5 Eylül 2014 Cuma

ÖNCEKİ SAPIKLIK


îlk İslâm cemaatı bu hakikati bizzat hayatlarında idrak ediyorlardı. Onlar arapların daha önce yaşar oldukları cahiliyyet devrine yakın bir zaman şeridi içerisinde bulunuyorlardı. Hayatları tamamen bir dalâlet çıkmazı içinde idi... Tasavvurda dalâlet... Putlara tapınma... Melekleri Allah'ın oğlu, kızı, cinleri aile isnad ederek düştükleri dalâlet... Ve hayatlarına hakim olan bozukluklar... istikrarsızlıklar... manasız tasavvurlar... Sebepsiz yere bazı hayvanlara binmiyor, bazılarının da etini yemiyorlardı. Cinleri, ilâhlarına ortak gösteriyorlardı. Hepsi de istikrarsız, i’tikadsız tasavvurların kalıntılarından, içtimai ve ahlâki hayattaki sapıklıklardan meydana gelen bir yığın mesnetsiz cahiliyet âdetlerinden başka' bir şey değildi... Müteakip âyet-i kerimede beyan edilen sınıf tefrikaları da, bu dalâletin birer temsilcisiydiler : «Sonra insanların döndüğü yerden siz de dönün.»


Sınıf tefrikalarının izalesi hususu, daha ilerideki bahislerde gelecektir.

O devrin içtimai hayatındaki dalâletleri, cinsi münasebetler, evlilik ve bilumum aile münasebetlerinde, ahlâkta kendisini gösteren bozukluklar teşkil ediyordu. Dünya devletleri arasında Arap milleti hesabı sayılır bir mevkiye yükselmekten alıkoyan, kabileler arası harb ve mücadelelerdi Herkesin müracaat edeceği kat’î ve değişmez ölçüler yoktu. Cemiyette, kuvvetlilerin zayıflara karşı icra ettikleri zulümler hâkimdi. Arapların İslâm’dan başka hiç bir nizamın kurtaramıyacağı o geri durumları ve hayatları, bu delâletin açık bir timsaliydi. Onları bu aşağılık halden ancak İslâm kurtarmıştır. Araplar «O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi, siz de O’nu zikredin. Her ne kadar, bundan evvel siz sapıklardan biriyseniz de.» âyet-i kerimesini işittikleri zaman, tarihlerini tamamen damgalayan zelil, hakir, seviyesiz hayatlarının görüntüleri bir bir hatıralarına geliyordu. Sonra İslâmiyetin yücelttiği, Allah'ın kendilerine hidâyetini nasip ettiği hali hazırdaki yeni mevkilerini görmek için tekrar dönüp kendi nefislerine nazar ediyorlardı. Ve bu hakikatin derinliğini, asâletini, kendi şahıslarında hiç bir münakaşa ve tereddüde mahal kalmadan idrak ediyorlardı.



Bu hakikat, her milletten ve her nesilden müslümanlar için
bahis mevzuudur. İslâm olmadan Araplar da kimdi? Bu akideden başka onların nesi vafdı? Îsİâm’ı benimseyip, Islâm nizamını pratik hayatlarında tatbik edince; düşük, küçük, sapık ve kararsız bir halden yüce, ulvi ve müstakim bir hale intikal ettiler. Bu hali insanlar ancak hakkıyle müslüman olduğu zaman anlayabilirler. Yani hayatlarını tamamen İslâm nizamının esasları üzerine yerleştirdikleri zaman, onu kavrayabilirler... Beşeriyet bu hidâyet nizamına erişmedikçe, cahiliyet dalâleti içersinde körü körüne bocalamaya mahkûmdur... Bu hakikati ancak; cihanı çalkalayan cahiliyet devrini yaşadıktan sonra, İslâm'ın yüce ve ulvi hayat mefkûresini kavrayanlar idrak edebilirler. Çevresindeki pislikleri, bataklıkları ve çamurları gören kimse, İslâm nizamının yüceliğini ve ulviyetini anlayabilir.

İnsan; İslâm tasavvur ve nizamının zirvesinde beşeriyete, beşeriyetin tasavvur ve nizamlarına baktığı zaman —eski, yeni en

büyük filozofların tasavurları, yine eski yeni en büyük mütefekkirlerin sistemleri de dahil olmak üzere — yücelerden baktığında; zavallı insanların lüzumsuz, yorucu, faydasız, basit işlerle uğraştığını, hatta artık hiç bir ilâha ihtiyaç kalmadığını iddia eden  budalaların, kendi kendisine reva görmeyeceği ıstırap ve dalâleti \ hayretle seyreder.

İşte Allahü Taâlâ’nın müslümanlara hatırlattığı, haddi zatında onlara vermiş olduğu en büyük nimeti budur:


«O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi, siz de O’nu zikredin. Her ne kadar, bundan evvel siz sapıklardan idiyseniz de.»




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder