12 Mart 2015 Perşembe

ŞU DÖNEM MEKKE Mİ MEDİNE Mİ ? CİHAHAD MI NEFSİ MÜDAFA MI ? BİR DÜŞÜN ?

SAVAŞTAN KAÇINANLAR

Kendilerine: «ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin,* denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grub Allah’dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan (düşmandan) korkuyorlar. Bunlar «Ey Rabbimiz! üzerimize şu savaşı niye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydin» demektedirler. Onlara şöyle söyle: «Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.*

■Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır...» 

Ancak Allahü Taalânın bildiği bir hikmet sebebiyle müslümanlara daha henüz cihad izni verilmemişti. Allah’a inananlar müşriklerin türlü işkencelerine, fitne ve tedhiş hareketlerine maruz kalıyorlardı. İşte bu yüzden göğsünde alev alev hamaset duyguları volkanlaşan mûslümanlar, Mekke ’nin bu kasvetli havasında
cihad izninin gelmesini büyük bir hararetle bekliyorlardı. Nihayet Allahü Taalânın takdir etmiş olduğu münasib vakit gelince ve arzu edilen ortam da hazırlanınca Allahü Taalâ —Allah yolunda cihad etmeyi— müslümanlara farz kıldı. Bir de ne görelim, daha dün cihad için can atanlardan bir grub bugün tamamen değişmişti. Korkuyordu onlar... Tir tir titriyorlardı. Neredeyse oldukları yere. yığılıvereceklerdi!. Hatta kendileriyle cihad etmeleri emredilen insanlardan — ki onlar da kendileri gibi birer insandır — Allah’dan korkar gibi korkuyorlardı. Evet, Kahhar ve Cebbâr olan Allah’dan korkar gibi.«Artık o gün, Allah’ın ettiği azabı kimse edemez.» «Ve O’nun vurduğu bağı kimse vuramaz13*.»

«Hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlardı.»

Ve onlar korku, dehşet ve hasret içinde: «Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın?» diyorlardı. Bir müminden böyle bir sualin varid olması gerçekten çok garibdir. Bu sual bu dinin mükellefiyetleri hususundaki düşünce tarzının henüz vuzuh bulmadığını ifade eder. Ayrıca bu dinin fonksiyonunu anlamamak olur. Ve bu suallerinin peşinden zavallıca, yakıcı bir arzu ile devam ediyorlar: «Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bıraksaydın?» Biraz daha mühlet verseydin bize?... Bu ağır ve korkunç mükellefiyetler ile karşılaşmadan biraz daha fırsat verseydin?...

insanlar arasında en şiddetli hamasete sahib olanlar, çabucak tehevvüre kapılıp patlayanlar, bazan iş ciddiyete bindiği ve hâdiseler ile yüz yüze gelindiği zaman da en çok çığırtkanlık yapıp, korkar ve hezimete sebeb olurlar. Hatta heyecandan yerinde duramayanlar o zaman ilk önce otururlar. Zira tehevvüre kapılıp heyecanlanmak umumiyetle mükellefiyetlerin gerçek yönünü değerlendirememekten neşet eder. Yoksa şecaattan, tahammül ve direnme arzusundan değil... Bilâkis direnme kabiliyetinin azlığından gelir. Eziyetlere, sıkıntı ve mağlubiyetlere dayanamamaları onları her ne şekilde olursa olsun mükellefiyetin mahiyetini ölçmeksizin harekete, müdafaaya ve yardım dilemeye sevk eder. Hatta bu mükellefiyetler kendilerine tevcih edildiği zaman takdir ettiklerinden çok daha ağır gelir onlara. Düşündüklerinden çok Haha zor olur. Bunun için geri dönüp kaçanların ilk safında yer alırlar. Öbürleri
kendilerini tutup,-zaman zaman eziyetlere, sıkıntı ve. mihnetlere katlanmaya çalışıp, hazırlık içerisinde bulunurken, hareketin gerçek mükellefiyetlerini ve nefislerin bu mükellefiyetlere dayanabilme gücünü bilip sebat ederken onlar ilk safta kaçanlar arasında bulunurlar. Öbürleri meseleyi bilip, sabrederler, durumun icabettirdiği şekilde hazırlıklara girişirler. Tehevvür ve heyecan sahihleri başlangıçta onların gayet zayıf olduklarını zannederek onların temkinli hareket etmelerini ve meseleyi enine boyuna ölçüp biçmelerini hayretle karşılarlar. Savaş başlayınca hangi grubun daha çok dayanıklı olduğu, hangi bölüğün daha ileri görüşlü olduğu anlaşılır...

Zannı galibe göre bu âyeti celilenin kasdettiği grup Mekke’ de eziyet ve ızdırapların içlerini alev alev yaktığı ve bir türlü bu alevi söndüremeyen kimselerdi. İçlerindeki o alev sönmeyince tehevvüre kapılıyor ve Resûlullahtan izin isteyerek bu eziyetleri bertaraf etmek istiyorlardı. Resûlullaha gelince o, bu konuda Allahü Taalânın fermanına uyuyor, temkinli davranıyor, emri İlâhiyi bekliyor, uygun görülen vakte kadar bekleyip hazırlanmak istiyordu. İşte bu grup M e d i n e ’de kendilerini emniyette hissedince — Ki orada artık eziyet ve horlanmak yoktu, cereyan eden vakalar kendi şahıslarını ve nefislerini rencide etmiyordu— artık savaşmak hususunda hiç bir zaruret görmüyor veya en azından savaşın gerekeceğine inanmıyordu.

«Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Bunlar: «Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bıraksaydın?» demektedirler...»

Bu grub bilfiil müminler grubu da olabilir. Arzu ve yalvarma ile Allah’a yönelmelerinden müminler olmaları çıkarılabilir. Bu durumu da hesaba katmamız gerekir. Henüz olgunluğa ermemiş olan bir iman, işaretleri daha kesinlik kazanmamış olan bir mefkure, sahibi tarafından yeryüzündeki fonksiyonu anlaşılmamış olan
bir din. Ki dinin yeryüzündeki fonksiyonunun kavranıp kavranmaması, şahısları himaye etmekten, milletleri ve vatanları korumaktan çok daha büyük bir meseledir. Zira dinin gerçek manası ile fonksiyonu, Allah’ın nizamını yeryüzüne yerleştirmek, âdil sistemini cihanın bütün kıtalarına hakim kılmak ve yeryüzünde kuvvet ve kudret sahibi üstün bir kumanda makamı inşa etmek, bununla da Allah dâvasmm karşısına dikilen hududların kapanmasına engel olmak, yeryüzünün neresinde olursa olsun ferdler ile dâva arasına gerilecek engellere mani olmak, tam bir hürriyet havası için ferd bu dâvayı kabul edip seçerse onu seçtiği yolundan alıkoyacak fitne -vasıtalarını yok etmektir... İşte bütün bunlar şahıslara bir takım eziyetlerin ulaşıp ulaşmamasından çok daha önemli mevzulardır... Şu halde Medine 'deki emniyet havası — hatta büsbütün tehditlerin bertaraf edilmiş olduğunu farzetsek bile — müslümanların oradaki vazifelerinin bitmiş olmasına veya cihaddan vazgeçmelerine sebeb olamazdı...

Evet henüz olgunlaşmamış olan iman, sahibini meselenin dışına itmeye kadar varabilir. Sadece Allah'ın emrine kulak vermeye ve onun esas illet ve malul, sebeb ve müsebbib olarak değerlendirilmesine gidilebilir. Son olarak insanlar hikmetini gerek bilsinler, gerek bilmesinler, henüz işaretleri tam olarak belirmemiş olan bir düşünce tarzı, müminin bu dinin yeryüzündeki fonksiyonunu anlamasına kâfidir.

Fakat Allahü Taalâ — Mekke ’de — zulümden kurtulmak, düşmanları tepelemek ve yapılan işkencelere kuvvetle karşı koymak için müslümanlara niçin cihad izni vermemişti?... Hatta bir çokları bütün bu işkenceleri bertaraf edebilecek güç ve kuvvetteydiler. Zayıf değillerdi, onlar. Kuvvetten düşürülmüş değildiler. Her ne kadar bu sırada müslümanlar azınlıkta bulunsalar da kendilerine yönelen zalimane hareketleri durduracak kuvvetten yoksun değillerdi...

Ama neydi bunun hikmeti?. Cihaddan el çekmek... Hatta bazı müslümanlar dayanılmaz işkencelere maruz kalıyorlardı. Bir kısmı yapılan mezâlime dayanamayarak bir an için dininden dönmeyi bile düşünüyordu. Bazıları aralıksız ve devamlı olarak yapılan işkenceye tahammül edemiyerek vücuduna inen tekmelerin arasında can veriyordu...

Peki, bütün bunlara rağmen cihada müsaade edilmeyişin hikmeti neydi!.. Hemen şunu ifade edelim ki, biz burada meseleyi çözüp kesin hükmümüzü basacak değiliz. Binaenaleyh biz böyle bir şeye teşebbüs edecek olursak Allah'ın bildirmediği bir hikmeti aklımızca göstermeye çalışmış oluruz. Netice itibariyle Allah’ın emirlerine bir takım sebeb ve illetler katıştırmış oluruz. Çünkü bizim bulduğumuz sebebler, esas hakiki hikmeti ifadeden fersahlarca uzaktır. Nitekim, koymuş olduğumuz teşhis isabetli de olabilir... Fakat konulan hikmetin gerisinde beşer olarak göremediğimiz daha birçok sebeb ve illetlerin bulunduğunu unutmamak gerekir... İşte buradaki bütün hayır ve maslahatı hakkıyle bilen sadece Allahü Taalâdır... Müminin mükellefiyetler önündeki durumu budur. İşte müminin, Allah’ın şeriatındaki — sebebi tamamen kesinleşmeyen ve apaçık izah edilmeyen — herhangi bir hükmü karşısındaki tutumu... İnsanoğlu bu hüküm üzerinde, mükellefiyetler keyfiyetinde veya şu mükellefiyetlerin icraatı yönünde akimın ve hissinin yapısı nisbetinde ne kadar sebeb ve illet gösterirse göstersin... Evet, hatırına ne kadar hikmet dizisi eklenirse eklensin, bütün bunlara mücerred ihtimaller nazariyle, bakması gerekir... Binaenaleyh — Akıl ile ilim arasındaki bağlar ne kadar kuvvet kazanırsa kazansın. Allah’ın hükümleri üzerinde ne kadar düşünceye sahib olursa olsun — «İşte hikmet budur!» Bu Allah’ın koyduğu hikmettir diye meseleyi hiçbir zaman kestirip atamaz... Bu hikmet nassla sabittir diyemez... Bunun arkasında hiç bir sebeb düşünülemez... Bunun dışında hiç bir hikmet gösterilemez gibi saçma iddialara kalkışması asla doğru değildir!. Bu hususda gösterilen titizlik insanoğlunun Allhü Taalâya olan hürmetinin ifadesidir. Burada gösterilen hassasiyet, bir şeyin hakikat ve ruhunu anlamada Allahü Taalânın ilmiyle insan oğlunun ilmi arasındaki büyük farkın bütün açıklığıyle belirmesidir.

_ İşte biz cihadın, M e k e ’de farz olmayıp da M e d i n e ’de farz oluşunun hikmetini Allahü Taalâya karşı olan itaat ve edebimiz çerçevesinde ele almaktayız... 

Biz burada hikmet ve sebeb olarak görebildiklerimizi zikrediyoruz... Tabii ki bunlar mücerret ihtimallerdir. Bunun ötesinde bizim göremediğimiz esas hikmeti de Allahü Taalâya havale ediyoruz. Hiç bir zaman Allahü Taalânın emirlerine sebep ve illetler eklemek niyetinde değiliz. Çünkü burada konulan hikmeti bilen sadece Allahü Taalâdır... Allahü Taalâ bu hikmeti bizim için sınırlandırmadığı gibi açık bir nass da koymamıştır!


Bunlar bizim, çalışıp didinmemiz neticesinde ortaya koyduğumuz neticelerdir... Hata edebiliriz. Belki de isabet etmişizdir. Veya hikmetleri eksiltmişizdir. Yahut daha da fazlalaştırınışızdır. Şu veya bu şekilde bir iddiamız yoktur. Bunlar bizim Allah'ın hükümlerini mücerret bir tefekkür süzgecinden geçirmemiz neticesinde elde ettiğimiz sonuçlardır. Sadece zamanın akışında meydana gelen hâdiselerin bizde uyandırdığı intibalara uygun olarak vardığımız neticelerdir.

MEKKE’DE NİÇİN CİHADA İZİN VERİLMEMİŞTİ?

I) M e k e k e devrinde cihada izin verilmemişti. Çünkü bu devre, belirli bir toplumda, belirli şartlar altında, belirli bir cemiyet hayatı için eğitme ve hazırlama devresiydi. Böyle bir toplumu hazırlama ve eğitmenin hedefi, Arab insanım, dayanamayacağı şahsi gururuna karşı yapılacak hareketlere sabredebilmesi için eğitmek ve hazırlamak olacaktı. Ferd ancak bu şekilde şahsi kaprislerinden kurtulup, kibir ve bencilliklerinden, soyunabilirdi. İşte o zaman kendi bencilliği ve iftihar ettiği varlıklar, hayatının mihveri yaşayışının gayesi olmaktan çıkardı. Bu şekilde bir eğitim ferdin asabına hakim olup, —insanın tabiatında mevcut olduğu gibi — ilk müessire karşı patlamayıp heyecana sürükleyici hareketler önünde teskin etmiş oluyordu(1Üvet, bu sırf ferdin hareketlerinde ve ruhunda hâdiseler karşısında soğukkanlılık kabiliyetini kazandırmak içindi: ^Peygamber (S.A.V.) fertleri öyle bir cemiyet için hazırlıyordu ki, ferdin âdet ve alışkanlığı ne şekilde olursa olsun, cemiyet onun bütün cephelerini kuşatıyor. Fert her halükârda kendi istediği gibi değil cemiyetin direktifleriyle hareket ediyordu. Bütün bunlar, Arab insanının şahsiyetini ana temeller üzerine oturtmak için yapılıyordu. Evet, bünyesinde barbarlık ve döneklik bulunmayan, kaide ve nizamlara tereddüdsüz teslimiyet gösteren ileri ve medenî bir »İslâm cemiyeti» kurmak için...

II) Mekke devrinde cihada izin verilmemişti. Çünkü, Kureyş gibi şeref ve gururuna düşkün bir toplulukta barış yoluyla yapılacak davet daha kolay ve daha tesirli olurdu. Aynı zamanda ilk merhalede savaşla hak dine davet etmek onları daha fazla inada sevkedebilirdi. Cahiliyyet devrinde ırk ve kabile taassubuyle
rtZHAL-ÎL KUR AN
343
Sûr» 4 : Nia Sûtmİ
yıllarca Arabistan Yarımadasını alkızıl kanlara boyayan harpler gibi kanlı ihtilâllerin çıkmasına sebebiyet verebilirdi. Netice itibariyle İslâm üzerinde cereyan eden bu hâdiseler onların zihinlerinde ve hatıralarında büyük bir leke olarak kalacaktı. Artık bundan sonra hiç bir zaman hidâyete yanaşmak istemezlerdi. Böyle bir hareket sonunda İslâm, cihanşümûl bir dâva olmaktan çıkar, kanlı bit ihtilâl havasına bürünürdü. İslâmın esas prensipleri unutulurdu artık. .. Bir daha hatırlanmamak üzere tarihe gömülür giderdi!.

III) Mekke devrinde cihada izin verilmemişti. Çünkü İslâm, her evin içini bir muharebe meydanma ve bir harb sahasına çevirmek istemiyordu. Meydanda iman edenleri dinlerinden döndürmek için işkenceye girişen bir sistemin tasallutu yoktu henüz M e k k e ’de bu işi herkesin velisi yapıyordu. Veli himâyesinde bulunan kimseleri döğer... Dininden döndürmek için işkence yapar. «Terbiye ederdi (!)» Hiç7 bir kimse müdahale edemezdi, işte - böyle bir cemiyette - cihada izin vermek her evin muharebe meydanma dönmesi demekti... Ve sonra da imansızlar kalkıp «İşte İslâm bu-dur!» diyeceklerdi. İslâm savaştan menettiği halde böyle söylüyorlardı, ya cihadı farz kılsaydı daha neler diyeceklerdi kim bilir?... Kureyşliler hac mevsiminde ticaret ve beytullahı ziyaret için gelen Arap kabilelerine aynen şöyle propaganda yapıyorlardı: «Mu-hammed baba ile oğlunun arasım açıyor. Kavmiyle aşiretini birbirine düşürmek istiyor!» Mekke ’nin havası bu kadar kasvetli iken bir de İslâm, köleye efendisini öldürmeyi emretseydi ne olurdu cemiyetin durumu?!.. Hele bir de İslâm, çocuğun babasmı bu yolda öldürmesini meşru saysaydı!. Artık her mahallede ve her evde meydana gelen faciayı siz tasavvur edin...

IV) Mekke devrinde cihada izni verilmemişti. Çünkü Allah, önceleri müslümanlan dinlerinden çevirmek için işkence eden, türlü eza ve cefalara maruz bırakan müşriklerden bir çoğunun İslâmın halis askerlerinden ve lıatta kumandanlarından olacaklarını pek âlâ biliyordu. Hattaboğlu Ömer bunlardan birisi değil miydi?...

V) Mekke devrinde cihada izin verilmemişti. Çünkü Arablar, kabileler arasında zulme uğrayan kimseleri korumayı daima severlerdi. Hele zulme uğrayan, kabilenin ileri gelenlerinden
biri olursa bütün güçlerini bu yolda feda ederlerdi... —Böyle bir cemiyet içinde — bu görüşümüzü destekleyen bir çok hâdiseler zikredebiliriz. İşte bunlardan biri...

İbni Dağne. Hz. Ebu Bekir’in — Ebubekir, kav-minin ileri gelen bir ferdi idi — M e k k e ’yi bırakıp da Habeşistan’a hicret etmesine razı olmamış ve bunu Araplar için arlanılacak bir hal olarak nitelemiş ve Hz. E b u k e r ’ i kendi himayesine alacağını söylemişti... Bu örneklerden birisi de H a ş i m oğullarına karşı girişilen boykot hareketini ifade eden sayfanm yırtılması vakasıdır. Boykot hareketi neticesinde H a ş i m oğullarının Ebutalib kolu şiddetli acı ve mihnetlere maruz kalmıştı. Halbuki aynı devreye rastlayan veya daha önce yıkılıp giden medeniyet sahibi cemiyetlerde eziyetlere karşı sükut alay edilmeye, cemiyet tarafından hakîr görülmeye vesile olabilirdi. Bu arada had ve hudud tanımayan zâlim diktatörlerin hürmet ve tazim görmesine sebeb olurdu.

VI) M e k k e ’de cihada izin verilmemişti. Çünkü o zaman müslümanların sayısı çok azdı. Bu yüzden cihanşümûl davet sadece Mekke sınırları içinde faaliyet gösterebiliyordu. İlâhi davet Arap Yarımadasının diğer bölgelerine ulaşmamış yahutta pek ehemmiyet kesbetmemişti. Civar kabileler M e k k e ’de çıkacak bir iç savaşın nasıl cereyan edeceğini kestirmeden tarafsız bir tutum içinde bulunuyorlardı. Şayet bir iç savaş patlak verecek olursa bunun sonu nereye varacaktı. Çünkü bu şartlar altında çıkan bir savaş —müslümanlar ne kadar kahramanlık gösterirlerse göstersinler, ne kadar düşman öldürürse öldürsünler— bir avuç müslü-man topluluğun ortadan silinmesi için kâfiydi. Netice itibariyle, küfür hakimiyetini devam ettirecek. Müslüman cemaat, yerle yeksân olacak. İslâm yeryüzünde nizamını kuramayacak... Pratik hayata hâkim olamayacaktı. Halbuki İslâm bunun için mi gelmişti?! İslâm, yaşanan hayatın bütün cephelerini kuşatan bir hayat nizamı olarak gelmişti... Evet, hayatın amelî ve pratik bir nizamı olmak için... .

VII) Bu sıralarda, M e k k e ’de bütün bu değer ve kıymetleri çiğneyerek cihad için kolları sıvamaya veya yapılan işkencelere son vermeye kalkışmak gibi bir hareket içinde bulunmaya hiç de lüzum yoktu. Çünkü bu davetin üzerinde oturduğu ana prensibler
— o gaman için — artık gerçekleşmiş sayılırdı. İşte bu da, davetin mevcudiyetiydi. Evet, davetin Resûlullahın şahsiyeti etrafında şekillenmesi... Resûlullahın da H a ş i m oğullarının kılıçları himayesinde yürümesi... Çünkü Resulullaha uzanan her el ölümle tehdid ediliyordu! İşte H a ş i m oğullarının kabileler arasında. kurdukları bu nizam, diğer kabilelerin kendileriyle harbetme arzularına büyük bir darbe indiriyordu. Böylece H a ş i m oğullan Resûlullaha yardım ellerini uzatıyorlar, O’nun korunmasında gereken hassasiyeti göstermekten hiç bir zaman geri kalmıyorlardı...

Şu halde Resûlullah H a ş i m oğullannm kılıçlan gölgesinde ve kabileler arası nizamın icabları çerçevesinde yürütebiliyordu.

'' Yukarıda —saymış olduğumuz— sebebler Allahü Taalânın

müslümanlan cihaddan el çektirişinin hikmetlerinden bazdandır. ,

Evet, namaz kılmak, zekât vermek...

İlâhî daveti artık hiç gizlemiyordu. Aynı zamanda kimse de bu davanın ilân ve tebliğ ediİmesine karşı engel olma cesaretini kendisinde bulamıyordu. Kureyşlilerin toplantılarında, Safa tepesinde ve umumî toplantılarda ilân ediyor ve tebliğin önüne kimse dikilmiyordu. Ağzını kapatma cüreti yoktu kimsede. Onu tepelemek, öldürmek veya habse atmak cesareti yoktur artık. Dininin bir kısmını ilân edip de bir kısmını ilân etmemesi hususunda sözle müdahale edemiyorlardı. Kendi ilâhlarına küfretmemesi ve onları kötülememesi hususunda istekte bulundularsa da Resûlullah bu isteklerini dinlemedi. Dedelerinin ve atalarının dinini tayib etmemesi ve onların cehennemde olduklarını söylememesi için çok ısrar ettiler. Ama Resûlullah susmadı. Resûlullahın kendi dinlerini hoş karşıla- x mâsı~haünde~kendilerinin -de onuıTHInıni hoş karşılayacaklarını, kendi âdetlerinin bir kısmını kabul ettiği takdirde bazı ibadetleri" de' kendileri ifa edeceklerini "söyledüerse de efendimiz hiç birisini kabule yanaşmadı. Ezcümle îslâm "davası tam mânâsı ile Resûlul-lahın şahsında vücud buluyordu. Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesinde muhafaza altında alınmıştı. Ve Resûlullah tam manası ile her şehreilâhî daveti eksiksiz ve fire vermeksizin tebliğ ediyordu... Binaenaleyh çabucak savaşa katılmayı icabettiren zarurî bir hal yoktu.

Bütün bu değerler —kanaatımıza göre— Allahü Taalânın Mekke’de müslümanlann cihaddan el çekmeleri hususundaki emri-
nin gerisinde gizlenen hikmetleridir. Hak Taalâ onların namaz kılıp, zekât vererek terbiye ve hazırlıklarının tamamlanmasını, bu cemiyette metod icabı bütün imkânlardan istifade etmelerini ve münasib bir vakte kadar kumanda makamından gelecek emirleri beklemelerini irade ediyordu. Kendi nefislerini meseleden tamamen ayrı telakki etmelerinin gerektiğini, davadan kendi şahısları için bir pay çıkarmamalarının icabettiğini belirtiyordu. Ancak bu şekilde Allah rızası için... Ve Allah yolunda... Muhlis olarak hareket edebilirlerdi. Dâvaya gelince o zaten meydanda kaim olup, korunmakta ve muhafaza edilmekte idi...

Bu proğramm gerisindeki İlâhî hikmet ne şekilde bulunursa bulunsun, o sıralarda savaş emri verilince hemen harekete geçecek bir takım hamaset sahibi kimselerin mevcudiyeti bir gerçekti...

■Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar: «Ey Rabbimiz, üzerimize bu savaşı niye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bira kaydın» demektedirler...»

Böyle bir kitlenin İslâm saflarında bulunması, kargaşalık meydana getiriyor ve bu çığırtkanların yüzünden saflar^ nizam ve intizam yerleşemiyordu. Cihadın bütün külfetlerine — her türlü ıstırap ve acılarına rağmen — güven ve yakin ile tahammül eden, azim ve hamaset duygulan ile karşılayan, sabit ve mutmain kalbe sahib mümin neferler arasında da bozguna sebebiyet veriyordu. Yerinde olunca hamâset iyidir. Gerçek manada hamâset, verilen emri yerine getirmektir. Bir mevzuda henüz emir gelmemişken gösterilecek hamâset başıboş heyecan ve tehevvürden ibaret kalır ki, tehlike ile yüz yüze gelinince ilk anda yok olur gider.

İşte Kur’anı Mübinin o Rabbani metodu ile tedavi etmeye çalıştığı husus bu idi.

DÜNYANIN BASİT ZEVKİ

■Onlara şöyle söyle: «Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.
riZOAL-lL KOT AN

Nerede (darsanız olan, sağlam kaleler içinde dahi bulu ölüm sizi bulacaktır.. .»

Onlar ölümden korktuklarından dolayı yaşamak istiyor Zavallı bir hasret ile yaşamak arzuluyorlar. Ne olurdu Allah ra biraz daha fırsat verseydi de, bir müddet daha dünya hayat istifade etselerdi?...

Kur'anı Kerim bu duygulan hemen ilk doğduğu mahalde davi ediyor. Ölüm ve ecel mevzuundaki yanlış tasavvuru aç kavuşturuyor...

Şöyle söyle onlara : «Dünyanın zevki pek azdır...»

Bütün dünyanın metaı... Hatta bütün dünya... Günlerin, taların, ayların ve yılların ne önemi var... Bütün uzunluğuna men tüm dünya hayatı az bir değer ifade ettiğine göre onlara verilecek bu kısa zaman dizisinin ne ehemmiyeti vardır. Günlerle, haftalarla, aylarla ve senelerle ne yapabilirler? Halbuki dünya metal ve bütünüyle dünya hayatı az hem de pek azdır...

«Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır...»

İlk olarak dünya hayatı son durak değildir. Yolculuğun son noktası da dünya değildir... Dünya hayatı sadece bir merhaleden ibarettir... Bunun ötesinde ahiret âlemi vardır. Asıl zevk ve eğlen me oradadır. Ayrıca oranın zevki hem uzun, hem de çok daha hayırlıdır... »Sakınanlar için daha hayırlıdır...» Burda takvadan sözedıl mesi, Allah korkusu ve haşyetinin mevzuubahs edilmesi tam yerın-dedir. Alah korkusu... Zaten korkulması gereken sadece O’dur. Yalnız O’ndan sakınılır... İnsanlardan değil... Halbuki onlar insanlar dan Allah’tan korkar gibi korkarlar. Hatta ondan daha fazla... Al lah’tan korkan kimse insanlardan korkmaz. Gönlünü Allah korku su ile tamir etmiş olanlar hiç kimseden korkmazlar. Allah dilemedikçe insanlar ne yapabilirler?

«Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız...»

Öyleyse dünya hayatmın bir takım zevklerinden mahrum olurlarsa ziyana uğramak, k-'vbetmek ve aldatılmak diye bir şey yoktur onlar için. Çünkü öbür tarafta ahiret bulunmaktadır. En doğru mükâfat oradadır. Ki bu mükâfatta zulüm diye bir şey yoktur.

Ancak bazı insanlar — bütün bunlara rağmen — yeryüzünde üç beş gün daha hayatlarının uzaması için can atarlar. 












2 yorum:

  1. Nihayet Medine İslâm Devleti kurulduktan sonra müslümanlara cihad farz kılındı.
    Allahü Taalâ bu iznin gerek kendileri için ve gerekse bütün beşeriyet için hayırlı ve faydalı olacağını bildirdi... Çünkü onlar —Kur’anı Kerim in tasvir ettiği gibi — «Allah’dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan (düşmandan) korkuyorlar! Bunlar, «Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın. demektedirler.» İçlerinden bir kısmı kendilerine bir iyilik dokunacak olursa; «işte bu, Allah katından! derler. Şayet bir kötülük gelip çatarsa Resûlullaha çıkışırlar hemen sizin yüzünüzden hep bunlar!..» Bazılarıda «peki!» derler. Resûlullahın huzurundan ayrıldıktan sonra da içlerinden bir grub söylediklerinin hilâfına geceleyin bir takım plânlar kurarlar. Bazıları da kendilerine emniyet veya korku hususunda bir emir geldiği zaman hemen yayıverirler...
    İşte sûrei celilenin akışı bunların durumlarını hayretle ifadeye yöneliyor. Kur’anı Kerim’in kendine has üslubu içinde... İnsanın iç dünyasını nasıl da tasvir ediyor. Mübarek sanki görülen, hissedilen bir sahne!... Onların —ve diğer kimselerin — ölüm ve hayat, ecel ve kader, hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve iflâs, ölçüler ve değerler gibi hakikatler manzumesindeki kötü düşünce ve anlayışlarını tashih ediyor. Hakikatleri olanca açıklığıyle ortaya seren bir üslub içinde beyan ediyor onları... Evet, vahyin keskin ifadeleriyle. ..
    77 — Kendilerine: «ellerinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekâtı verin» denilmiş olanlara bakmaz mısınız? Şimdi onların savaşı farz kılınca içlerinden bir grub Allah’dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Bunlar; «Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın» demektedirler. Onlara şöyle söyle: «Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
    Bu olaylar gözteriyorki Mekke döneminde cihad (kıtal manada) müslümanlara farz kılınmamıştır.
    Bu zamanda (2015) Mekke döneminde olduğumuzun delilidir.(islam hilafet devleti kurulmamıştır)
    Dolayısıyla bu günkü cihad diye nitelendirilmiş konular aslında nefsi müdafadır.veya kardeşe yardım etmek babındandır.

    YanıtlaSil
  2. Allah yolunda görüş ile cihada gelince; eğer o görüş Allah yolunda savaş ile doğrudan alakalı ise, o cihaddır. Doğrudan alakalı değilse, onda meşakkat olsa da, Allah’ın Kelimesinin yüceltilmesi için bir takım yararlar olsa da o, Şer’iata göre cihad değildir. Çünkü cihad, Şer’iata göre kıtala/savaşa hastır ve savaş ile doğrudan alakalı her şey cihada dâhil olur. Mesela; savaşa başlaması için orduya tahrik edici, coşturucu hitapta bulunmak, düşmanlarla savaşa teşvik edici makale yazmak gibi doğrudan savaşla alakalı ise yazılı ve sözlü görüş cihaddır, aksi halde cihad değildir. Buna binaen, siyasi mücadeleye, zalim Müslüman yöneticilerle çatışmaya, her ne kadar büyük sevabı olsa da ve Müslümanlara çok büyük yararları olsa da, cihad ismi verilmez.
    EĞER BİR FİİL TANIMININ İÇERİSİNE GİRMİYORSA O FİİL O TANIMDAN DEĞİLDİR.
    ÖRNEĞİN CİHAD GİBİ.
    http://islamdevleti.info/kitaplar/Islam_Sahsiyeti_Cilt_2/19.htm

    YanıtlaSil