklara, kendilerine elem verici bir azab olduğunu müjdele.

139 — Onlar, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinirler; onların tarafında bir kudret mi arıyorlar? Doğrusu kudret bütünüyle Allah'ındır

140 — O, size kitab’da: «Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar, yanlarında oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz», diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.

141 — Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah’tan size bir zafer gelince, «Sizinen beraber değilmiydik?» derler, kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da onlara: «Size üstünlük sağlayarak müminlerden korumadık mı?» derler. Kıyamet günü aranızda hüküm verecek olan Allah’tır. Allah, müminler aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.

142 - 143 — Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmağa çalışırlar. Oysa Allah, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ne onlarladırlar. ne de bunlarla. İkisi arasında, bocalayıp durdukları gibi Allah’ı da pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın.


MÜNAFIKLAR

Münafıkları o elem verici azaptan korkut, denmiyor da, müjdele deniyor. Ne büyük bir istihzâ!. Ne hakaret dolu bir ifâde!. Münafıkları bekleyen elim azaba, bir beşaret perdesi örtülüyor. Sonra bu elim azabın sebebi beyan ediliyor. Neden böyle bir azaba müstahak oldukları anlatılıyor. 



kuvvet ve kaynağı hakkındaki kötü tasavvurların sebep olduğu ifade ediliyor.

«Münafıklara, kendilerine dem verici bir azab olduğunu müjde et.»

«Onlar müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir kudret mi arıyorlar? Doğrusu kudret, bütünüyle Allah’ındır.»

Burada zikredilen kâfirlerden maksat, yahudilerdir. Münafıkların her biri onlara sığınır, onların himayesinde barınır, onlarla beraber müslümanlar için çeşitli komplo ve tuzaklar hazırlarlardı.

Yüce Allah, onlara soruyor: Mümin olduklarını iddia edenler, niçin kâfirleri dost ediniyorlar? Niçin kendilerini bu derece alçaltıyorlar? Yoksa izzet ve şerefi, kuvvet kudreti kâfirlerde mi arıyorlar? Halbuki bütün kuvvet ve izzet Allah’ındır, Allah’dan alınır. Allah’ın himayesine sığınmayan, hiç bir kuvvet ve izzete nail olamaz, Allah’ı dost edinmeyen, hiç bir zafer elde edemez.

Âyeti kerime, daha ilk hamlede münafıkların tabiatını ve vasıflarını beyan ediyor. Onların alâmeti fârikaları; müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeleridir. Keza, kuvvet ve izzetin hakikatine dair sui tasavvurlarını, kâfirlerin her türlü kuvvet ve izzetten mahrum olduklarını, bütün kuvvet ve izzetin sadece Allah’a ait olduğunu, ancak Ondan alınabileceğini açıklamayı da ihmal etmiyor.

Dikkat ediniz!. Bu, beşeriyeti hür ufuklara götüren bir kulluk nümunesidir. Sadece Allah’a kulluk. Ve bütün beşerî ilâhların tahakkümünden kurtulmak... Şayet insanoğlu, sadece Allah’a kullukla mutmain olmazsa, çeşitli değerlerin kulluğuna mahkûm olmak mecburiyetinde kalacaktır. Sayısız kişilere kulluğa mecbur olacaktır. Çeşitli sistemlerin, çeşitli arzuların ve çeşitli korkuların kölesi olacaktır. Şahıslara veya herhangi bir şeye yaptığı kulluk da, hiçbir zaman onu koruyamayacak, selâmete götüremeyecektir...

— Ya Allah’a kulluk edeceksin; Veya Allah'ın kullarına kulluk edeceksin!. Birincisinde izzet, hürriyet ve yücelik var! İkincisinde ise zillet ve mahkûmiyet var! Hangisini dilersen onu seç!.

Mümin, kalbinde iman nuru dururken Allah’dan başkasından
izzet dilenemez. Mümin olduğu halde Allah düşmanlarından kuvvet ve şeref, zafer ve muvaffakiyet talep edemez. Müslüman olduklarını iddia ettikleri ve müslüman isimler taşıdıkları halde, Allah'ın düşmanlarından yardım talep eden insanlar, bu âyetleri düşünmeye ne kadar muhtaçtılar!. Şayet onlar, müslüman olmak için hakikaten samimi bir arzu duyuyorlarsa, Kur’anı çok okumalı, iyi anlamalı ve etraflıca düşünmelidirler. Şayet müslüman olmaya niyetleri varsa!. Yoksa Allah zaten, bütün âlemlerden müstağnidir.

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek suretiyle izzet ve kuvvet talep etmeye benzer yanlış itikatlardan biri de; kafir ceddi ile büyüklenmek ve müslümanlarla aralarındaki nesep ve karabete itibar etmektir. Nitekim bazıları Firavun nesline mensup olmakla, bazısı Asurlu„ bazıları Fenikeli, bazısı B a b i 11 i, bazısı da cahiliyyet arabının torunlarından olmakla iftihar ediyorlar.

îmam-ı Ahmed rivayet eder ki: Hüseyin İbni Muhammed, Ebu Bekir İbni Abbas, Hamid El Kindi ve Ubane Bin Nesi tarikiyle Ebu Reyhân’eden rivayet edilen bir hadisi şerifte Resûlullah şöyle buyurmuştur:


■Her kim kendini dokuz kâfir atasına nispet eder ve böylece kendine izzet ve iftihar payı çıkarmak isterse, o, cehennemde onların onuncusu olacaktır.»

İslâm da, cemiyet fertlerini birbirine bağlayan yegâne bağ, akidedir. îslâmda millet, her nesil ve her mekânda Allah’a inanan kişilerden teşekkül eder. Yoksa millet, sadece nesillerin mecmuun dan ibaret değildir. Herhangi bir mekânda yaşayan insanlar da, hiç bir zaman Islâmdaki millet fikrini tekevvün ettiremezler.

MÜNAFIKLIĞIN İLK BASAMAĞI

Nifak mertebelerinin ilki; bir müminin, Allah'ın âyetleri ile istihza edilen bir mecliste oturması ve bunları işitmezlikten gelmesidir. Böyleleri kendilerine, müsamahakâr vasfını lâyık görürler.



Dehâ çapında bir insan olduklarını, siyaset yaptıklarını zannederler. Veya fikir hürriyetine inanmış geniş görüşlü insanlar olduklarını vehmederler. Halbuki bu hal, vücudun her hücresine yavaş yavaş sirayet eden dahilî bir hezimettir. Sönmeye yüz tutmuş imanı, onlara karşı koyma imkânı veremiyor. Sonra zaaf ve alçaklığı, elini kolunu bağlıyor, hareket imkânı vermiyor. Allah’a, dinine ve âyetlerine sahip çıkıp onları muhafaza ve müdafaa etmek, imanın ta kendisidir. Bu iman kalesini parçalamak; her seddi yıkar, her maniayı yok eder. Dalgalar, zaten zayıflamış olan iman dünyasını mahvu perişan eder.
Kim ki bir mecliste, dini ile alay edildiğine şahit olursa, ya derhal müdahale etmeli veya hemen o mecliste kalkıp gitmelidir. Şayet sükut edip duymazlıktan gelirse, hezimetin ilk basamağına adımını atmış olur. Böyleleri, iman ve küfür arasındaki nifak köprüsünün bedbahtları diye tavsif olunur. Ne tam kâfir olmuşlar, ne de hakkıyla iman şerefini ibraz, edebilmişler.

M e d i n e’de bir kısım müslümanlar, münafıkların ileri gelenleri ile otururlar, münafıklar da onlara tesir etmeye çalışırlardı. Fakat Kur’anın eğitici kaideleri birbiri ardısıra sökün ediyor ve müslümanlara bu işin hakikatini anlatıyor. Böyle meclislere rağbet etmenin ve orada serdedilen sapık fikirlere karşı sükût etmenin, dahili hezimetin ilk basamağı olduğunu, böyle yerlerden derhal uzaklaşmaları lâzım geldiğini öğütlüyor. Fakat o zamanın şartları düşünülerek, sapık dahi olsalar o insanlardan ve meclislerinden mutlak manada alâkalarını kesmeleri emredilmiyor; sadece Allah’ın âyetlerine küfredildiği veya istihza edildiği zaman orada oturmaları yasak ediliyor. Bu yasağa riayet etmemenin, insanı nifaka götüreceği, bunun ise çok acı bir akıbete sebep olacağı, kâfirlerle münafıkların ebedi karargâhı olan cehennem azabını intâc eyleyeceği tavzih ediliyor:

■O, size kitapta; «Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar yanlarında oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz» diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.»

Buradaki ifadeler, E n ’ a m sûresinde daha önce inzal buyrulan Âyetlere de işaret etmekte ve onlarla sıkı bir irtibat meydana getirmektedir. Mevzu ile alâkalı olarak E n ’ a m sûresinde inzal olunan âyeti burada zikredelim:

■Ayetlerimiz hakkında istihza ile bahsedenleri gördüğün zaman, kendilerinden yüz çevir, yanlarında oturma. Ta ki, bundan başka bir söze dalalar.» “163 Enam: 68.


Fakat buradaki âyette, müminlerin bütün iman dünyasını tehdid eden ağır bir ifade kullanılmaktadır.

■Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.»

İşte yeni bir tehdit daha!. Akıl ve düşünme dünyasını alt üst eden korkunç bir akıbetin ifadesi!.

■Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin, hepsini cehennemde toplayacaktır.»

Yukarda da söylendiği gibi buradaki yasak, sadece Allah'ın âyetlerine küfredildiği veya istihzaya alındığı zaman, onlarla oturmamak hususuna tahsis edilmiştir. Müslümanların diğer işlerine el atmadıkları müddetçe, onlarla olan münasebetlerini devam ettirmeleri yasak edilmemiştir. Zaman tabii seyrine devam ediyor; müslümanlar da zamanla beraber hayatlarını sürdürüyorlar. İlâhi nizam ise; meseleleri yavaş yavaş ele alıyor, realite âlemindeki vakıaları, hadiseleri, duyguları ve cahiliyyet kalıntılarını dikkate alıyor ve onları teker teker değerlendiriyor; mevcut hayatı değiştirmek için sabit ve muttarid adımlarla yoluna devam ediyor.

MÜNAFIKLAR TABLOSU

Münafıkların alâmetleri sırayla açıklanıyor. Şahsiyet sahibi insanları nefretten kıvrandıracak halleri, bütün incelikleri ile tasvir ediliyor. Mûslümanlara başka bir yüz, kâfirlere başka bir yüzle vardıkları, her iki zümrenin arasında farklı bir yol tuttukları, bukalemun gibi daima renk değiştikleri canlı bir resim halinde afal ve şahsiyet sahiplerinin önlerine seriliyor:

■Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah’dan size bir zafer 
gelince; «Sizinle beraber değil miydik.» derler. Kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da, onlara; «Size üstünlük sağlayarak müminlerden korumadık mı?» derler. Kıyamet günü aranızda hüküm verecek olan Allah’tır. Allah müminler aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.»141-Nisa

Bir nefret tablosu!. İnsan şahsiyetini mahvü perişan eden bir hareket tarzı!. Müzebzeb ruhlu zavallılar, müslümanlara gizliden gizliye her melâneti yapıyorlar. Belâ ve musibetlere düçâr olmaları için her türlü karanlık işleri çeviriyorlar. Fakat zahiren de, müslümanlara sevgi gösterisinde bulunmayı ihmal etmezler. Akıllı adamdırlar, vesselâm!.

Olabilir ki müslümanlar, Allah’dan bir fetih ve zafer elde ederler, bir nimet ve saltanata konarlar. O zaman, sımaşıverirler hemen!.

«Sizinle beraber değilmiydik?»

Yani onlar, daima müslümanlarla beraber olduklarını söylerler. Gerçi çoğu kere onlardan ayrılıp gidiyorlar, en kritik anlarda onları yardımsız bırakıyorlar. İslâm ordusunda fitneler, tefrikalar meydana getiriyorlar idiyse de, bunlar mühim mi?!. Mühim olan, onların arasıra da olsa müslümanlarla beraber görünmeleri!.

Bazan da, kalblerinin müslümanlarla beraber olduğunu söylerler, Arkadan onları koruduklarını, uzaktan uzağa onlara yardım ettiklerini iddia ederler... Lâfı zor değil ki!...

«Kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da, onlara; «Size üstünlük sağlayarak müminlerden korumadık mı?» derler.»

Balon işte!. Şimdi de kâfirlerin yanına geldiler. Onların müdafii ve koruyucusu kesildiler. Gerçi onlara fiilî yardımda bulunmamışlar, ordularına iltihak etmemişlerdi, ama bu da mühim değil ki!.

İşte böyle, bukalemun gibi renkten renge giriyorlar. İçlerindeki zehiri, dillerindeki yağlarla örtüyorlar; hakikî maksatlarını daima gizlemeğe çalışıyorlar. Çünkü zayıftırlar, korkuyorlar. İğrenç ve gülünecek durumları var, ama müminler yine de onları affediyor. İşte bu; İslamın müminlerin kalblerine yerleştirmiş olduğu İlâhî müsamahanın neticesidir.

Bu mevzuda Resûlullahm hattı hareketi şöyle idi: Onlardan
yüz çevirmek, onlan hakiki niyetleri ile başbaşa bırakmak, müminlere onların durumlarım sarahatle anlatmak ve bu alçak gürûhun tasfiyesine kadar onlardan sakınmaların; tavsiye etmek... Resû-lullah, münafıkların bürünmüş olduklan perdeyi kaldırıp atıyor ve tecziyelerini ahirette Allah'ın hükmüne havale ediyor. Müslü-manlara kurdukları tuzakların cezasını Allah’a bırakıyor:

«Kıyamet günü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır.»

Zâhire göre hüküm vermekle mükellef olan Resûlullah, başka ne yapabilirdi ki?. Geceleyin kurulan tuzakları, hazırlanan plânları, kalblerde gizlenen hainlikleri açığa çıkarıp ispat etmek mümkün mü?...

Ama her şeye rağmen müminler, Allah'ın kesin vadi ile yine huzûr ve itminana kavuşuyorlar. Gizli tuzakların, kâfirlerle yapılan istişarelerin, hiç bir şeyi değiştiremeyeceği garantisiyle rahata eriyorlar. Allah'ın, müminler aleyhine kâfirlere bir zafer yolu, bir galebe imkânı vermeyeceği kararı ile sükûn ve istikrar buluyorlar:

«Allah müminler aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.»

Bu âyetin tefsiri hakkında iki rivayet zikredilmektedir. Bunlardan biri; bu âyetin tamamen kıyamet günü ile alâkalı olduğu, Allah'ın o günde münafıklarla müminler arasında hüküm vereceği ve kâfirlere, müminler aleyhine bir imkân, bir yol hazırlamıyacağı mey anındadır.

Diğeri ise; bu âyetin tamamen dünyaya ait olduğu, her ne kadar bazan müslümanlar mağlûp olsalar dahi, kâfirlere, müminleri yoketmek, kökünü kazımak imkânının verilmeyeceği tarzındadır...

Fakat âyeti kerimenin mutlak ifadesi, her iki hususu da içine alabilecek derecededir ve bu keyfiyet en uygun olanıdır. Böylece âyetleri muayyen bir zamana tahsis etmek illetinden de kurtulmuş oluyoruz.

Şayet mesele, sadece âhirete taalluk ediyorsa, o takdirde bir açıklama yapmaya, teferruata girmeye lüzum yok. Fakat dünyaya ait olduğunu düşünecek olursak, mesele değişir. Çünkü zahiri olaylar, görüyoruz ki, bazan bu âyetin hilâfına neticeleniyor. Ama zahiri olayların aldatıcı bir görünüşü vardır ki, burada tetkik ve araştırma ihtiyacı kendini gösterir.

Evet, bu Allah'ın kesin bir vadidir. Şüphe izi taşımayan bir
garantisidir. Son derece şümullü bir hükümdür. Şöyle ki: Ne zaman müminlerin ruhunda imanın hakikati istikrar bulur, iman esaslarını bir hayat nizamı olarak hadiselere tatbik eder, onu idari bir nizam olarak içtimai ve kazal vakıalara uygular, Allah için her şeyden tecerrüd eder ve büyük küçük her türlü ibadeti Allah’a tahsis ederlerse, işte o zaman Allah, onların aleyhine, kâfirlere bir yol hazırlamayacaklar!

Bu; tarihi realitelerin, aksini ispat etmekten âciz kaldığı değişmez bir hakikattir!.

. - Allah’a inandığım gibi bir katiyetle söylemek isterim ki, bu
İlâhi düsturların tahakkuku halinde müminler için hezimet mevzubahis değildir.

Allah'ın vadına hiç bir şüphenin karışmadığı emniyet ve katiyetiyle ifade etmek isterim ki, bütün Islâm tarihinde böyle bir hezimetin izine tesadüf edilmemiştir... Ancak amelde veya şuurda imanın hakikatini zedeleyen bir gedik açılmışsa, İlâhî vadin tecellî zemini kendiliğinden yıkılmış olur. Gediğin büyüklüğü miktarınca, tabiîî ki hezimet de genişleyecektir. Böyle hallerde kimden, ne hakla zafer ve galibiyet bekleyebiliriz?. Kuru bir inanç, hiç bir zaman imanın hakikatini ifade etmez!_Her çeşit şaibeden arî olarak, sırf Allah yolunda cihad etmek niyetiyle daima temkinli bulunmak asker ve teçhizatım her zaman için hazırlıklı bulundurmak imanın zarurî hakikatlerinden biridir. Bunları tahakkuk ettirdikleri takdirde, zaferin, tekrar müslümanlardan yana olacağına şüphe yoktur!.

Meselâ; U h u d d a Resûlullahın emrine itaat etmemek ve ganimete tamah etmekle bir gedik açılmış ve mağlûbiyeti intaç eylemişti. Meselâ; H u n e y n’de, askerin çokluğu ile övünmek, böyle bir ordunun mağlûp edilemiyeceğini sanmak ve asıl dayanağı ihmal edip unutmak sebebiyle bir gedik daha açılmış ve çok acı sahnelere şahid olunmuştu. İslâm tarihinde, Müslümanların mağlûbiyetiyle biten muharebelerin her birine teker teker bakınız; mutlaka bu nevi gedikler müşahede edeceksiniz. Ama Allah'ın vadına gelince; o her devirde haktır, gerçektir, tahakkuku katidir!.

Evet; sıkıntı ve darlık bir belâ ve imtihanın eseridir. Fakat belâ da mutlaka bir hikmete mebni olarak gelmiştir. En büyük
hikmeti de; Her. şeye rağmen ameli faaliyetlere devam etmek, belâların zaruri muktazasıdır. Ne zaman ki, bu belâdan sonra da-imanın hakikati kemâle ererse, va’dı İlâhî'yine tahakkuk eder, zafer yine tecelli eder.

Yukarıda zikrettiğim hezimet sözünü, biraz daha şümullendirerek tekrar edeyim: Ben, hezimet sözü ile, her hangi bir muharebenin mağlûbiyetle biten neticesini kasdetmiyorum. Aksine ruhun hezimetini ve azmin yıkılışını kasdediyorum. Muharebenin sonunda alınan bir mağlûbiyet, hiç bir zaman hezimeti ifade etmez- Fakat bu mağlûbiyet; ruhlarda bir zayıflık, bir ümitsizlik ve bir çöküntü meydana getirmişse, işte o zaman hezimettir! Hem de çok ağır bir hezimet!. Ama azim ve himmete canlılık gelir, şuleler ışık saçmağa devam eder, gizli delikler keşfedilir, akidenin, muharebenin ve takip edilecek yolun tabiatı iyice anlaşılırsa... İşte o zaman mutlak zaferin ilk adımları atılmış olur!... Yol, uzun olsa da zafer yine mukadderdir!.

Evet; Allah kelâmının kararı bu! Allah, müminler aleyhine kâfirlere fırsat vermeyecektir. Ancak burada, mümini zafere ulaştıran iman dolu ruha ve onu yeryüzünün efendisi yapan sağlam tefekküre de işaret edilmektedir. Ayeti kerime müslümanları, imanın hakikatini kalblerinde bir şuur ve tasavvur olarak hayatlarında da ameli bir vakıa olarak yaşatıp kemâle erdirmeye davet eder. İsme güvenmemelerini, müslüman ismini taşımanın hiç bir fayda temin etmeyeceğini hatırlatır. İsimler ve ünvanlar, kimseye zafer ve galibiyet yolunu açamamıştır. Zafer; ancak bu tavanların ötesinde meknûz olan hakikatla elde edilir.

- Hangi zaman ve mekânda olursa olsun, muzaffer olabilmek için, imanın hakikatini kemâle erdirmekten başka yol yoktur; bu hakikati elde edememekten gayri mani de yoktur!. Hayatî olaylarda, dünyevi hâdiselerde bu hakikatin muktezasını yerine getirmek, her türlü muvaffakiyetin anahtarıdır. İmanın intâç eylediği değişmez hakikattir bu!. Bu hakikat, bizi, hazırlıklarımızı tamamlamaya ve kuvvetlerimizi tekemmül ettirmeye davet eder. Düşmana gönül bağlamamamızı, onlara meyletmememizi emreder. İzzet ve şerefi, zafer ve kurtuluşu sadece Allah’dan talep etmemizi telkin eder.

_ İşte Allah, böyle kati bir ifade ile müminlere zaferi vadediyor. Bu vadi İlâhi; küfürle imanın hakikatine tamamen uygun düşüyor ve kuvvetin hakiki kaynağını alenen ortaya koyuyor. Hiç şüphe yok ki iman, çok büyük bir kuvvete istinad eder; zaafa uğratılamayan, yok edilemeyen yüce bir kuvvete dayanır... Ve o kuvvetle daima devam eden bir irtibatı vardır. Halbuki küfür; bu kuvvetten mahrumdur, onunla olan irtibatını kesmiştir; yalnız kalmıştır; boşlukta sallanmaktadır. Hiç bir kaynağa istinad etmeyen, mahdut, fâni ve yalnız başına kalan bir kuvvet unsurunun, bütün kâinatın kendisine bağlı olduğu kudreti ilâhîyeyi mağlûp edeceğini nasıl düşünebiliriz?.

Yalnız burada imanın hakikati ile zahiri cephesini birbirinden ayırmamız lâzım gelmektedir. İmanın hakikati; bütün kâinatın değişmez kanunlarıyla mahfuz, sabit ve hakiki bir kuvvettir. Gerek insan varlığında, gerek zuhur eden emel ve hareketlerde mutlak bir tesir sahibidir. O, kendisini yok etmek isteyen mahdut, fâni ve zavallı küfrün hakikati ile karşılaştığında, çok sağlam, korkutucu ve zaferi mutlak olarak temin edici bir hakikat haline gelir. İmanın zahiri cephesine gelince; mümkündür ki bazan küfrün hakikati onu mağlûp edebilir. Çünkü bu durumda küfrün hakikati, kendi aslî tabiatine sadakat göstermekte maddi vakıaları, beşeri cehd ve gayretleri büyük bir semahatla bezletmektedir. Hiç şüphe yok ki bir şeyin hakikati, başka bir şeyin zahirî cephesinden çok daha kuvvetlidir. Şu küfrün hakikati, bu da imanın zahiri cephesi olsa dahi, bu kaideyi asla değiştiremez!...

Bâtılı kahru perişan etmek için savaşmanın dayanağı, hakkı ihya etmektir. Hak; bütün kuvvetini, bütün hakikatini dine alınca, artık bâtılla olan mücadelesinin kaderi peşinen belli olmuş demektir. Bâtıl, her ne kadar mahiri kudret ve kuvvete sahip olsa, korkunç bir hayalet gibi gözler önüne dikilse Hahi, hakikî kudret ve kuvvetin kaynağı olan hakkın karşısında silinmeye, yok olmaya mahkûmdur...

«Hayır, bir hakkı bâtılın tepesine atarız da ora parçalarız. Bir de bakarsın ki hemen mahfoluvermiş
■Allah müminler aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir!»
• •
GERÇEK ÖLÇÜ

Müminleri itminana kavuşturan bu vadi İlâhiden, kâfirleri kendilerine dost edinerek izzet ve zaferi onlardan talep eden, münafıkları çırılçıplak ortaya çıkaran, onları perişan eden bu ilâhi ifadelerden sonra, şimdi de münafıkların başka bir cepheden tasviri yapılıyor; canlı ve parlak bir şekilde resmediliyor. Hiç bir meselede sabit ve kararlı bir şahsiyet ifadesi arzedemeyen müzebzeb halleri, bir tahkir sadedinde zikredildikten sonra ilâhi tehdit geliyor:

«Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmağa çalışırlar. Oysa Allah, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ne onlarladırlar, ne de bunlarla. İkisi arasında bocalayıp durdukları gibi Allah’ı da pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksınız.»

Bu; Kur’an uslûbunun, müminleri eğitim metodunun bir başka ifadesidir, iman dolu bir kalb, hiç şüphe yok ki Allah’a hile yapmaya, O’nu aldatmaya kalkışan bir kavimden nefrette kaçar. Çünkü o bilir ki, Allah aldatılamaz. Gizliyi de, aşikârı da bilen Allah’a hile yapılamaz. Böyle bir şeye yeltenen, şahıslarında böyle bir kuvveti vehmeden zavallılar; kendilerini cehaletten, gafletten ve kötülükten büyük bir cendere içine hapseden, sapıklığa mahkûm eden bedbaht kişilerdir. Bunun içindir ki mümin kalpler böylelerinden nefretle kaçar, onu hor ve hakir görür; zillet ve meskenet bataklığında yuvarlandığını hisseder.

Onlar Allah’a hile yapmaya yelteniyorlar. Anlamıyorlar ki, Allah onlara hilenin ne olduğunu gösteriyor. Yani onlara müddet veriyor, imkân veriyor, sapıklıkları içinde yalnız başlarına terkediyor. Hiç bir musibet, onları gaflet uykularından uyandıramıyor. Hiç' bir felâket, onların gözlerini açamıyor. Çünkü onlar, sapık zihniyetleriyle başbaşa bırakılmışlar. Boşlukta dalgalanıyorlar; hiç bir dayanakları yok! Nihayet düşecekler ve paramparça olacaklar.






İşte Allah onlara .böylece hilenin ne olduğunu gösteriyor. Onları desteksiz, yardımcısız bırakıyor.

—• Halbuki belâlar ve musibetler, çok kere İlâhi rahmetin numuneleridir. İnsanlar bu belâ ve musibetler yardımıyla akıllarını başlarına toplarlar ve derhal hatalarından dönenler. Yahut da bilmedikleri bir çok şeyleri musibetlerin yardımıyla öğrenmiş olurlar. Belâ ve musibet, günahkâr insanlar için Allah’tan derece derece gelen bir nimetin ifadesidir. İnsanlar bazan öyle Bir günah ve isyan havasına bürünürler ki, bu, kendilerinin yalnız başlarına terk edilmelerine, onlara hiç bir korkutucu gönderilmemesine sebep olabilir. Bu hal, onların isyanlarının devamına ve doğru yolu bulma ümidinin tamamen kaybolmasına yol açar ve neticede de meskenlerin en kötüsüne, cehennem hayatına mahkûm olurlar.

Daha sonra âyetin seyri onların gülünç ve şeni bir manzaralarını canlandırıyor. Bu manzara mümin gönüllerde iğrençlik ve hakaretten başka bir duygu meydana getirmiyor:

■Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı da pek az anarlar.»

Onlar, Allah’a kavuşmanın, O’nun huzurunda bulunmanın şevk ve hararetiyle namaza durmuyorlar. Allah ile beraber olmanın, O’ndan istindad eylemenin aşkıyle, böyle bir ruhla kılmıyorlar namazı!. Onlar, sadece insanlar görsün diye namaza kalkıyorlar. Bunun içindir ki tenbel tenbel namaza duruyorlar. Sanki çok ağır bir iş teklif edilmiştir kendilerine. Sanki o ağır işin zorluk ve meşakkati bellerini bükmüştür. Ayrıca onlar, Allah’ı da zikretmiyorlar. Ancak insanlar gördüğü zamanlarda Allah'ın huzuruna duruyorlar.

İğrenç bir tablo!. Müminleri nefretten kıvrandıran fena bir manzara!. İşte müminlerin bu şuurudur ki, kendilerini münafıklardan uzaklaşmaya, şahsî ve maddi alâkalara ehemmiyet vermemeye mecbur ediyor. İşte bu, müminleri, münafıklardan ayıran Kuran nizamının takip ettiği eğitici metodun sadece bir basamağıdır.

GÜLÜNÇ SAHNE

Kelâmı ilâhi, münafıkların çeşitli cephelerden tablosunu çizmeye devam ediyor:

«Ne onlarladırlar, ne de bunlarla... İkisi arasında bocalayıp duruyorlar. Allah’ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın.»

Müzebzeb, sallantılı, kararsız, istikrarsız, şahsiyetsiz insanlar. Ne müminler arasında, ne de kâfirlerin yanında sebat göstermeyen kişiler. Böyleleri, akıl ve iman sahibi insanlarda nefret ve istihkardan başka nasıl bir iz, nasıl bir tesir bırakabilirler?. Âyeti kerime aynı zamanda münafıkların zayıflığına ve kuvvetsizliğine de işaret ediyor. Bu zayıflıklarıdır ki, onların ya orda, ya da burda kalmalarına, kesin olarak durumlarını belli etmelerine imkân vermiyor. Ne onlarla, ne de bunlarla bir görüş, bir kanaat ve bir mekânda birleşmelerine izin vermiyor.

Böylece onlar, hidayet yoluna girmeye lâyık olmadıklarını bizzat ifade etmiş oluyorlar. Mesele bu hale gelince, hidayet yolu da tabiatıyle kendilerine kapatılıyor. Artık hiç kimse onları hidayete ‘ Onlan müstakim bir riya oturtmaya hiç kimsenin gücü yetmez!.

■ Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın!»

KÂFİRLERİ DOST EDİNMEK

Kelâmı ilâh! buraya kadar münafıkların, müminlerin ruhunda uyandırdıkları nefreti, istihkârı ve zilleti resmettikten sonra, şimdi de ifadeyi müminlere çeviriyor. Münafıkların gittikleri yola uymaktan onları sakındırıyor, onlara münafıkların kötü gidişatını gösteriyor. Bu kötü gidişatın, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinme esasına dayandığını hatırlatıyor. Böyle bir yola sülük edecek olurlarsa, Allah'ın gazap ve intikamını düşünmelerini ima ediyor. Ahirette münafıkların varacağı azap yurdunu onlara da hatırlatıyor. O korkunç mekânı, o zillet ve hakaret yurdunu gözlerinin önüne seriyor:

144 — Ey iman edenler; müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin
Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?

145 — Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasnidadır. Onlara yardımcı bulamayacaksınız.

146 — Ancak tevbe edenler, nefislerini islah edenler, Allah’a sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar müstesnadır. Onlar müminlerle beraberdirler. Allah müminlere büyük mükâfat verecektir.

Müminlere tevcih edilen yeni bir hitap!. Bir hitap ki; aslî vasıflar ve diğer insanlardan temyiz eden özellikler konuşuyor... Kâinatta eşi bulunmayan nizam ve yaşayışın ulvî manasını, İlâhî prensiplere sadakatle itaat eden müminlerin, «en mükerrem mahlûk» vasfına lâyık oldukları hususunu ihtiva eden bir nidâ!.

İlâhî kelâm, inanan gönüllere sesleniyor. Münafıklara uymaktan sakınmalarını öğütlüyor. Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmemelerini tavsiye ediyor. Hakikat şu ki, o gün müslümanların, böyle bir tavsiyeye şiddetle ihtiyaçları vardı. Çünkü o gün, bazı müslümanların yahudilerle, bazılarının da Kureyş'li akrabaları ile alâka ve irtibatları devam edip gidiyordu. Nefsî ve hissi sebeplerle dahi olsa, aralarındaki sevgi ve bağlılık duyguları varlığını muhafaza ediyordu. Burada; «bazı müslümanlar» tabirini kullanıyoruz; çünkü diğer bir kısım müslümanlar vardı ki, cahiliyet hayatı ile olan bütün alâkasını, hatta babası ve evladı ile dahi her türlü irtibatını kesip atmış, onun yerine sadece akide duygusunu ve inanç mefhumunu yerleştirmişti.

Müslümanlar arasında birbirinden farklı anlayışların devam ettiği o zamanda, nifaka ve münafıklara dair bir tenbih ve ikazda bulunmak, elbette ki zarûri idi. Münafıkların bu derece açık bir şekilde tasviri ve şahsiyet sahiplerini nefret ettirecek müzebzeb hallerinin bu derece kesin çizgilerle tarifi yapıldıktan sonra, tabiî ki bu ikaz zarûri idi. İşte Allah, müminleri sakındırıyor; şayet münafıklara uyacak olurlarsa, İlâhî gazab ve intikama mahkûm olacaklarına işaret ediyor.

■Allah’ın, aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?»

Allah’ın gazâp ve intikamına maruz kalmak endişesinden daha çok, hiç bir şey insan kalbine tesir edemez... Hiç bir şey onun kadar kalbleri ürpertip harekete geçiremez.

Bakın, şu İlâhi kelâmın zerafetine ki, ifade istifham şeklinden serdediliyor. Zaten istifham şeklinde dahi olsa, bu ifade, müminlere tesir etmek ve onları korkutup sakındırmak için kâfidir.

Burada doğrudan doğruya kalblere yönelmeyen, fakat dolaylı yollarla beşer kalbine doğru yücelen bir yol, bir ilham ve duygu yolu mevzubahistir. Münafıkların feci âkibetini, varacakları yerin korkunç manzarasını resmeden yollar...

«Doğrusu münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadır. Onlara yardımcı bulamayacaksın. •

En alt tabaka. Cehennem; bir dönüş yeridir, insanları toprağa yapıştıran arzın sikleti ile mütenasip bir dönüş yeri. Kurtuluş ve barış imkânı olmayan bir mekân. Arzu ve hevesin, ihtiras ve korkunun, zaaf ve inkisarın ağırlığı ile mütenasip bir mesken. Müminleri terkedip kâfirleri dost edinmenin ağırlığına uygun bir yurt. Bakın, şu zavallıların hayati umdelerine:

«Ne onlarladırlar, ne de bunlarla... İkisi arasında bocalayıp dururlar.»

Onlar, bu ihanet dolu azabı kendilerine daha dünyada iken hazırlamışlardı. O azap yurdunu kendi elleriyle tesis etmişlerdi. Bunun içindir ki onlar; «Cehennemin en alt tabakasmdadırlar» Hiç bir yardımcıları, hiç bir kurtarıcıları yok!... Dünyada iken, kâfirleri kendilerine dost edinmişlerdi; şimdi neden kâfirler onları kurtaramıyor?. Dostları niçin onlara yardım etmiyor?...

Rahmeti İlâhî, bu acıklı ve korkunç âkıbeti haber verdikten sonra, hemen bir kurtuluş kapısı aralıyor. Kurtulmak isteyenlere tevbe kapısını açıyor:

«Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslâh edenler, Allah’a sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar müstesnadır. Onlar müminlerle beraberdirler, Allah, müminlere büyük mükâfat verecektir.»

Başka bir âyeti kerîmede sadece; «tevbe edenler ve nefislerini
ıslah edenler müstesnadır diye zikredilir. Aslında tevbe ve ıslâh, Allah’a sarılmayı ve Allah’ın dinine candan bağlanmayı da tazammun eder. Fakat burada tevbe ve ıslahın yanında, Allah’a sarılmak ve Allah’ın dinine candan bağlanmak hususları da ayrı ayrı zikrediliyor. Çünkü burada istikrarsız bir müzebzeb ruhlara, Allah’tan başkasını dost edinen münafıklara hitap ediliyor. Bunun içindir ki burada, tevbe ve ıslâhın akabinde; Allah için her şeyden tecerrüd etmek, sadece Allah’a dayanmak ve o kötü huylardan, o istikrarsız duygulardan bu insanları kurtarmak için bir takım ölçülerin zikredilmesi son derece münasip düşmektedir. Böylece ihlas ve samimiyetle Allah’a teveccüh yolu, kuvvet ve azimetle Allah’a sarılma ruhu kendilerine tanıtılmış oluyor.

Kelâmı İlâhî; münafıkları, dünya hayatında yere sermek, ahirette ise cehennemin en alt tabakasına mahkûm etmek gibi iki korkunç âkıbet ile korkutuyor.

Tevbe edenleri ise, imân edenlerin saflarına yükseltiyor. Allah’ın izzet ve şerefinden, kuvvet ve kudretinden nasibedar ediyor. Her türlü vebal ve ağırlıktan kurtarıyor. Bununda da müminlere verilecek olan mükâfata küçük bir işaretle yeni bir müjde veriyor.

îşte bu çeşitli ifadelerle, müslümanlar arasında gezinen münafıkların iç yüzleri ortaya seriliyor. Nifak oklarına karşı müminler ikaz ediliyor; İlâhî azabın dehşetinden korkutuluyor. Sonra da münafıklara, hudutsuz rahmeti İlâhînin eseri olan bir kapı; tevbe kapısı açılıyor.? Kendilerini kurtarma imkânı veriliyor. Azıcık izanı olanların, müslümanlara sadakatle, hararetle, samimiyetle iltihak edebilmeleri için gereken imkân hazırlanıyor.

İNCE VE DERİN TEMASLAR

O büyük mükâfat ve o korkunç akıbet zikredildikten sonra, şimdi de ruhların derinliklerine kadar işleyen acaip ve müessir bir ifade ile, Allah’ın, kullarına azab etmekten müstağni olduğu bütün beşeriyete ilân ediliyor. Allah, kullarına niçin azab edecek?. Şahsî bir intikamı mı vardır ki üstlerine yağmur gibi azap yıldırımlarını yağdırsın?... Kuvvet ve saltanatım böyle bir yolla izhar etmeye
muhtaç mı ki, O?... insanlara azap etmek, O’nun zati bir arzusu mudur ki?.„ Bu gibi düşünceler, sadece putperestlik efsanelerinde görülebilir... O; yücedir. Her şeyden münezzehtir... İman ve şükür yoluyla, kullarının salâha ermelerini ister. İman ve şükür havası içinde birbirleriyle sevişmelerini arzu eder. O; salih amelleri teşekkürle değerlendirir ve ruhların en mahrem noktalarında cevalan eden duyguları herkesten iyi bilir.

147 — Şükredip iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin? Allah Şakir ve Alim olandır.

Evet!. Siz Allah’a iman eder, ona şükrederseniz, Allah size niçin azab etsin?. O’nun azabı; küfrün ve inkârın karşılığıdır. Bu ise; ne bir tenkil arzusunu ifade eder, ne de bir azab etme isteğini!. Ne ıstıraplardan zevk alma, ne de kuvvet ve saltanatını izhar etme ihtirasıdır!. Yüce Allah, bunların hepsinden münezzehtir, hepsinden yücedir!. Ne zaman şükür ve iman zırhına bürünürseniz, o zaman mağfireti İlâhî ve Rızaı Rabbânî mutlaka tecelli edecektir. Allah, gerçekten kulunu çok iyi tanır..

Allah’ın kullarına teşekkürü, insan kalbine ince ve derin bir duygu bahşediyor... Malumdur ki, Allahü Taalânın teşekkürü, razı olması manasına gelir. Razı olunca elbette sevaba nailiyyet hususu gelecektir... Amma Allah’ın teşekkür edişi tarzındaki ifade gayet derin ilhamlar ihtiva eden müessir bir ifadedir.

Yoktan vareden, nimetler bahşeden, faziletler veren, âlemlerden müstağni olan Hak Taalâ, kullarının salih ameline, iman ve şükürlerine karşılık olarak teşekkürde bulunduğuna göre... Halbuki Allah bütün âlemlerden müstağnidir. Onların imanı, şükrü ve ameline ihtiyacı yoktur... Nimetler veren, faziletler ihsaneden ve âlemlerden müstağni olan Hak Taalâ teşekkür ettiğine göre, Allah tarafından yaratılmış olan, nimetlerle donatılmış bulunan kullara ne yapmak düşer?... Evet halkeden, rızıklar veren, nimetlere gark eden, kerem ve fazlı ile ihsanlarda bulunan Yaratıcıya karşı kullara ne yapmak düşer?...

Dikkat edin, bu ince ve derin dokunuşlar karşısında kalb titriyor, hacil oluyor. Ve Allah'ına dönüyor...

Dikkat ediniz, bu ifade yoldaki işaretleri aydınlatmaktadır...

Evet nimetler veren Şakir ve Alim olan Allah’a giden yoldaki işaretleri...

Şimdi... îşte Kur’anı Azimüşşanın otuz cüzünden bir cüzünün daha sonuna gelmiş bulunuyoruz...

Kur’anı Kerim, getirmiş olduğu nizamın bütün hususiyetlerini bölüm bölüm arzediyor, amelî hususiyetleri, ıslah, tanzim ve takviye unsurlarını teker teker zikrediyor. Böylece gerek içtimai hayatta ve gerek ruhî âlemde İlâhî nizamı yerleştiriyor, sağlamlaştırıyor... Ve artık yeni bir insan unsurunun dünyaya geldiğini ilân ediyor. Beşeriyatin, ondan önce görmediği, ondan sonra da göremeyeceği, hayalinde bile benzerini meydana getiremiyeceği, kâinatın, şeref ve iftihar tablosu olan bir insan unsuru arza adımını atıyor... Fakat hiç bir beşerin ulaşamadığı ulvî bir makama namzet. îşte bu insanı Kur’an Nizamı yetiştirmiştir... Hem de onu cahiliyyet bataklığında bulmuştu. Uzattı, ulvilikler âlemine bağlı olan elini; çekti çıkardı o bataklıktan... Beşeriyetin ebediyen ulaşamıyacağı bir seviyeye yükseltti. Kuvvet, zor kullanarak, ite kaka değil... Kolaylıkla... Mülâyemetle... Tatlılıkla...






3 yorum:

  1. Evet, bu Allah'ın kesin bir vadidir. Şüphe izi taşımayan bir
    garantisidir. Son derece şümullü bir hükümdür. Şöyle ki: Ne zaman müminlerin ruhunda imanın hakikati istikrar bulur, iman esaslarını bir hayat nizamı olarak hadiselere tatbik eder, onu idari bir nizam olarak içtimai ve kazal vakıalara uygular, Allah için her şeyden tecerrüd eder ve büyük küçük her türlü ibadeti Allah’a tahsis ederlerse, işte o zaman Allah, onların aleyhine, kâfirlere bir yol hazırlamayacaklar!

    Bu; tarihi realitelerin, aksini ispat etmekten âciz kaldığı değişmez bir hakikattir!.

    . - Allah’a inandığım gibi bir katiyetle söylemek isterim ki, bu
    İlâhi düsturların tahakkuku halinde müminler için hezimet mevzubahis değildir.

    Allah'ın vadına hiç bir şüphenin karışmadığı emniyet ve katiyetiyle ifade etmek isterim ki, bütün Islâm tarihinde böyle bir hezimetin izine tesadüf edilmemiştir... Ancak amelde veya şuurda imanın hakikatini zedeleyen bir gedik açılmışsa, İlâhî vadin tecellî zemini kendiliğinden yıkılmış olur. Gediğin büyüklüğü miktarınca, tabiîî ki hezimet de genişleyecektir. Böyle hallerde kimden, ne hakla zafer ve galibiyet bekleyebiliriz?. Kuru bir inanç, hiç bir zaman imanın hakikatini ifade etmez!_Her çeşit şaibeden arî olarak, sırf Allah yolunda cihad etmek niyetiyle daima temkinli bulunmak asker ve teçhizatım her zaman için hazırlıklı bulundurmak imanın zarurî hakikatlerinden biridir. Bunları tahakkuk ettirdikleri takdirde, zaferin, tekrar müslümanlardan yana olacağına şüphe yoktur!.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Halbuki belâlar ve musibetler, çok kere İlâhi rahmetin numuneleridir. İnsanlar bu belâ ve musibetler yardımıyla akıllarını başlarına toplarlar ve derhal hatalarından dönenler. Yahut da bilmedikleri bir çok şeyleri musibetlerin yardımıyla öğrenmiş olurlar. Belâ ve musibet, günahkâr insanlar için Allah’tan derece derece gelen bir nimetin ifadesidir. İnsanlar bazan öyle Bir günah ve isyan havasına bürünürler ki, bu, kendilerinin yalnız başlarına terk edilmelerine, onlara hiç bir korkutucu gönderilmemesine sebep olabilir. Bu hal, onların isyanlarının devamına ve doğru yolu bulma ümidinin tamamen kaybolmasına yol açar ve neticede de meskenlerin en kötüsüne, cehennem hayatına mahkûm olurlar.

    YanıtlaSil