17 Aralık 2014 Çarşamba

ALLAH’IN HUDÛDU

Bu akidedeki ana kaide defalarca tekrar ediliyor. Evet, hayat nizamını sadece Allah’dan alma kaidesi... Aksi takdirde bu küfür, isyan ve İslâm dininden çıkmak demektir. Nitekim sûrei celîlenin aşağıdaki iki âyeti kerîmesi daima bu vasiyet ve farizaları nihaî bir takible takrir etmektedir. Aynı zamanda Allahü Taalâ bunları «Hudûd» olarak isimlendirmektedir.

13 — «İşte bunlar Allah'ın hudûdudur. Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saadettir.»

14 — «Kim Allah ve Peygamberine isyan eder de hudûdu çiğneyip geçerse onu da içinde temelli kalmak üzere ateşe sokar. Hor ve hakir edici bir azab vardır onun için...»

Bu farizaları, bu hükümleri ve bütün bu konuları Allahü Taalâ terekenin ilmine ve hikmetine uygun taksim edilmesi, ailevî münasebetlerin tanzimi ve cemiyetteki İçtimaî ve iktisadi münasebetlerin mükemmel işleyebilmesi için koymuştur... «İşte bunlar Allah’ın hudûdudur...» Allahü Taalâ bu hudûdları, karşılıklı münasebetlerde söz götürmez bir kanun, tevzi ve taksimde bir hüküm olması için çizmiştir.

Nitekim, Allah’a ve Rasûlüne itaat, Cenneti ve en büyük kurtuluş ve saadeti gerektirdiği gibi, Allah’a ve Rasûlüne isyan da cehennemi, hor ve hakir edici bir azabı gerektirmektedir...

Niçin?.. Miras kanunu gibi cüz’î bir kanuna veya bu kanunun her hangi bir cüzi hudûduna karşı yapılan taat ve isyan niçin bu kadar büyük neticeler doğurmaktadır?

Evet, bu meselenin hakikatini ve derinlerdeki köklerini bilmeyenler için böyle bir hareketin eserleri fiilinden daha korkunç olacaktır... Nitekim bu mesele, ilerdeki sûrei celîlede çeşitli naslarla izah edilmektedir. Ayrıca biz bu sûreyi takdim ederken baş
kısımlarında bu konuya işaret etmiştik. Bu nasslar, dinin manasını açıklıyor, îmânın şartını ve İslâmın hududlarını çiziyorlar... Fakat biz, bu iki miras âyeti münasebetiyle yapmış olduğumuz bu takibde bu meselenin — etraflıca bir açıklamasına girişmede — acele edeceğiz:

Allah'ın Rasûlünü insanlara gönderdiği tarihin ilk fecrinden bu yana gerek bu dinde — İslâm dininde — ve gerekse Allah'ın bütün dinlerinde hüküm Allah'ındır... Yeryüzünde ulûhiyyet kimin hakkıdır? Bütün bu insanların üzerindeki rubûbiyet makamı kime aittir? Bu iki şekildeki' sigasıyle bu suale verilecek cevap, bu dinin meselelerinin hepsi üzerine terettüp eder. Hatta bütün insanların durumlarını ilgilendirir.

Ulûhiyyet kimin hakkıdır? Rubûbiyyet makamı kime aittir?

Evet, bu makam — yaratıklardan hiç bir ortağı bulunmayan — Allah'ındır. İşte bu, îmanın ta kendisidir. İşte bu, İslamdır. İşte bu, DİNDİR. Yaratıklardan ona ortak koşmak, veyahut ta yaratıkların haricinde bir takım şerikler ittihaz etmek meselesine gelince... İşte bu, şirktir. Veya apaçık küfürdür. Ulûhiyyet ve rübûbiyyet makamı sadece Allah’a mahsus olunca... Bu, kulların Allah’ın dinine sarılmaları, insanların sadece Alah’a ibadet etmeleridir. İşle bu, insanların Allah'ın yoluna ittibadır... Evet, insanların hayat yolunu sadece Allahü Taalâ seçer. Beşeriyetin bütün kanunlarını va’z etmek hakkı yalnız Allah’a aittir. İnsanların ölçülerini, değer ve cemiyetlerinin nizamını kuran yalnız Allahü zülcelâldir... Allah’dan başka —fert ve cemiyet— olarak hiç bir yaratığın, Allahü Taalânın şeriatına uymaktan başka bir selâhiyeti yoktur. ÇÜnkü bu hak, ulûhiyyet ve rubûbiyet makamının muktezasıdır. Ve mümeyyiz vasıflarını hududlandıran bariz bir ifadesidir.

Fakat ulûhiyyet ve rubûbiyyet makamı, ya Allah yaratıklarından birinin eline geçecek olursa... —ki bu Alah’a şirk koşmaktır veya Allah’dan başka birine bu makamı lâyık görmektir— İşte bu, kulların Allah’dan başkasına boyun eğmeleridir. İşte bu, insanların Allah’dan başkasına kulluk etmeleridir. Evet bu, beşeriyetin Allah’dan başkasına itaat etmesidir.

Ve nihayet işte bu, beşer nevinden birinin ortaya koymuş olduğu yola, nizamlara, kanunlara, değerlere ve ölçülere uymak demektir. Çünkü beşeri kanunlar hiç bir zaman Âllah’ın kitabına ve Allah'ın kanunlarına dayanmazlar. Onların istinatgâhı başka şeylerdir. Onların beslendikleri yegâne kaynak; kaba kuvvettir, zulümdür. İşte bu sebebden, din olma vasfına lâyık olamazlar. Bunlarda ne iman vardır ne de İslâm. Bunlar sadece, şirk, küfür, fısk ve isyan yığınından başka bir şey değildir...

- İşte bütün hakikat ve varlığıyle mesele bundan ibarettir... İşte bu sebebden, bir meselede Allah'ın hudûdlarından birine tecavüzle, bütün şeriatını çiğnemek arasında hiç bir fark yoktur, netice itibariyle aynıdır... Çünkü tek mesele — bu mânada — DİN’dir. Zira şeriatın tamamı zaten din demektir.

Esas itibara şayan olan, insanların yaşayışının üzerine istinad ettiği kaidelerdir. Bu hususta, bütün özellikleri ile ulûhiyyeti ve rubûbiyyeti sırf Allah’a tahsis etmek veya onun kullarından birisini ona benzer kabul etmektir. Veya onun mahlûkatından bir kısmını diğer bir kısmına karşı ülûhiyyet ve rübûbiyyet hususunda başbaşa bırakmaktır. Kendi kendilerini ne kadar din çerçevesine idhal ederlerse etsinler... Ne kadar dilleriyle —pratik hayatları ile değil— müslüman olduklarını mırıldanırlarsa mırıldansınlar...******

îşte bu âyetlerin son kısmının işaret ettiği büyük hakikat budur. Ki bu son kısımlar ölümden arta kalan malı vârislere paylaştırma meselesi ile Allah’a ve Rasûlüne itaat veya isyan meselesini birbirine bağlamaktadır. Bu arada altından ırmaklar akan Cennetlerde ebediyyen kalmak ile ebediyyen cehennemde kalmak, hor ve hakir edici bir azaba dûçar olmak durumunun arasında birleştirmektedir.

İşte bu, sûrei celîle içindeki pek çok âyetlerin üzerine eğildiği ve açıkça, katiyyet ifade eder tarzda belirttiği büyük hakikat... Ki bu; münakaşa ve te’vil kabul etmez bir husustur...

Bu hakikati, yeryüzünde «ben müslümanım» diyen kimselere anlatmak lâzımdır. Anlatılsın da görsünler bakalım onlar nerede, İslâm nerede! Onların yaşayışları nerede, İslâmın hayat nizâmı nerede!






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder