21 Mart 2015 Cumartesi

BEŞER TARİHİNDE EŞİNE RASTLANMAYAN BİR HÂDİSE

Bu âyetler ihtiyar dünyamızın, emsaline şahit olmadığı ve beşeriyetin, benzerini işitmediği bir kıssayı hikâye ediyor. Bir kıssa ki, sadece Kur’an ve sadece İslâm ondan haberdar. Allah nezdinde mahfuz olan kıssa... Beşer cinsinin tasavvuru ne derece yükselir, ruhu ne derece berraklaşır ve tabiatı ne derece müstakim olursa olsun, kendiliğinden Kur’anın işaret etmiş olduğu böyle bir seviyeye yükselebilmesi katiyen mümkün değüdir. Ancak İlâhî vahyin tecellisi her kaideyi alt üst eder, muhali derhal imkân hudutlarına sokar. Bu seviye, İslâm nizamından başka hiç bir sistemin, insanı o dereceye yükseltemiyeceği bir ulvilikler âlemidir...

Âyetlerde temas edilen önemli hususlardan biri, Yahudilerin mel’anetleridir. Yahudiler M e d i n e’de, İslama ve müslümanlara karşı haince amellerle topladıkları tesmiye edilmiş ihanet oklarını salıveriyorlardı. Bu husus ve onların müslümanlar arasında ihdas ettikleri fitneler, çeşitli cepheleriyle Bakara ve Âli İmran sûrelerinde zikredildiği gibi, münasebet düştükçe bu sûrede de tekrar edilmektedir.

Evet, Yahudiler M e d i n e’de birçok yalanlar icad ediyorlar, ortalığı bulandırıyorlardı. Aynı zamanda müşrikleri ve münafıkları bir araya getiriyorlar, onları İslâma karşı çıkmaya teşvik ediyorlar, onlara casusluk yapıyorlar ve yol gösteriyorlardı. Resûlullahın önderliğinde teşekkül eden yeni İslâm cemiyetini yaralıyorlar, ortalığı fitne ve fesada boğuyorlar, akıl ve şuuru bulandırıyorlardı. Vahiy ve Risâlet hakkında şüpheler îras ediyorlar, İslâm cemiyetini dahilden yıkmaya, çökertmeye çalışıyorlardı. En tehlikeli anlarda, meselâ haricî düşmanların hürleşerek M e d i n e’ye saldıracakları zamanlarda dahilî karışıklıklar ve isyanlar çıkarıyorlardı. M e d i n e’de kurulan bu genç devleti, dahili ve haricî iki ateş arasında bırakıyorlardı. Henüz daha Cahiliyyet hayatının kalıntıları da ruhlarda varlığını muhafaza ediyordu. Müslüman olanlar bile tam olarak kendilerini bundan kurtaramamışlardı. Müslümanlarla müşrikler, münafıklar ve Yahudiler arasında karşılıklı menfaat ve akrabalık bağlarının da bulunduğunu söyleyecek olursak, İslâm cemiyet ve nizamının nasıl büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlamak mümkün olur.

 İşte o zorluk ve tehlike anında bu âyetler nâzil oluyor. Resûlullahın ve bütün müslümanların, hırsızlıkla ithâm edilen bir yahudiye, her şeye rağmen insafla, adaletle muamele etmelerini emreden âyetler. Bir suçsuzu töhmet altında bırakmak üzere anlaşma yapanların cezalandırılması lâzım geldiğini bildiren âyetler... Ne gariptir ki, bu ithâmcılar M e d i n e’li idiler. Üstelik Ansardan idiler. Resûlullah ordusunun neferi idiler. İlâhî risâlete ve o yeni akideye karşı yöneltilecek hile ve tuzaklara mukavemet etmeye memur idiler.

Hangi adalet böyle yüce bir seviyeye ışık tutabilir?. Hangi kelâm, böyle bir ortamda insaf ve adâletle muameleyi emredebilir?. Kaynağı İlâhî olmayan her söz, her yorum, her kanun bu yüce seviyenin çok, pek çok altlarında kalmağa mahkûmdur. Bu seviye öyle bir zirveyi ifade eder ki, insanın oraya tek başına ulaşması katiyen mümkün değildir; bu bir tarafa, onu hakkıyle anlayabilmesi bile imkânsızdır. Ancak İlâhî nizamın rehberliğinde bu mümkün olabilir...

Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında çeşitli kaynaklardan rivayet edilen kıssa şudur;

Ansardan Katade Bin uman ve amcası Rufaa, Resûlullahla beraber birçok muharebelere iştirak etmişlerdi Bir gün Rufaa'nın zırhı çalınıyor. Bütün şüpheler. Ansardan Beni Ubeyrik adetinden bir adamın üzerinde toplanıyor. Zırh sahibi Resûlullaha müracaatla şöyle diyor:

«Ta’ma İbni Übeyrik benim zırhımı çaldı.» (Bir rivayette adamın ismi Beşir İbni Übeyrik olarak nakledilir. Beşirin münafık olduğu ve ashabı kirâmı zemmedici mahiyette şiirler söyleyerek, bunu bazı şöhretli Arap Şuarasma nispet ettiği de rivayet edilen haberler arasındadır.)

Hırsız, zırh sahibinin Resûlullaha baş vurduğunu duyunca, hemen zırhı Zeyd İbni Semin isimli bir Yahudinin evine gizlice bırakıyor. Kabilesi ferdlerine de zırhı gizlediğini, falancanın evine habersizce bıraktığını söylüyor. Bunun üzerine kabilesinden bir grup Resûlullaha gelerek şu iddiayı serdediyorlar.

■Ya Nebiyyallah!... Bizim arkadaşımız, kendisine atfedilen suçtan müberrâdır. Biz yakînen biliyoruz ki, zırhı falanca çalmıştır». Adamın akrabaları; zırhın, yahudinin evinde olduğu henüz ortaya çıkmadan, Katade Bin Numan ve amcası tarafından, Kabile fertlerinden bazılarının hırsızlıkla suçlandırdıklarını, hiç bir delil ve ispat karinesi olmadan böyle bir töhmette bırakıldıklarını Resûlullaha arzetmişlerdi.

Katade der ki:

■Resûlullaha vardım. Ona bu mevzuu anlatmak istiyordum ki, şöyle dedi:

■Müslüman olduklarını itiraf eden ve ehl-i salâhtan oldukları söylenen bir aileyi hırsızlıkla suçlamış, delilsiz ve ıspatsız onları töhmet altında bırakmışsın.»

Katade, duygularım sonradan şöyle ifade eder:

■Bu söz üzerine Resûlullahm yanından ayrıldım. Keşke malımın kalan kısmı da elimden çıksaydı da, bu hususta Resûlullah’la konuşmasaydım. Sonra bana amcam Rufae geldi ve; «ey kardeşim oğlu ne yaptın?» dedi. Ona, Resûlullahın bana söylemiş olduğu sözleri naklettim. «Allah müsteandır» diye cevap verdi. Aradan çok zaman geçmedi ki, şu mealdeki âyetler nâzil oldu:

■Doğrusu biz sana kitabı Hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin. Hainlerden taraf olma.»

Yani beni Ubeşrik’den taraf olma, onların koruyucusu, muhafızı ve müdafii olma.

«Ve Allah’dan mağfiret dile...»

Yani Katade’ye söylediklerinden dolayı Allah’a istiğfar et.

Şüphesiz ki Allah, Gafurdur, Rahimdir.»

«Nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme. Allah hainlikte direnen günahkârı sevmez.»

«İnsanlardan gizler de Allah’dan gizlemezler. Halbuki Allah’ın razı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman da, Allah onlarla beraberdi. Allah, yapacakları her şeyi kuşatıcıdır.»

«İşte siz, öyle kimselersiniz ki dünya hayatında onları savunuyorsunuz. Ama kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak?. Yahut kim vekil olacak onlara?...»

«Kim bir fenalık yapar veya kendine zulüm eder de, Allah’dan mağfiret dilerse, Allah’ın Gafur ve Rahim olduğunu görür.»

Yani onlar, Allah’a istiğfar ederlerse, Allah da onlara mağfiret eder.

«Kim bir günah işlerse, bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Ve Allah Alim olan. Hakim olandır.»

«Kim bir hata veya bir günah işler de, sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.»

«Eğer Allah’m lûtfu ve rahmeti üzerinde olmasaydı, onlardan bir takımı seni sapıtmağa çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da bir zarar veremezler. Nasıl zarar veremezler. Nasıl zarar verebilirler ki, Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın, senin üzerindeki lûtfu ihsanı çok büyüktür.»

«Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, yahut iyilik etmeyi ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten müstesnadır. Kim Allah’m rızasını arayarak böyle yaparsa, biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.»







Çok kötü bir âkibet!... Çok şiddetli bir ceza!. Allah’ı, kendine düşman etmenin feci neticesi!. Allah’ın, onları sevmeyeceğini bildirmesi insanları daha dikkatli ve daha âdil davranışlara mecbur
eden ilâh! bir ölçü!... Allah kötülüğü, hainliği ve böylelerini müdafaayı herkese yasak etmiştir...

Yüce Mevlâ şimdi de, daha menhus ve daha âdi bir hiyanetin tasvirini yapıyor. O günahkâr ve hain insanları daha çok terzil ediyor:

«İnsanlardan gizlerler de Allah’dan gizlemezler. Halbuki Allah’ın razı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdi.*

İşte tehkîr ve tezlîlin şaheser çizgileri. İşte helâk ve zaafiyetin parlak ifadeleri. Zavallılar geceleri uyku bile uyumuyor, çalışıyor; hileler, hainlikler, fitneler icad ediyorlar. Ve insanlardan gizledikleri için de memnun görünüyorlar. Ne zarar, ne de fayda vermeğe kudreti olmayan insanlardan gizlemekle gayenin hasıl olacağına inanıyorlar. Allah'ın zifiri karanlıkta, kara karıncanın ayak tıkırtılarını bile görüp işittiğini bilmiyorlar. Gizledikleri fitnelere, gece karanlığında kurdukları tuzaklara muttali olduğunu hissetmiyorlar.

Bu derece açık bir istihza ve alenî bir istihkar, başka nasıl ifade edilebilirdi!... Ve insan bu ifadeler karşısında nasıl küçülüyor, esen toz zerreleri haline geliyor!...

«Allah, yapacakları her şeyi kuşatıcıdır.*

Mutlak olarak her şey onun kabzai kudretindedir. Öyleyse kurdukları tuzaklar neyi yok edebilir?... Hileler, hangi hareketi durdurabilir?. Mutlak kudret sahibi olan Allah, bu hile ve tuzaklara muttali olduktan sonra, onlar kime zarar verebilirler?... Her şeyi ihata eden Allah!. Her şeyi tahtı tasarrufuna ve kabzai kudretine alan Allah!... Kim, Onun tasarrufuna mani olabilir?... Hangi şey O’nun kudretine set çekebilir?...

Kelâmı İlâhî burada bir hamle daha yaparak, hainlerden yana mücadele edenlerin acıklı durumlarını resmediyor:

-İşte siz, öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onları savunuyorsunuz?. Yahut kim vekil olacak onlara?...»

Kıyamet günü!. Hesaplaşma saati!. Ne vekâletin, ne de müdafaa ve mücadelenin kabul edildiği an!. Kıyamette onların müdafaası geçerli olmadıktan sonra, dünyada onlar için mücadele etmenin ne manası kalır?...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder