4 Mayıs 2015 Pazartesi

Cahiliyyet nizamlarının ortaya_attığı evhama göre...

Cahiliyyet nizamlarının ortaya_attığı evhama göre de insan ya âhiret hayatını seçecektir, yahut da dünyâ hayatını... Ne düşünce plânında ne de pratik hayatta her ikisini birlikte mütalâa etmek mümkün değildir...
 Zira ikisi asla birleşemez...

İşte sadece bu nizamda —Ve yalnız bu nizamda— dünya ile âhiretin mükemmel bir uygunluk ve tenasük içinde birleşmesi mümkün olur.

İslâm mefkûresi ve bu mefkûreden neşet etmiş olan İslâm nizamı— pratik hayattaki maddî üretimi ve gelişmeyi temin etmek için çalışmanın karşılığında iman ve ibadeti, ameli salih ve takvayı bedel olarak koymuyor. Ayrıca bu nizam insanlara âhiret âleminin en güzel cennetlerini vadedip te, ona götüren yolun plânını çizerken —günümüzde bir takım sathî insanların düşündüğü gibi— dünya hayatının en güzeline götüren yolların plânını çizme hususunda herkesi kendi başına serbest bırakan bir nizam da değildir. İslâm mefkûresine ve İslâm nizamına göre dünya hayatında pratik hayatın güzelleşmesi, üretimin gelişmesi için yapılan çalışmalar yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın yüklediği bir farizadır. İman, ibadet, ameli salih ve takva ise Allah nizamını beşer hayatında tahakkuk ettirmek için konulan bağları, sebep ve amilleri teşkil eder. Bunlar da onlar da hem dünya hayatının en güzelini hem de âhiret hayatının firdevsini temsil eden amillerdir. Her ikisine giden yol ayni yoldur. Ve günümüzdeki bütün cahiliyyet nizamlarına olduğu gibi pratik hayatla din arasında bir ayrılık yoktur İslâm nizamında. Cahiliyyet nizamlarının ortaya_attığı evhama göre de insan ya âhiret hayatını seçecektir, yahut da dünyâ hayatını... Ne düşünce plânında ne de pratik hayatta her ikisini birlikte mütalâa etmek mümkün değildir... Zira ikisi asla birleşemez...

İnsanların hayatında dünyadan geçen yolla, âhirete giden yolun ayrılması, dünya için çalışmakla âhiret için çalışmanın tefrik edilmesi, manevî olan ibadetler ile, maddi olan buluşların, dünya hayatında başarı kazanmakla âhiret hayatında kurtuluşa ermenin arasının açılmasından doğan bu uğursuz ayırım... Evet böyle uğursuz bir ayırım kaderin hükmüne ramolarak beşerin omuzuna yüklenmiş olan ağır bir yük değildir. Bu uğursuz ayırımdan doğan ağır yük beşeriyyetin kendi omuzuna vurduğu ve Allah nizamından kaçmanın esas ve hedef bakımından Allah'ın nizamına düşman olan, insanların kendi eileriye yaptıkları nizamlara tabi olmanın neticesi ortaya çıkan acı bir yüktür.

Bu yükün cezasını beşeriyyet dünya hayatında kanı ve asabı ile ödemektedir. Dünya hayatında ödediklerinin üstünde âhiret hayatında ödeyecekleri bedel ise, daha da ağır ve daha acı olacaktır

— Bu uğursuz ayırımın cezasını dünya hayatında kararsızlık , ve ıztırab ile kalb huzursuzluğu ve kafa dağınıklığı ile, imanın \ sunduğu huzur ve saadetten mahrum boşluk içinde kıvranarak \ kanayan kalbleri ile çekmektedirler
"Alemşümûl meydan savaşındâ" Terdi ve içtimai başarılar elde etmek, ilim ve tecrübe, üretim ve çalışma sahalarında gelişmek için yegâne yol olarak dinin koyduğu mükellefiyetleri omuzdan atmak zannederek içine düştükleri imansızlık buhranı ile ödemektedirler bu ayırımın cezasını. Haddi zatında onlar bu durumları ile kendi fıtratlarıyla çarpışma içerisindedirler. İnsanın fıtratında mevcud olan, beşer gönlünü huzura garkedecek bir akide ve iman ihtiyacına karşı savaşmaktadırlar. Halbuki iman ve akide olmaksızın insanın hayat sürmesi imkânsızdır. İmansızlıktan ve akide yoksunluğundan doğan bu açlığı ne içtimai bir ekol, ne felsefî bir mezheb, ne de bir sanat anlayışı doldurabilir. Hiç birisi dolduramaz bunları. Zira bu boşluk insanın bir ilâha ihtiyacından doğmaktadır

Ayrıca Allah'a inanma esasına dayalı bir akideyi muhafaza etmekle beraber nizamları ve düşünce tarzı, her türlü çalışma ve kazanç temin etme yolları Allah nizamından başka nizamlara dayanan itikadî duygularla ve dinî ahlâk anlayışı ile çatışan o uğursuz cemiyette hakim olan değerler ölçü ve kanunlar ! dinî gidişat ile tamamen zıt düşen bir hayat tarzını devam ettirmeye çalışarak ta onlar kendi kendilerini bir huzursuzluga, bir ıztıraba, bir kafa 'dâğînıkliğîna ve bâşıboşluğa sevketmektedirler.. ““ "

Beşeriyyet bugün bütün bu huzursuzluklarla karşı karşıya  bulunmaktadır. İster tamamen materyalist bir Allahsız sisteme tabi olsun, ister akideyi pratik hayattan uzak hayali bir din haline sokmuş maddeci bir görüşe uymuş olsun yukarda saydığımız huzursuzlukların bütünü ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu sonuncular dinin Allah’a ait olduğunu hayatın ise insanların malı bulunduğunu! dolayısı ile dinin bir ibadet ve ahlâk manzumesi olduğunu, hayatın ise kendisine has bir nizamı, kanunu, üretim ve çalışma yolları olacağını kabul etmektedirler veya beşeriyetin düşmanı olan gruplar onlara bu fikri kabul ettirmektedirler... .

Beşeriyyet bu acı bedeli ödüyor ve korkunç yükü yükleniyor... Evet .huzursuzluk, acı, ıztırab ve başıboşluk yükünü... Zira dünya ile âhiretin arasını ayırmak şöyle dursun ikisini bir bütün olarak kabul eden, dünya hayatındaki terakkiyat ile âhiret alemindeki saadeti birbiriyle çatıştırıp zıt düşürmek şöyle dursun ikisini birbiri ile uyuşturan Allah nizamının koyduğu hidayet yolunda yürümüyor...
Dış görünüşlerin yalandan parlaklığı bizi aldatmasın. Bir takım milletlerin inanmadığı, Allah’tan korkmadığı, Allah nizamını hayatında tatbik etmediği halde gayet rahat hayat şartlarına sahib olması, üretim imkânlarının gelişmiş, refahın yaygınlaşmış olması bizi hiç bir zaman için aldatmasın. Bu muayyen bir vakte kadar sürecektir . .

Bu refah muvakkattir. Allah’ın değişmeyen kâinat kanunları icrai faaliyet edene kadardır. Bu refah maddî buluşlar ile Rabbani nizamın arasını ayırmaktan doğan uğursuz ayırımın neticesi görününceye kadar devam edecektir. Bu ayırımın neticelerini muhtelif şekilleriyle birlikte yavaş yavaş görmeye başlıyoruz:

îleri ve müreffeh memleketlerde imkânların fena dağıtılması neticesinde cemiyeti bir huzursuzluk kaplıyor. Kin yaygınlaşıyor. Ve bu korkunç kinlerin neticesi meydana gelecek inkılab kuşkusu sarıyor herkesi... Bütün refahlara rağmen bu bir musibet değil midir?...

Bir kısım adaletli dağıtım imkânlarını sağlamak için çalışan ve bunu temin için de bir takım icrai kararlar alarak korku ve panik havası yaratan bazı.bastırma ve sindirme hareketlerine girişen milletlerin şuur altında yer eden baskı, sindirme ve paniğin yarattığı psikolojik bozukluklar... Bunlar bir musibet değil midir?.. İnsanı kendi nefsinden emin, huzur içinde bırakmayan. bir gecesini olsun rahat geçirmesine imkan vermeyen bir belâ değil midir bu?

Gerek muvakkat, gerekse kademeli olarak bizzat maddi hayatı taruman eden ruhi ve ahlaki krizler... Gerek çalışma, gerek üretim, gerekse adaletli dağıtım imkanları. hepsi de ahlaki teminatlara muhtaçtır. Her yerde müşahede ettiğimiz gibi yeryüzünün kanunları işlerin yürümesi için gereken garantileri vermekten çok uzaktır...

—' Muhtelif hastalıklar ve sinir bozuklukları dünya milletleri-—Bilhassa maddî sahada en fazla ilerlemiş olanları— kasıp , kavurmaffâ~gerek zeka gerekse tahammül gücünü düşürmektedir. Bunun neticesinde çalışma ve üretim seviyesi düşmekte, netice olarak maddi ve iktisadi refahı tamamen yoketmektedir.
\ Bu tezahürler günümüzde açık seçik görülmekte ve dikkat nazarlarını üzerine çekmektedir...

Bu uğursuz ayırımın neticesinde meydana gelen fena durum bütün dünyanın her an beklediği ve tamamen insanlığın mahvını hedef alan korkunç harb tehlikesi ile göze çarpmaktadır. Iztırablar içinde kıvranan dünyamızı dehşetengiz bombar-duman korkuları sarmıştır. Bu korku gerek hissetsin, gerek hissetmesin herkesin asabını mahvetmektedir. Bunun neticesi çok değişik şekilleri ile sinir krizleri başlamaktadır. Kalb sektesinden. beyin patlamasından ve intihardan ölüm nisbetleri müreffeh memleketlerde yaygınlaştığı kadar hiç bir yerde yaygınlaşmâmıştır.


Bu uğursuz ayırımın neticesi en ileri ve açık şekliyle bazı milletlerin yokluğa ve mahv olmaya doğru hızla ilerlemesi ile tezahür etmektedir. —Bunun en bariz örneği Fransız milletinin bugünkü durumunda göze çarpmaktadır. Evet maddi sahadaki çalışma ve Rabbani sahadaki nizamı birbirinden tefrik eden, dünya ile âhireti birbirinden ayıran, din ile hayatın arasını açan veya ahiret için gerekli tanzimatı Allah'tan alan, dünya için gerekli nizamları insanların eline bırakan, ve bu uğursuz ayırımı Allah'ın nizamı ile insanların hayatının arasına kadar ulaştıranların duçar oldukları bu durumlar sadece öbürleri için bir nümune mahiyetindedir.

Kur'an-ı Kerîmin bu ulu hakikati üzerindeki açıklamalarımızı bitirmeden evvel Allah nizamında iman ile takva Allah nizamını pratik hayatta ikame etmek ile yeryüzünde hilafet vazifesini deruhde ederken yapılan çalışma ve üretim münasebetleri arasındaki uygunluğun önemini bilhassa belirtmek isterim. İşte Allahü Taâlânın ehli kitaba —Dolayısıyla bütün insanlara— bu dünyâda her yandan nimete gark olmak, öbür dünyada da günahlar affedilerek cennete ve âhiret nimetlerine erişmek için ileri sürdüğü şartı tahakkuk ettiren iman ile takva üretim ile çalışma arasındaki bu uygunluktur.

Hem dünyada —sulh ve selâmet ile birlikte üretim ve dağıtımda bolluk ve adalet ile— cenneti elde etmenin, hem de âhirette nimet ve Allahın rızasına nail olarak cennete ulaşmanın yolu bu birliği ve uygunluğu sağlamaktır.

Dikkatları bu noktaya çekmekle beraber ana kaidenin ve esas dayanağın iman ve takva ve pratik hayatta Allah’ın nizamını yerleştirmek.olduğunu da hiç bir zaman unutmamamız lâzım.. Bu ana kaidenin içinde çalışma ve üretim, hayatın ilerleyip terakkisi gibi hususların hepsi de yer almaktadır... Bütün bunların da üstünde Allah'a bağlanmanın apayrı bir tadı vardır ki. hayatın tadını değiştirir, hayatla ilgili bütün değerleri ulvileştirir. Bütün hayat ölçülerini sağlamlaştırır... İşte İslam mefkuresinde ve İslam nizamında esas olan budur... Ve her şey bundan sonra ve buna tabi olarak gelir. Ondan doğar ve ona dayanır... Sonra da hem dünyada, hem de âhirette bütün işler düzenli ve intizamlı olarak bir birlik içerisinde yürür gider.

Bu arada şunu da hatırlatmamız yerinde olur ki, iman, takva ve ibadet. Allah’a bağlanmak ve Allahın şeriatını hayata hakim kılmak... gibi hususların hepsi de netice itibarı ile insan oğlu içindir. Semeresinden hem insanın kendisi, hem de insanlık hayatı istifade eder... Hiç şüphe yoktur ki Allah âlemlerden müstağnidir. İslâm nizamı bu esaslar üzerinde fazla şiddet göstermişse, bunları çalışma ve enerjinin değerlendirmesinde mihrak olarak almışsa, bu esaslar üzerine kaim olmayan her işi ve her çalışmayı reddetmiş, kabule şayan bulmayıp batıl saymışsa yaşama imkanı olmayan aşağılık, neticesi olmayan boş bir rüzgar olarak telakki etmişse... Bu demek değildir ki, Allahü Taala kulların iman ve ibadetine muhtaçtır veya Allah nizamını hâkim kılmak ta haşa bir faydası bahis mevzuudur... Bütün bunları Allahü Taala bu yoldan ve bu metoddan başka yollarla, metodlarla beşeriyetin sulh ve selâmete eremiyeceğini, kurtuluşa ulaşamıyacağını bildiği için esas kabul etmiştir.


Ebu Zerr’in rivayet ettiği bir kudsi hadiste Allahü Taala peygamberinin lisanı ile buyuruyor: 

"Ey kullarım, ben kendi nefsime zulmü haram kıldım. Ve sizin aranızda da onu haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyesiniz. Ey kullarım, benim hidayete erdirdiğimden başka hepiniz dalalettesiniz. Benden hidayet dileyiniz sizi hidayete erdireyim... Ey kullarım, benim doyurduklarımdan başka hepiniz açsınız. Benden doyurulmanızı dileyiniz sizi doyurayım. Ey kullarım, benim donattıklarımdan başka hepiniz çıplaksınız. Benden donatılmanızı dileyiniz, donatayım. Ey kullarım, siz gece ve gündüz hata işlersiniz bense bütün günahları affederim, benden af dileyiniz, sizi affedeyim... Ey kullarım, sizin zararınız bana ulaşamaz ki bana zarar veresiniz. Faydanız da bana ulaşamaz ki fayda veresiniz... Ey kullarım, şayet sizin evvel gelenleriniz ve sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bütünüyle içinizdeki en müttaki birisinin kalbi gibi kalbe sahib olsaydılar bu, benim mülkümde hiç bir şeyi artırmazdı. Ey kullarım, şayet sizin evvel gelenleriniz ve sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bütünüyle içinizdeki en kötü birisinin kalbi gibi bir kalbe sahib olsalardı bu, benim mülkümde hiçbir şeyi eksiltmezdi. Ey kullarım, şayet sizin önce gelenleriniz ve sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir tepe üzerine çıksalar ve benden istekte bulunsalardı, herkesin istediği şeyi verirdim de bu, benim yanımda kilerden hiç bir şey eksiltmezdi. Sadece bir iğnenin denize girdirilmesiyle eksilttiği şey kadar olurdu. Ey kullarım, bütün bunlar sizin amellerinizdir. Sizin için sayıyorum onları. Sonra onlarla mükafatlandıracağım sizleri. Kim hayır bulursa hamdetsin. Kim de hayırdan başkasını bulursa kendi nefsinden başka kimseyi levm etmesin1.

İşte ba esaslara göre iman ve takva, amel ve ibadet vazifesini. Allah nizamını hayata hakim kılma ve şeriatı Rabbani ile hükm etme mükellefiyetini değerlendirmeliyiz... Bütün bunlar sırf bizim hesabımız içindir. Beşeriyyetin hesabınadır. ...Hem dünyada hem de âhirette sadece beşeriyyet içindir... Ayrıca beşeriyetin dünya ve âhirette suth ve selâmete ermesi için bütün bunlar zaruridir.

Bu ilâhı şartın sadece ehli kitaba mahsus olmadığını söylemeye lüzum olmadığını sanıyorum. Ehli kitaba gösterilen şart, iman ve takvayı, kendilerine inzal buyurulan Tevrat ve î n c i 1 ’de beliren Allahın nizamını ikame etme hususlarını da tazammün ediyordu. Onlara Rabları tarafından gönderilmiş
olan şart —Haliyle son peygamberin bisetinden önce— tabiatıyla kendilerine Kur'an gönderilenler için daha evlâdır. Müslüman olduklarını söyleyenler için bu şart daha önemlidir. Kendilerine indirilene ve kendilerinden öncekilere indirilmiş olanlara iman etmeleri emrolunan bir dinin tabileri için bu şart elbette ki daha önemlidir. Bu dinin salikleri kendilerine Allah tarafından inzal olunanlar ile birlikte Allah şeriatının baki kıldığı daha önceki şeriatlara da uygun amel etmeleri tabii ki lâzımdır. Müslümanlar Allahın bu dinden başkasını kabul etmediği bir dinin tabileridir.|Bu din ile birlikte daha önceki dinler son bulmuş ve bu dinden laaşka kabule şayan bir din kalmamıştır... Başka bir tabirle kimseden bu dinden başkası kabul edilmez.

 Öyleyse bu şartın müslümanlara da geçerli olması daha evladır... Allahın rıza gösterdiği bir şeye müslümanlar hemen razı olmalıdırlar. Günahların affedilmesi ve âhirette cennete girmeleri için, dünyada her yönden ilahi nimete gark olmaları için Hak Taalanın ileri sürdüğü şartı müslümanların daha iyi değerendirmeleri gerekir.

Allahü Taalanın açlığa, korkuya, hastalığa ve bütün İslâm diyarının —Daha doğru bir tabir ile bir zamanlar müslümanların olan bir yerin— içinde bulunduğu zilete karşılık olarak ileri sürdüğü şarta müslümanların sarılmaları elbette ki daha evladır. Allahü Taalanın şartı her zaman için geçerlidir. Bu şarta giden yol bellidir... Şayet akıllarını başlarına alırlarsa...





2 yorum:

  1. Bu yükün cezasını beşeriyyet dünya hayatında kanı ve asabı ile ödemektedir. Dünya hayatında ödediklerinin üstünde âhiret hayatında ödeyecekleri bedel ise, daha da ağır ve daha acı olacaktır

    — Bu uğursuz ayırımın cezasını dünya hayatında kararsızlık , ve ıztırab ile kalb huzursuzluğu ve kafa dağınıklığı ile, imanın \ sunduğu huzur ve saadetten mahrum boşluk içinde kıvranarak \ kanayan kalbleri ile çekmektedirler
    "Alemşümûl meydan savaşındâ" Terdi ve içtimai başarılar elde etmek, ilim ve tecrübe, üretim ve çalışma sahalarında gelişmek için yegâne yol olarak dinin koyduğu mükellefiyetleri omuzdan atmak zannederek içine düştükleri imansızlık buhranı ile ödemektedirler bu ayırımın cezasını. Haddi zatında onlar bu durumları ile kendi fıtratlarıyla çarpışma içerisindedirler. İnsanın fıtratında mevcud olan, beşer gönlünü huzura garkedecek bir akide ve iman ihtiyacına karşı savaşmaktadırlar. Halbuki iman ve akide olmaksızın insanın hayat sürmesi imkânsızdır. İmansızlıktan ve akide yoksunluğundan doğan bu açlığı ne içtimai bir ekol, ne felsefî bir mezheb, ne de bir sanat anlayışı doldurabilir. Hiç birisi dolduramaz bunları. Zira bu boşluk insanın bir ilâha ihtiyacından doğmaktadır

    YanıtlaSil
  2. Cahiliyyet nizamlarının ortaya_attığı evhama göre de insan ya âhiret hayatını seçecektir, yahut da dünyâ hayatını... Ne düşünce plânında ne de pratik hayatta her ikisini birlikte mütalâa etmek mümkün değildir...
    Zira ikisi asla birleşemez...

    YanıtlaSil