5 Mayıs 2015 Salı

TEBLİĞ-/-«Ey peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfr eden topluluğu hidayete erdirmez.»...

67 — Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden topluluğu hidayete erdirmez...»

68 — «Ey Ehli kitab, Tevrat'ı, i n cil 'i ve Rabbınızdan size indirileni gereği gibi tatbik etmedikçe bir temele oturmuş olmazsınız.» De. And olsun ki, Rabbından sana indirilen bu Kur'an, onlardan bir çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme.

69 — Doğrusu iman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hırıstiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe inanan, salih amel işleyen kimselere korku yoktur. Onlar mahzun olacak ta değillerdir...

Bu; Resûlullaha Rabbı tarafından indirilenleri tam olarak tebliğ etmesini. Hak kelimesini ilân ederken hiçbir şeyi hesaba katmaması gerektiğini bildiren kati ve kesin bir emirdir İşte bu... yoksa tebliğ vazifesini yapmamış, risalet vazifesini yerine getirmemiş sayılır... Onu insanlardan muhafaza edip, korumayı Allah kendi üzerine alıyor. Koruyucusu Allah olana güçsüz ve kuvvetsiz kulların ne zararı dokunabilir?...

îtikadi hususlardaki hak sözü söylerken kem küm etmek icabetmez... Açıkça ve tam olarak ilân etmek gerekir. Ona karşı olanlar istedikleri şeyi istedikleri şekilde söylesinler. Ona düşman olanlar, diledikleri ve yapabildikleri şeyi yapsınlar. İtikad mevzuunda söylenecek hak söz, insanların arzusuna peşkeş çekilemez. Orada insanların istek ve durumları nazarı itibara alınamaz. Gözetilmesi gereken husus sadece, hakikat gönüllere yer edinceye kadar var kuvvetiyle onu haykırmak ve kalblere yerleştirmektir!...

İtikad hususundaki hak söz kuvvetlice haykırıldığı zaman, hidayet istidadı olan kalblerin en derin noktalarına kadar işler.. Kem küm edip gevelendiği takdirde iman kabiliyyeti olmayan kalbleri yumuşatmayacağı gibi iz de bırakmaz. Bazı kerre dâva sahihleri, o iman istidadı olmayan kalblere bir takım hakikatlar saklayarak anlatılırsa kabul edeceklerini zannederler ve bunu arzu ederler...

«Muhakkak ki Allah küfreden toplulukları hidayete erdirmez.»...

Şu halde hak söz kati olmalıdır. Tam ve şumullü olarak söylenmeli, kesin olmalıdır. Hidayet ve dalâlet hususu, kalblerin ona karşı olan istidadına göredir, yoksa hak sözden yana veya aleyhinde takınılacak yumuşak veya şaklabanca tavırla alakalı değilir...

İtikadî hususlarda hak söz söylerken takınılacak kati vc kuvvetli tutum sertliği ve hoyratlığı icabettirmez. Hak Taala yüce Resulüne —Rabbı yolunda hikmet ve güzel sözle davet etmesi ni— emretmiştir. Kur’an-ı Kerim’in müteaddid tevcihatı ile — Hikmet ve güzel sözle davet etmek— arasında bir ayrılık ve çatışma yoktur. Hikmet ve güzel sözle davet etmek hak kelimesini beyan etme hususunda katiyete ve kesinliğe aykırı değildir. Tebliğ etmek hususunda takib edilecek vasıta ve yollar ayrı, tebliğ edilecek mevzu ayrıdır. Burada istenen, itikad hususund; hak sözü söylerken yardaklanmamak ve arzulara peşkeşlik yapmamaktır. Hakikat ile yolun yarısında karşılaştırmak yerine başında karşılaştırmaktır. İtikadi hakikatlar hususunda yarım yarım kavrayarak, girmek diye bir şey bahis mevzuu olamaz.

Bu dâvayı ta ilk tebliğ ettiği günden beri Resûlullah (S.A.) tebliğ vazifesini yaparken hikmet ve güzel sözle davet ediyordu. Ama itikadî hususları ayan beyan olacak şekilde katiyetle ayırıyordu. «Ey kâfirler sizin ibadet ettiğinize ben ibadet etmem» demekle emrolunmuştu. Onları kendi sıfatları ile tavsif ediyor, işin başlangıcında onları hemen tefrik ediyordu. Onlara karşı yardaklık yapmıyor, onlara davayı anlatmak için yarım yarım bildirmiyor ve isteklerine göre hareket etmiyordu. Onlara: kendilerinden bir takım çok hafif tadilat yapmak istediğini söylemiyordu da açıkça gittikleri yolun tamamen batıl olduğunu, kendisinin saf bir hakikat üzerinde bulunduğunu ilân ediyordu... Hak kelimesini açık ve seçik şekilde yücelterek haykırıyordu. Ama bunu yaparken, sertlik ve hoyratlıktan eser bulunmayan bir üslûb içerisinde yapıyordu,..

îşte bu sûrei celile içinde şu sesleniş ve şu emir:

«Ey peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfr eden topluluğu hidayete erdirmez.»...

Âyeti Kerimenin seyrinden de —Hem bu seslenişten önce, hem de sonra— anlaşılıyor ki bu âyet ile doğrudan doğruya ehli kitab ile yüz yüze gelip durumlarının mahiyetini ve bu durumda hak oldukları sıfatın gerçek yönünü onlara açıklaması kâsdedilmiştir. Maksad, onların hiç bir şeye malik olmadıklarını ortaya sermektir. Onlar bu durumda ne din ne iman, ne de itikad huşusunda hiç bir şeye sahib değiller. Çünkü Tevratı, Incil'i ve Rabları tarafından kendilerine indirilenleri tatbik etmiyorlar. Bunun için de, ehli kitabdan oldukları, bir din ve akide peşinde gittikleri hususundaki iddiaları hiç bir mana ifade etmez. Boştur.

«Ey ehli kitab, Tevrat'ı, Incil'i ve Rabbınızdan size indirileni gereği gibi tatbik etmedikçe bir temele oturamazsınız» de».

Rasulullah (SA) onların iman, din ve itikadla alâkalı hiç bir temele dayanmadıklarını yüzlerine söylemekle mükelef olunca... Ki gerçekten de hiç bir esasa dayanmıyorlardı... Evet Rasulullah onlara böyle kati ve açık şekilde cevap vermekle emr-olunduğu sıralarda onlar kendi kitaplarını okuyorlardı ve kendi kendilerine Yahudi ve Hıristiyan sıfatını takıyor ve inanmış olduklarını söylüyorlardı... Ama Resululahın mükellef kılındığı tebliğ vazifesi onları bizzat hakikatlarla yüz yüze getirmeyi ve iddia ettikleri şeylerden hiç birisine sahip olmadıklarını belirtmek hususunda idi. Zira «din» dille söylenen laflardan ibaret değildir. Okunup aktarılan kitaplar değildir. Atadan evlada geçen bir sıfat veye iddia manasını taşımaz. Aslında «din* bir hayat nizamıdır... Vicdanlarda gizlenen inanç duygularını ve hareketlerde beliren ibadet şekillerini birlikte ihtiva eden bir nizamdır. İbadet bütün hayat prensiplerini bu nizam esasına göre ikame etme ameliyesidir. Ehli Kitap dini böyle kaide üzerine ikame etmemiş olduklarına göre Resûlullah’ın da (S.A.) onların hiç bir dini esase istinat etmediklerini ve ileri sürdükleri iddianın hiçbir temele dayanmadığını söylemekle emrolunması gayet tabiidir.. .^TevraTı. Incil’i ve onlara Rabları tarafından indirilmiş olan şeyleri tatbik etmelerinin ilk şartı Hz Muhammed ’in getirmiş olduğu Allah dinine girmeleri idi/ Zira Allahü Teala onlardan gönderdiği her'  Rasule inanıp yardımcı olmaları hususunda söz almıştı. Hz. Muhammed’in (A.S.) ve Kavminin vasıfları kendi ellerinde bulunan İncil ve Tevrat'ta yazılı idi. —Nitekim Allahü Taâlâ da bu hususu bildirmişti. Ve o şüphesiz ki söyliyenlerin en doğru sözlüsüdür— Onlar Tevrat’ı da, Incil’i de ve Rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan diğer şeyleri de tatbik etmiyorlardı. Allahü Tealânın «Rableri tarafından kendilerine indirilenleri» kavli şerifinden murat bir takım tefsir âlimlerinin dedikleri gibi —Kur’an-ı Kerim olsun veya D a v u d Aleyhisselâma indirilen Zebur gibi diğer kitaplar olsun değişen birşey yoktur. Biz diyoruz ki kendi ellerinde bulunan kitapların tasdik ettiği ve üzerinde dikkatle
durduğu bu yeni dine girmedikçe onlar ne Tevrat’ı, ne Incil’i, ne de Rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan kitabı tatbik etmiş olabilirler. Allahü Teâlanın da şehadet ettiği gibi onlar bu son diııe girmedikçe hiçbir esasa istinat etmiş sayılmazlar. Resulullah (SAV) de onlara kendi durumlarını bildiren bu İlâhî kararı belirtmek hem tutumlarını hem de vasıflarını açıklayan bu hakikati tebliğ etmekle mükellef kılınmıştı. Aksi takdirde Rabbı Zülcelâlinin gönderdiği risalet vazifesini tebliğ etmiş sayılamazdı. Ne büyük bir tehdit...
Allahü Teâla onların bu kati hakikatle yüz yüze getirilmesinin ve bu derece açık bir sözle ifade edilmesinin daha çok zulümlerini inad ve sapıklığa dalmalarını teşvik edeceğini hiç şüphesiz biliyordu... Fakat bütün bunlar Resulullah (SAV) e onlara bu hakikatleri anlatması için gereken emrin verilmesini engellememişti. Ayrıca ehli küfürden, zulüm dalâlet ve yol kaçkınlarından bu hakikatlerle yüz yüze gelmenin neticesi peygambere dokunacak kötülüklerden çekinmemesi, korkmaması da belirtildi. Çünkü Allah’ın hikmeti icabı hak olan sözün açıkça ilân edilmesi gerekiyordu. Halkın nefsinde o hak sözün eserlerinin görülmesi gerekiyordu. Bundan sonra isteyen bir esasa dayanarak bir delile istinat ederek hidayet yolunu tutar dalâlete düşen de bir esasa dayanarak yolunu sapıtırdı. Helâk olan bir delile dayanarak helak olur, yaşayan da bir delile dayanarak yaşardı.

«And olsun ki, Rabbinden sana indirilen bu Kuran onlardan bir çoğunu azgınlık ve inkârını artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme...»

İşte Allahü Teâla bu emirleriyle dâva adamına dâvanın planını çiziyor ve bu plân üzerindeki İlâhî hikmete muttali kılıyordu. Hidayete girmeyenlerden gelecek fenalıklara karşı da o dâva adamının gönlünü teselli ediyordu. Hak sözü onlara söylendiği zaman azgınlık ve inkârları daha da arttığına göre onlar bu kötü âkibete hak kazanıyorlardı. Çünkü kalpleri hak söze karşı tahammül etmiyordu. Çünkü o kalplerin derinliklerinden hayır ve sadakatten eser yoktu. Binaenaleyh Allah'ın hikmeti icabı o kalplerde bulunan açık ve gizli şeylerin ortaya dökülmesi küfür ve azgınlıkların açığa çıkarılması için doğrudan doğruya hak sözün yüzlerine söylenmesi gerekiyordu. İşte bundan sonra onlar azgınların ve kâfirlerin uğrayacağı cezayı hak edeceklerdi.

İÇ YÜZLERİ

Şimdi Resulullahın mükellef kılındığı bu tebliğ vazifesinin ışığı altında ehli kitap ile müslümanlar arasındaki yardımlaşma, dostluk ve yakınlık meselelerine dönebiliriz. Bu İlâhî tebliğ mükellefiyetinin Allah’ın takdir ettiği şekilde onlardan birçoğunun küfür ve azgınlığını arttırmasından doğan neticelerin ışığı altında tekrar o mesele üzerinde söz edebüiriz... Ne bulacağız?... Göreceğimiz nedir?...

Göreceğiz ki; < Allahü Taâlâ ehli kitabın Tevrat'ı, Incil’i, Allah tarafından kendilerine indirilen diğer kitapları tam manasiyle yerine getirmedikçe hiçbir esasa dayanmadıklarını belirtmektedir. Onlar Tevrat ve İncil deki hükümlere ittiba ederek, Allah'a ve Peygamberine iman etmek hususundaki davetlerinin bedihi bir gereği olarak bu son dine girmedikçe hiçbir şey üzerinde değildirler... Şu halde ehli kitap artık «Allah'ın dininde değildir.» Şu halde Allah'ın kabule şayan gördüğü bir «din sahibi» de değildirler.

Yine göreceğiz ki onların bu hakikatlerle yüz yüze getirilmesi içlerinden pek çoğunun küfrünü ve azgınlığını arttıracağını Allahü Teâla çok iyi biliyordu. Ama buna rağmen Resulü Zîşanına hiç korkmadan bu hakikati onların yüzüne söylemesini emir buyurmuştu. Ve içlerinde pek çoğunun Peygambere isabet ettireceği fenalıklardan çekinmemesini bildirmişti.

Biz bu meselede Allah kelâmının son ve kati söz olduğunu nitekim hakikat ve vakıa da aynen böyledir kabul edecek olursak ortada ehli kitabın bir din ehli olduğunu söylemenin yeri kalmaz. «Müslümanları mülhit’lerin ve imansızların karşısına dikilmek için bazı aldatılmış ve aldanmış kimselerin ileri sürdüğü gibi onlarla yardımlaşabileceği hususuna mahal bile kalmaz. Ehli kitab Tevrat’ı, î n c i l’i ve Rabları tarafından onlara indirilen diğer kitapları tatbik etmedikleri için müslümanların onları herhangi bir esasa dayanmış olarak değerlendirilmelerine mahâl yoktur. Müslüman Allah'ın emrettiğinden başka bir şeyi emretmek durumunda değildir.

«Allah ve Peygamberin bir şeye hükmettiği zaman inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek olmaz ..»'.
1. Ahzab: 36


Ve Allah'ın kelimesi ebediyen bakidir, şartların ve durumların değişmesi ona asla tesir etmez.

Allah kelâmının söylenecek son söz olduğunu nitekim hakikatta ve vâkıada aynen böyledir kabul edersek bu hakikati ehli kitaba söylemenin neticesinde onların bize kızacağını, bize karşı
yaptıkları savaşın şiddetleneceğini hesaba katmamız asla doğru değildir. Bizim onların dostluğunu kazanmak için kendi dinlerine rıza gösterdiğimizi ve kabullendiğimizi itiraf etmeye çalışmamız imansızlık tufanını bertaraf etmek için onlarla yardımlaşmamız diye birşey bahis mevzuu olamaz. İmansızlığa karşı Allah’ın kabule şayan bulduğu yegâne din olan kendi dinimizi müdafaa ederken onların dinini de müdafaa etmemiz tabiî değildir.

Hiç şüphesiz Allahü Taâlâ bizi böyle bir yöne tevcih etmiyor. Bu şekilde yapacağımız itirafları kabule şayan bulmuyor. Bu nevi bir yardımlaşmayı ve bu yardımlaşmanın sebebi olan düşünceleri hiç affetmiyor. Zira böyle bir şeye başvurduğumuz zaman kendi kendimize Allah’ın emrettiklerinin dışında birşey yüklüvoruz. Allah'ın seçtiği yolun dışında yolları seçiyoruz demektir. Tahrif edilmiş bir inancı İlâhî bir «d i n» olarak kabul ediyor, bizimle birlikte İlâhî bir dinin bağları altında toplamaya çalışıyoruz demektir... Halbuki Allahü Taâlâ, onların Tevrat’ı, İncil’i, Rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan diğer kitapları tatbik etmedikçe hiçbir esasa dayanmamış olduklarını söylüyor... Ve onlar da bunların hiçbirisini yapmıyorlar.

ALLAH’IN KİTABI İLE HÜKMETME YENLER .

Kendilerine müslüman adını yerip de Allah'ın indirdiği ile; hükmetmeyenler de tıpkı bu kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlâr gibi hiçbir esasa dayanmamaktadırlar. Allah'ın bu kelâmı gerek kendi nefislerinde, gerekse hayatlarında İlâhî kitabı tatbik etmeyen bütün insanlara şamildir. Gerçek manada müslüman olmak isteyen kimse (önce kendi nefsinde ve pratik hayatında Allah'ın kitabını tatbik ettikden sonra) o kitabı tatbik etmeyenlere hiçbir esasa dayanmadıklarını açıktan açığa söylemek mecburiyetindedir. O kitabı tatbik etmedikçe bir dine bağlı olduklarına dair ileri sürdükleri iddialarının bizzat o dinin Rabbi tarafından reddedildiğini anlatmakla görevlidir. Bu hususlarda açık ve kesin davranmak herkesin üzerine vaciptir. 




1 yorum:

  1. Allahü Taâlâ ehli kitabın Tevrat'ı, Incil’i, Allah tarafından kendilerine indirilen diğer kitapları tam manasiyle yerine getirmedikçe hiçbir esasa dayanmadıklarını belirtmektedir. Onlar Tevrat ve İncil deki hükümlere ittiba ederek, Allah'a ve Peygamberine iman etmek hususundaki davetlerinin bedihi bir gereği olarak bu son dine girmedikçe hiçbir şey üzerinde değildirler... Şu halde ehli kitap artık «Allah'ın dininde değildir.» Şu halde Allah'ın kabule şayan gördüğü bir «din sahibi» de değildirler.

    Yine göreceğiz ki onların bu hakikatlerle yüz yüze getirilmesi içlerinden pek çoğunun küfrünü ve azgınlığını arttıracağını Allahü Teâla çok iyi biliyordu. Ama buna rağmen Resulü Zîşanına hiç korkmadan bu hakikati onların yüzüne söylemesini emir buyurmuştu. Ve içlerinde pek çoğunun Peygambere isabet ettireceği fenalıklardan çekinmemesini bildirmişti.

    Biz bu meselede Allah kelâmının son ve kati söz olduğunu nitekim hakikat ve vakıa da aynen böyledir kabul edecek olursak ortada ehli kitabın bir din ehli olduğunu söylemenin yeri kalmaz. «Müslümanları mülhit’lerin ve imansızların karşısına dikilmek için bazı aldatılmış ve aldanmış kimselerin ileri sürdüğü gibi onlarla yardımlaşabileceği hususuna mahal bile kalmaz. Ehli kitab Tevrat’ı, î n c i l’i ve Rabları tarafından onlara indirilen diğer kitapları tatbik etmedikleri için müslümanların onları herhangi bir esasa dayanmış olarak değerlendirilmelerine mahâl yoktur. Müslüman Allah'ın emrettiğinden başka bir şeyi emretmek durumunda değildir.

    «Allah ve Peygamberin bir şeye hükmettiği zaman inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek olmaz ..»'.
    1. Ahzab: 36


    Ve Allah'ın kelimesi ebediyen bakidir, şartların ve durumların değişmesi ona asla tesir etmez.

    Allah kelâmının söylenecek son söz olduğunu nitekim hakikatta ve vâkıada aynen böyledir kabul edersek bu hakikati ehli kitaba söylemenin neticesinde onların bize kızacağını, bize karşı
    yaptıkları savaşın şiddetleneceğini hesaba katmamız asla doğru değildir. Bizim onların dostluğunu kazanmak için kendi dinlerine rıza gösterdiğimizi ve kabullendiğimizi itiraf etmeye çalışmamız imansızlık tufanını bertaraf etmek için onlarla yardımlaşmamız diye birşey bahis mevzuu olamaz. İmansızlığa karşı Allah’ın kabule şayan bulduğu yegâne din olan kendi dinimizi müdafaa ederken onların dinini de müdafaa etmemiz tabiî değildir.

    Hiç şüphesiz Allahü Taâlâ bizi böyle bir yöne tevcih etmiyor. Bu şekilde yapacağımız itirafları kabule şayan bulmuyor. Bu nevi bir yardımlaşmayı ve bu yardımlaşmanın sebebi olan düşünceleri hiç affetmiyor. Zira böyle bir şeye başvurduğumuz zaman kendi kendimize Allah’ın emrettiklerinin dışında birşey yüklüvoruz. Allah'ın seçtiği yolun dışında yolları seçiyoruz demektir. Tahrif edilmiş bir inancı İlâhî bir «d i n» olarak kabul ediyor, bizimle birlikte İlâhî bir dinin bağları altında toplamaya çalışıyoruz demektir... Halbuki Allahü Taâlâ, onların Tevrat’ı, İncil’i, Rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan diğer kitapları tatbik etmedikçe hiçbir esasa dayanmamış olduklarını söylüyor... Ve onlar da bunların hiçbirisini yapmıyorlar.

    YanıtlaSil